Asıl adı “İş Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı” olan ve “İstihdam Paketi” olarak anılan yasa tasarısı geçtiğimiz günlerde Mecliste kabul edildi. Başta TÜSİAD olmak üzere tüm sermaye çevreleri hükümetin bu paketi bir an önce Meclisten geçirmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bu yasa işsizliği azaltmanın çaresi olarak sunulduğu gibi, kimi kez de kadın ve genç işçi istihdamını arttırmanın yolu olarak propaganda edildi işçi sınıfına. Oysa yasa incelendiğinde, bunun “istihdam paketi” değil “patronlara kıyak” buketi olduğu net bir şekilde görülüyor.
Yasanın gerekçesinde, işsizliğin önlenmesinin en temel yolunun, yatırımların çoğalması ve yeni iş alanlarının yaratılması olduğu savunuluyor. Peki tüm bunlar nasıl sağlanacak? Yanıt basit: Patronların “sırtındaki yük” azaltılarak!
Yasa, “zorunlu istihdam yüklerinin hafifletilmesi ve işgücü maliyetlerinin düşürülmesi” adına, patronları pek çok yükümlülükten kurtarıyor. Sosyal güvenlik primi işveren payının 5 puanlık kısmının Hazine tarafından karşılanması, 50 veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde eski hükümlü çalıştırma zorunluluğunun kaldırılması, yine aynı büyüklükteki işyerlerinde çalıştırılması zorunlu olan özürlülerin sigorta primlerinin işveren payına karşılık gelen kısmının Hazine tarafından karşılanması, özel sektörün “terör mağduru” çalıştırma yükümlülüğünden muaf tutulması, 150’den fazla kadın işçi çalıştıran işyerlerinde anaokulu kurma zorunluluğunun ve 500’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinde spor tesisi kurma zorunluluğunun kaldırılması, yasanın patronlara sağladığı çeşitli kıyaklar arasında.
Yeni işe alınacak kadınlar ve 18-29 yaş arası gençler için, patronların ödemesi gereken sosyal güvenlik priminin 5 yıl boyunca kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması ise, yasanın patronlara en büyük kıyağı! Yasaya göre, bu kategorideki işçileri çalıştıran patronların ödemeleri gereken sosyal güvenlik priminin ilk yıl yüzde 100’ü, ikinci yıl yüzde 80’i, üçüncü yıl yüzde 60’ı, dördüncü yıl yüzde 40’ı ve beşinci yıl yüzde 20’si bu fondan karşılanacak. Yani patronların işçinin parasıyla işçi çalıştırması sağlanarak, fon açıkça sermayeye peşkeş çekilecek. Ama fonun devlet ve sermaye tarafından yağmalanmasının önünü açan değişiklikler bununla sınırlı değil.
Yağmalanan İşsizlik Sigortası Fonu
Zamanında SSK fonlarını talan edip bu kuruma iflas bayrağını çektiren devlet, şimdi de gözünü İşsizlik Sigortası Fonunda biriken paralara dikmiş durumda. Geçtiğimiz Mart ayı itibarıyla bu fonda 33 milyar YTL birikmiş bulunuyor. Fonun bu kadar şişkin olmasının tek nedeni, işçilerin bu fondan yararlanmasının neredeyse imkânsız hale getirilmiş olması. İşçinin işsizlik ödeneği alabilmesi için, işsiz kalmadan önceki son dört ay boyunca sigorta primlerinin eksiksiz yatırılması ve son üç yıl boyunca en az 600 gün sigortalı olarak çalışmış olması gerekiyor. Bu koşulları yerine getiren işçiye, son dört aylık ortalama net kazancının yarısını ve asgari ücretin net tutarını geçmeyecek şekilde işsizlik ödeneği bağlanıyor.
Burada bir parantez açarak şunu belirtelim. İstihdam Paketi, bu hususta sözde “işsizlik ödeneğini artırma” adına bir değişlik getiriyor. Yapılan bu değişiklik sonucunda, işsizlik ödeneği, son dört aylık ortalama brüt kazancın yüzde 40’ını ve brüt asgari ücretin yüzde 80’ini geçmeyecek şekilde ödenecek. Yani ödeneğin hesaplanmasını brüt ücret üzerinden gerçekleştirerek elde edilecek artışın önemli bir bölümü, oranları aşağı düşürerek geri alınmış oluyor. Üstelik bu da “ödenek artıyor” çığırtkanlığıyla reklâm malzemesi yapılıyor.
Devam edecek olursak, ödeneğin verilme süresi, işçinin son üç yılda sigortalı olarak çalıştığı süreye bağlı olarak, 180 ilâ 300 gün arasında değişiyor. Ancak sigortasız çalıştırmanın alabildiğine yaygın olduğu Türkiye’de bu koşulları yerine getirebilen işçi sayısı son derece düşük. Tam da bu yüzden, şimdiye kadar işçilere fondan sadece 1,4 milyar YTL ödeme yapılmış. Bunun yanında fona 19 milyar YTL faiz geliri eklenmiş. Ancak devlet, fona piyasa seviyesinin 2-3 puan altında faiz uygulayarak, fonu bir yandan da soymuş.
Fakat soygunda sınır tanınmıyor. Geçirilen paket sayesinde, “2003-2007 yılları arasında İşsizlik Sigortası Fonuna aktarılan devlet payı ve nemasının 2012 yılına kadarki faizinin, GAP kapsamındaki yatırımlar ile bölgesel ekonomik kalkınmaya ve sosyal gelişmeye yönelik yatırım alanlarında kullanılması” sağlanıyor. Bilindiği gibi, İşsizlik Sigortası Fonu, işçinin brüt ücretinden yapılan yüzde 1’lik kesintiye ek olarak yüzde 2’lik işveren ve yüzde 1’lik devlet katkısıyla oluşturuluyor. Ancak bu fona yaptığı yüzde 1’lik katkıyı, fon paralarını düşük faizle kullanarak ve fonun faiz gelirlerinden vergi kesintisi yaparak fazlasıyla telafi eden devlet, bunun hesabını vermeden, fonu keyfinin istediği gibi kullanma yetkisi tanıyor kendine. Bu tam bir yağma operasyonudur. Tümüyle işçilere ait olması gereken İşsizlik Sigortası Fonu, 30 yıldır bir türlü bitirilemeyen GAP’a kaynak aktarmak adına ve sermayeye peşkeş çekilmek üzere resmen yağmalanmaktadır.
Hatırlanacağı gibi, başbakan Kürt sorununu çözmek için “paket”lerinin hazır olduğunu söylemiş ve bunun altından çıka çıka GAP projesinin tamamlanması ve TRT’nin Kürtçe yayın süresinin uzatılması çıkmıştı. GAP’a nasıl kaynak bulacaksınız sorusuna ise, gayet kendinden emin bir şekilde, kaynaklarının hazır olduğu yanıtını vermişti. İstihdam Paketiyle söz konusu kaynağın ne olduğunu öğrenmiş olduk: İşsiz kaldıklarında kendilerine geçimlerini sağlayacakları bir işsizlik ödeneği bağlanacağı vaadiyle milyonlarca işçiden kesilerek oluşturulan ama onlardan bucak bucak kaçırılan İşsizlik Sigortası Fonu!
Fon üzerinden patronlara yapılan bir diğer kıyaksa, sözde “zora düşen” işverenin ödemesi gereken işçi ücretlerinin, “kısa çalışma ödeneği” adı altında bu fon üzerinden karşılanmasıdır. Bu doğrultuda İşsizlik Sigortası Kanununa şöyle bir madde ekleniyor: Genel ekonomik kriz veya zorlayıcı sebeplerle “işyerinde geçici olarak en az dört hafta işin durması veya kısmen çalışma hallerinde işçilere çalıştırılmadıkları süre için işsizlik sigortasından kısa çalışma ödeneği ödenir. Kısa çalışma süresi, zorlayıcı sebebin devamı süresini ve her halde üç ayı aşamaz.”
Yani son birkaç yıldır neredeyse her işyerinde rutin hale gelen “kriz dolayısıyla bir süreliğine kapatıyoruz” durumu, artık patronlar için en ufak bir yük teşkil etmeyecek şekilde yaygınlaştırılacak. İşlerin “kesat” olduğu ya da stokların biriktiği dönemlerde, uydur bir “zorlayıcı sebep”, kurtul işçiye ücret ödemekten! İşçilerin kolektif fonu ne güne duruyor? Aban gitsin!
İşsizlik önlenecek mi derinleştirilecek mi?
Yeni işe alınacak kadınlar ve 18-29 yaş arası gençler için, patronların ödemesi gereken sosyal güvenlik priminin 5 yıl boyunca kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasının, yasanın patronlara en büyük kıyağı olduğunu söylemiştik. Türkiye’de genç işsizliğin yaygınlığı ve kadınların işgücüne katılım oranlarının son derece düşük olmasını bahane olarak kullanan hükümet, bu kıyakla, patronların bu gruba giren işçilerin istihdamını arttıracağını ve böylece işsizliğin azalacağını iddia ediyor. Öngörünün birinci kısmının gerçekleşmesi, yani patronların 18-29 yaş arası gençlere ve kadın işçilere yönelmesinde belirgin bir artış yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu sayede işsizliğin azalacağı tam bir kandırmacadan ibarettir. Aksine, ucuz işgücü sömürüsünün devlet eliyle teşvik edilmesi sonucunda, 30 yaş üstü nüfusta büyük bir işsizlik patlaması yaratılacaktır. Bunun yanı sıra, ezici bir çoğunluğu asgari ücretle çalıştırılacak olan genç işçiler ve kadın işçiler, sigortalı çalışan kesimin ortalama ücretlerinin asgari ücret düzeyine çekilmesinde de önemli bir baskı unsuru olarak kullanılacaktır. Sonuçta bu durum, kıdemsiz işçileri asgari ücretle çalıştırıp dilediğince sömürecek, üstüne üstlük bir de sigorta primi ödemekten büyük ölçüde muaf tutulacak olan patronlar için çifte kıyak anlamına gelmektedir.
Kadın istihdamı arttırılacakmış!
Kadın istihdamını arttırmaktan söz eden ikiyüzlüler, bir yandan kadın işçiler için yukarıda sözünü ettiğimiz işveren teşvikini getirirlerken, bir yandan da 150’den fazla kadın işçi çalıştıran işverenlere anaokulu açma yükümlülüğü getiren Milli Eğitim Temel Kanununun ilgili maddesini yürürlükten kaldırmaktadırlar. Ayrıca, patronların kreş ve emzirme odası açma yükümlülüğünün “dışarıdan hizmet alarak” yerine getirilebilmesini mümkün hale getirmektedirler. Açıktır ki, işyeri sınırlarından ne kadar uzakta olacağı belli olmayan bir kreşle anlaşan patronların kadın işçilerden çocuklarını buralara bırakmalarını istemeleri, pek çok işçi için işten ayrılmak zorunda kalmak anlamına gelecektir. İşe gitmek için saatlerce yol tepen kadın işçilerin çocuklarını farklı bir güzergâhtaki kreşlere bırakmaya zorlanmaları, pratikte bu işçiler için kreşin olmamasıyla eş anlama gelecektir.
Eğitimle iş cinayetlerinin önüne geçilecekmiş!
Yasanın düzenlediği bir diğer madde de, ağır ve tehlikeli işlerde çalışan işçilere mesleki eğitim verme zorunluluğunun getirilmesi. Söz konusu maddenin gerekçesinde, özellikle tersanelerde yaşanan ölümlerdeki artışa yer veriliyor ve yapılan değişiklik iş kazalarının engellenmesi doğrultusunda önemli bir adım olarak gösteriliyor. Oysa bu tam bir aldatmaca. Çünkü sermaye ve onun temsilcisi AKP hükümeti, iş cinayetlerinin artmasının temel nedeni olarak eğitimsiz işçi çalıştırılmasını göstererek, en temel iş güvenliği önlemlerinin alınmamasının, çalışma saatlerinin insan bünyesinin sınırlarının ötesine geçinceye dek uzatılmış olmasının vb. sorumluluğundan sıyrılmaya ve suçu işçinin eğitimsizliğine yıkmaya çalışıyor. Böylece göstermelik birkaç saatlik eğitimle sorunun üstesinden gelineceği izlenimini yaratmaya çalışıyor.
Oysa, tersane örneğinden hareket edersek, eğitimsiz olan işçi de çıplak kabloya temas edince çarpılacağını, yüksekten düşerse veya tepesine tonlarca ağırlıkta saclar düşerse öleceğini, kapalı yerde uzun süre kaynak yaparsa zehirleneceğini ya da gaz sıkışması nedeniyle patlamalar yaşanabileceğini eğitimli işçi kadar biliyor. Ama yaşamak ve ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda olan işçinin bu bilgisi ya da “eğitilmişliği”, ne o kabloların işin aceleyle bitirilmesi uğruna birbirine dolanmış şekilde yerlerde sürünmesine engel olabiliyor, ne işçinin yüksekten düşmemesi için güvenli bir çalışma sisteminin kurulmasını sağlayabiliyor, ne de saatlerce kaynak yapmak üzere birkaç işçinin daracık bir ortama tıkılmasının önüne geçebiliyor. “Ağır ve tehlikeli iş” sınıfına girdiği halde buna ilişkin yönetmeliğin uygulanmadığı tersanelerde, örgütsüz işçiler, işten atılıp aç kalmamak için, günde 7,5 saat yerine 12-16 saat çalışmaya razı gelmek zorunda kalıyorlar. Yasanın eğitim dediği şey, işçiye güvenlikli bir çalışma ortamı sunmaya yetmiyor. Çünkü bu ortamı sağlamakla sorumlu olanlar eğitimli ya da eğitimsiz işçiler değil patronlardır.
Peki bu sorumluluğu yerine getirmeyen patronlara herhangi bir yaptırım uygulanmakta mıdır? Evet, yasalarda çeşitli cezai yaptırımlar öngörülmektedir, ancak bunların tümü kâğıt üzerinde kalmaktadır. İş kazaları sonucu her gün bir işçinin öldüğü ya da ağır şekilde yaralandığı tersaneleri dolaşan bakanlar “geldim, gördüm, her şey çok güzel, ufak tefek sorunları da Allahın izniyle halledeceğiz” zihniyetine sahipken ya da iş cinayetlerine gösterilen tepkiyi “dış mihrakların provokasyonu” olarak değerlendirecek kadar insanlık şirazesinden çıkmışlarken, söz konusu yasal yaptırımların hayata geçirilebilmesini hangi işçi umabilir?
Üç beş milletvekilinin ya da bakanın tersanelerde boy göstermesiyle, lafta kalan yeni yasal düzenlemelerle, bir iki tersaneye birkaç günlük kısmi kapatma cezası ya da üç beş kuruş para cezası vermekle iş cinayetlerinin önüne geçilemediğini son birkaç ayda yaşananlar açıkça göstermektedir. Patronların vereceği eğitimin de hiçbir sorunu çözmeyeceği önümüzdeki süreçte görülecektir. Evet iş kazalarının önüne geçilmesi için eğitim şarttır, ama bu eğitimin patronların verdiği eğitimle ilgisi yoktur. İş kazalarının önüne geçilmesinin de, kötü çalışma koşullarının düzeltilmesinin de tek bir yolu bulunuyor. O yol, işçilerin mücadeleci sendikalarda örgütlenmesinden ve patronların karşısına örgütlü bir güç olarak dikilmelerini sağlayacak sınıf eğitimini almalarından geçiyor.
Yazılı sözleşme aldatmacası
Eski dönemlerde, kasaba kasaba dolaşıp ellerindeki şişelerde her derde deva ilaçların bulunduğunu iddia eden şarlatanlardan geçilmezmiş ortalık. Şimdilerde bu şarlatanlar burjuva Meclislerde “her derde deva” olduğunu iddia ettikleri yasalar çıkarmakla meşguller. Burjuva hükümet nasıl işçiye eğitim zorunluluğu getirerek iş kazalarının engelleneceğini iddia ediyorsa, “alt işverenlik sözleşmesinin yazılı olarak yapılması” zorunluluğunun da “asıl işveren-alt işveren ilişkisinin amacına aykırı olarak kullanılmasını” önleyeceğini savunuyor. Sözde, bu değişiklikle “alt işverenlik”, yani taşeronluk sisteminin yarattığı tüm sorunların üstesinden gelinecek!
Taşeronluk sistemi, bugün tersanelerden fabrikalara, hastanelerden büyük marketlere kadar neredeyse tüm işyerlerinde işçileri bölüp daha kolay yönetmenin, kendi aralarında rekabete sokarak birbirine düşman etmenin, örgütlenmelerini olanaksız kılmanın, sendikasızlaştırmanın ve böylece güçsüzleştirip alabildiğine sömürmenin en bildik yöntemlerinden biri haline gelmiştir. Çok açıktır ki, sorun “alt işverenlik sözleşmesinin” sözlü ya da yazılı olarak yapılmasında değil, bizzat taşeronluk sisteminin kendisindedir. Bu vahşi sistemi ortadan kaldırmak yerine, sözleşmeyi yazılı olarak yapmayı zorunlu kılmak, her zaman olduğu gibi, burjuvazinin önlem alıyormuş gibi görünüp aslında fiiliyatta hiçbir şeyi değiştirmeyecek göstermelik adımlarından biridir.
Peki ya sendikalar ne yapıyor?
Peki tüm bu saldırılar karşısında, işçi sınıfının haklarını korumak ve geliştirmekle yükümlü olan sendikalar ne yapıyor? Söyleyelim: Onlar “çağdaş sendikacılık” adına, sömürücüler sınıfıyla ve onların devletiyle “sosyal diyalog” geliştirme derdindeler. 1 Mayıs’ta Taksim’e 500 bin işçi yığmaktan söz eden sendika ağaları, bu saldırılar karşısında işçi sınıfının küçük bir kesimini bile harekete geçirmiş değiller.
Son bir buçuk aydır internet sitesinin neredeyse tamamı Taksim meselesine hasredilen DİSK, İstihdam Paketine ilişkin olarak, 10 Mayıs tarihli bir basın açıklamasında üç beş satırlık birkaç teşhir cümlesi dışında tek bir laf etmemiştir. Söz konusu metinde söylenen tek şeyse şudur: “DİSK olarak, emek haklarına yönelik tüm bu saldırılara her koşulda karşı çıkmayı sürdüreceğiz.”
Türk-İş’e gelince, işte Genel Başkan Mustafa Kumlu’nun 12 Mayısta, Kayseri İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Seminerini açış konuşmasında söyledikleri: “Paketin istihdamı artırmaya yönelik kimi olumlu yanları vardır. Ama şu çok açıktır ki, istihdamın artırılması ve işsizliğin azaltılması için öncelikle yatırım ve üretimin artırılmasına yönelik politikalara ihtiyaç vardır. … Hemen belirteyim, istihdam paketinde bir ara çok tartışılan ve Türk-İş tarafından «genel grev» sebebi sayılan kıdem tazminatı fonu yoktur. Paketten kıdem tazminatı fonunun çıkarılmasının tek nedeni, 13-14 Mart eylemlerinde Türk-İş’in önderlik ettiği güçtür.” Paketin kimi olumlu yanları varmış! Peki olumsuz yanları? Bu konuda tek bir cümle sarf edilmiyor.
Hükümet yalakalığında sınır tanımayan Hak-İş ise Pakete güzellemeler düzmektedir. Genel Başkan Salim Uslu, 15 Mayıs tarihli yazılı açıklamasında konuya dair şunları söylüyor:
“… İstihdam Paketi önemli bir adımdır. İstihdam Paketinin prim indirimi, teşvik ve cezai yaptırımları içeren bütünsel bir yapıda olması ülkemizde yıllardan beri ötelenen ekonomi politikaları ile sosyal politikaların örtüştürülmesi konusunda olumlu bir zihniyet değişimi yaşanmaya başladığının da bir göstergesidir. Paketin özellikle işgücü piyasasına girişte sorun yaşayan kadınlar ve işsizlik oranları artma eğiliminde olan gençler açısından oldukça önemli olduğuna inanıyoruz. … getirilen teşvik ve işveren primlerinde yapılan 5 puanlık indirim işsizlik stokumuzun eritilmesinde ve kayıt dışı çalışmanın kayıt altına alınmasında önemli bir gelişme sağlayacaktır.
“… İstihdam Paketini genel olarak memnuniyet verici bulmakla birlikte, paketin mali kaynağının İşsizlik Sigortası Fonu olması bizi buruk kılmıştır. … Söz konusu paket dolayısıyla İşsizlik Sigortası Fonundan buraya ayrılacak kaynakların bir borç olarak açık bir şekilde nitelendirilerek geri ödeme şart ve takviminin ortaya koyulması gerekir. Hak-İş olarak teşvik ve prim indirimi uygulamasının sosyal sorumluluk çerçevesinde istihdamı artıran, sendikal örgütlenmenin olduğu ve toplu iş sözleşmesi uygulanan işyerlerine öncelik verilmesi teşviklerin çarpan etkisini artıracağını düşünmekteyiz. Dolayısıyla pakette bu yönde düzenlemeler yapılması önem taşımaktadır.”
İşte sözde işçi sınıfının çıkarlarını korumak adına örgütlenen ve işçilerden her ay çuvalla aidat toplayan sendikaların hali pür melali! Birisi sanki daha önce kitlesel bir karşı duruş örgütlemiş gibi, “karşı çıkmaya devam edeceğiz” demekle yetiniyor, öteki ağzını açmıyor, bir diğeri hiç utanmadan işi “önemli bir adım attınız, ama burulup kırıldık biraz, keşke fondan aldığınız paraları geri verseniz, bir de teşviki sendikalı işyerlerine öncelik vererek uygulasanız daha ne isteyelim” aymazlığına vardırıyor.
Kıdem tazminatına saldırı kapıda
Saldırı yasalarının birer birer Meclisten geçirildiği, zamların sağanak halinde yağdığı, ekonomik krizin derinleştiği ve işten atmaların hız kazandığı bir dönemde, Türk-İş başkanı Kumlu’nun “biz engelledik” böbürlenmelerine rağmen, kıdem tazminatlarına ilişkin yeni saldırı yasaları kapıda bekliyor.
Geçtiğimiz günlerde, Hazineden sorumlu devlet bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’de kıdem tazminatlarının Avrupa ortalamasının çok üzerinde olduğunu söyleyerek, bu konudaki düzenlemelerin en kısa sürede gündeme geleceğinin de “müjdesini” vermiş oldu. Bakana göre, bizde 20 yıl çalışan bir işçi 20 ay kıdem tazminatı alıyormuş, bir tek Portekiz’de bu kadar yüksekmiş, İspanya’da bile 15 aymış. Patronlar kıdem tazminatından çekindikleri için işçi çalıştıramıyorlarmış, bu duruma bir son vermek gerekiyormuş!
Bakan, kıstası ay üzerinden yapmayı tercih ediyor. Keşke örneğin İspanya’daki 15 aylık ortalama ücret tutarıyla Türkiye’deki 20 aylık ortalama ücret tutarının ne kadar olduğunu da söyleseydi de görseydik Avrupa ortalamasının “üzerindeki” kıdem tazminatlarımızın durumunu?
Burjuvazi ve onun hükümeti, kıdem tazminatlarını işçinin ancak emekli olurken alabileceği şekilde bir fona devretmeyi tasarlıyor. Yeni çıkarılan SSGSS yasasıyla emekli yaşının 65’e, prim gün sayısının 7200’e yükseltildiğini hatırlayacak olursak, ancak ahrette emekli olmaya hak kazanabilecek işçiler için bu, asla alınamayacak bir tazminat anlamına geliyor. Üstelik oluşturulması planlanan bu fonun da sermayenin ve devletin emrine amade kılınıp tıpkı İşsizlik Sigortası Fonu örneğinde olduğu gibi yağmalanacağı çok açık.
İşsizliği azaltmanın yolu örgütlü mücadeleden geçiyor
İşsizlik kapitalizmin kronik sorunlarından biridir. Ekonomik kriz dönemlerinde zirveye çıkan işsizlik olgusu, işçi sınıfının işsiz kesimlerinin korkunç bir sefalete sürüklenmesi anlamına geldiği gibi, çalışan kesimleri üzerinde de demoklesin kılıcı işlevini görmektedir. Fabrika kapılarında bekleyen milyonlarca işsiz, içeride çalışan işçinin her türlü ağır çalışma koşuluna razı gelmesi ve ücretlerin alabildiğine aşağı çekilmesi için, bizzat patronlar tarafından baskı aracı olarak kullanılmaktadır.
Her geçen gün daha da artan ve sınıfı tehdit eden işsizliği azaltmak üzere önlemler alınması için bastırmak bugün işçi sınıfı için yaşamsal bir sorun haline gelmiştir. Fazla mesailerin sınırlanması ve çalışma saatlerinin düşürülmesi, işçi sınıfının en acil taleplerinden biri olmalıdır. Ne var ki, patronların borazanlığını yapan hükümetlerin böylesi bir adımı kendiliklerinden atması beklenemez. Aksine onlar, sözde istihdamı arttırmak adına, işgücünü kelepir hale getiren yasalar çıkarmakla meşguller. Patronlara ve onların hükümetlerine bunu dayatacak tek güç işçi sınıfıdır. Örgütlü bir güç haline gelebildiği takdirde, burjuvaziyle birlikte sınıfın tepesine çöreklenmiş sendika bürokrasisini de def etmek üzere harekete geçecek bu gücün önünde hiçbir engelin duramayacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
link: İlkay Meriç, İstihdam Paketi mi, Patronlara Kıyak Buketi mi?, Haziran 2008, https://marksist.net/node/1815
Bursa’da Miting Yasağı
İşçi Sınıfının Devrimci Önderi Marx