Dünyanın pek çok ülkesinde çiftçi eylemleri yaygınlaşırken, Türkiyeli çiftçiler de bu dalgaya katılmış durumdalar. Yıkıma uğrayan ve iktidara yönelik tepkileri büyüyen çiftçilerin Bursa’dan Antep’e, Edirne’den Rize’ye çok sayıda ilde gerçekleştirdikleri protestolara birbiri ardına yenileri ekleniyor. Çiftçiler onyıllardır ilk kez bu kadar yaygın ve kitlesel eylemler yapıyorlar. Kimi eylemlerde “hükümet istifa” seslerinin yükselmesi de bir ilki oluşturuyor. Çay, fındık, patates, buğday, soğan, domates, karpuz, biber, süt ve daha pek çok ürünü üreten çiftçiler, mağduriyetlerinin görülmesi ve sorunlarına çözüm bulunması için yolları kesiyor, traktörlerle şehir merkezlerine iniyor, iktidara seslerini duyurmaya çalışıyorlar. “Sen yeter ki üret” sloganıyla çiftçiyi üretime teşvik eden siyasi iktidarsa, hem üreticilerin hem de tüketicilerin mağduriyetleri karşısında hiçbir adım atmıyor. Aksine çiftçinin durumunu daha da zorlaştıran politikalar izliyor. Bunun başında da tarımsal desteklerin her yıl daha da sınırlanması geliyor.
Tarım Kanununda, tarımsal destekleme programlarına bütçeden ayrılacak kaynağın gayrisafi milli hasılanın yüzde 1’inden az olamayacağı belirtiliyor. Oysa 90’lı yılların ortalarında bu oran yüzde 4’ler düzeyindeydi. Fakat bırakalım bunu, söz konusu kanunun çıkarıldığı 2006 yılından bu yana yüzde 1’lik orana yaklaşan bir destek bile hiçbir zaman verilmemiş, örneğin geçtiğimiz yıl yüzde 0,25 düzeyinde kalmıştır. Çiftçilerin büyük çoğunluğu açısından tarımsal destekler, elektrik, mazot, gübre, ilaç gibi temel girdiler üzerindeki dolaylı vergileri bile karşılamamaktadır. Üstelik desteklerden en büyük payı alanlar büyük çiftçiler olmaktadır. Sonuç olarak desteklerin yetersizliği, kredi faizlerinin yüksekliği, büyük şirketlerin dayattığı fiyat baskısı ve plansız üretim nedeniyle çiftçiler yıldan yıla daha da ağırlaşan borçların altına girerek iflasa sürüklenmektedirler. Bu yılın başlarında çiftçilerin bankalara ve Tarım Kredi Kooperatifine olan borcu 700 milyar liraya ulaşmıştı. Enflasyonunun yüzde 100’lerde seyrettiği ortamda ürününü maliyet fiyatına dahi satamayan yüz binlerce çiftçi, bugün çok daha derin bir borç batağı içindedir. İklimsel olumsuzluklar, yanlış su ve enerji politikaları, piyasadaki dalgalanmalar, öngörülemeyen ihracat-ithalat yasakları vb. de eklendiğinde çiftçilerin problemleri içinden çıkılmaz hale gelmektedir.
Bunun da ötesinde, tarımda yaşanan ciddi sorunlar sadece 2,5 milyon çiftçiyi ilgilendirmeyip, yüksek enflasyon karşısında alım güçleri hızla düşen emekçilerin tamamını doğrudan vuruyor. Üreticiyle pazar arasındaki fiyat farkı pek çok sebze ve meyvede yirmi otuz kata kadar çıkıyor. Tarlada 1-2 lira olan domatesin 200 metre ötedeki markette 40 liraya satıldığını söyleyen Bursalı bir çiftçi, “biz ucuza üretiyorsak herkes ucuz yesin” diyor ama kapitalizm buna izin vermiyor. “Çiftçi arkadaşlarımız ne ekeceğini şaşırdı” diyor Salihli’den bir çiftçi ve şöyle devam ediyor: “Domates mi, biber mi, kavun mu, karpuz mu? Ne ekeceğine karar veremiyor. Ne ekse zarar ediyor. Herkes çeşitlilik arıyor. Başka ürünler deniyor. Ama yine zarar, yine zarar. Bu yıl bozulan çok tarla var. Yani ürünü toplamadan süren çok.” Kavunlarını kilosuna 25 kuruş veren tüccara satmayıp, dönümlerce tarlayı civar köylülere açtığını, insanların gelip bedava toplayıp aldığını söylüyor. İhracat yasakları nedeniyle ürünlerinin elde kaldığından, tüccarın malı ölü fiyatına almak istediğinden, verilen paranın toplama maliyetini bile karşılamadığından yakınıyor. Patlıcanda, domateste, biberde durum aynı. Çiftçi isimleri, yer isimleri değişiyor, ürünler değişiyor, ama durum değişmiyor.
Kapitalizmin plansız üretiminin yol açtığı yıkım kendini tarımda da çarpıcı şekilde gösteriyor. Çiftçinin geçen yıl hangi ürün para ettiyse yeni sezonda onu üretmek istemesi, on binlerce çiftçi aynı düşünceyle buna giriştiği için “aşırı üretime” yol açıyor ve fiyatlar bir anda düşüyor. Bu durum onlarca meyve ve sebzede her yıl tekrarlanıyor ve büyük şirketlerin fiyat dayatmasında bulunma gücünü de arttırıyor. Sonuçta çiftçi çoğunlukla zarar ettiği gibi tüketici pozisyonundaki emekçiler de gerek fiyat gerekse ürün miktarı açısından son derece dengesiz bir piyasayla karşı karşıya kalıyorlar. Merkezi bir planlama olmadığı müddetçe talebi karşılamaya dönük istikrarlı bir üretimin mümkün olamayacağı çok açık. Ama kapitalizm üretimde planlamanın değil anarşinin, krizlerin hüküm sürdüğü bir sistemdir ve bu krizler büyükler için küçükleri yutmak açısından fırsattır. Büyük şirketlerin egemenliğindeki kapitalist piyasada küçük çiftçiler yıkımla burun buruna yaşamaktadırlar. Bu yüzden dünyada her yıl yüz binlerce çiftçi iflas ederek işçi sınıfının saflarına katılmaktadır.
Kapitalist şirketler uzun bir süredir bu dönüşümü örtülü biçimde gerçekleştirmenin yolunu da bulmuşlardır. Bugün Avrupa’da da, ABD’de de küçük ve orta büyüklükteki çiftçilerin önemli bir bölümü sözleşmeli üreticilere dönüşmüşlerdir. Çiftçi halen toprağının sahibi olduğu için proleterleşmiş görünmemekte, ancak gelir düzeyi ve yaşam standartları bakımından çoğu kez ondan daha geri durumda bulunmaktadır. Pazardaki en ufak bir daralma ya da kriz durumunda ise binlercesi iflas bayrağını çekmektedir. Türkiye’de de devletin büyük sermayenin talepleri doğrultusunda önünü açtığı bu model, çiftçiye alım garantili üretim olarak propaganda edilse de durumun öyle olmadığı bu yıl pek çok bölgeden gelen çiftçi haykırışlarından açıkça görülmektedir. Sözleşmelerin altında fiyat dayatmaları ve ürün fazlasının alınmaması yüzünden binlerce ton ürün çiftçinin elinde kalmıştır.
Öte yandan siyasi iktidarın izlediği ekonomik programın ücretleri baskılamak üzerine inşa edilmesi, işçilerin alım gücünü alabildiğine düşürürken bu dönüp çiftçileri de vurmaktadır. Tarlalarda ürün bolluğu nedeniyle fiyatlar düşerken, ne çiftçi kazanabilmekte ne de işçiler, emekçiler bu bolluktan faydalanabilmektedir. Milyonlarca emekçinin ancak taneyle alabildiği tarım ürünleri tarlalara, yollara dökülüp çürümeye terk edilmektedir. İktidarsa, toplama ve nakliye masrafını bile karşılamadığı için ürününü tarlada bırakan ve “bu fiyata üretmektense hiç üretmem daha iyi” diyen çiftçilere sopa sallayıp, üst üste iki yıl ekilmeyen çiftçi topraklarının devlet eliyle kiraya verilmesini öngören tartışmalı yasayı yürürlüğe sokmakla meşguldür. Söz konusu yasada toprakların öncelikle o yörede yaşayan çiftçilere, kooperatiflere, sivil toplum kuruluşlarına ya da benzeri yapıdaki kuruluşlara kiralanacağı ve gelirinin toprak sahibine verileceği söylenmektedir. Fakat bu yasanın iktidardakilerin, onun yerellerdeki uzantılarının ve elbette büyük şirketlerin çıkarlarına işletilerek küçük toprak sahipleri için bin bir sorun doğuracağını öngörmek zor değildir.
Bununla birlikte, bu sorunlardan kaçınmanın yolu tarımsal üretimin çiftçilerin keyfi tercihlerine bırakılması da olamaz. Bugün Türkiye’de mülkiyet ve mirasçılık nedeniyle işlenemeyen tarım arazilerinin büyüklüğü milyonlarca hektara ulaşmaktadır. Çeşitli nedenlerle ekim yapmayan ya da yapamayan çiftçilerin sahip oldukları atıl durumdaki tarım arazileri de bunlara eklendiğinde, ortaya çıkan devasa üretim kaybı gıda güvenliği açısından devletin müdahalesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bu müdahalenin işlenmeyen tarım arazilerinin kiraya vermeye zorlanmasının ötesine geçen kapsamlı yasal düzenlemeleri ve üretim planlamasını gerektirdiği açıktır. Tarımsal faaliyetin toplumsal çıkarlar merkeze alınarak örgütlenmesi yaşamsaldır fakat kapitalizmin bunun önüne devasa bir engel olarak dikildiği de aşikârdır.
Yollara dökülen çiftçilerin dile getirdikleri sorunların fındıktan çaya, buğdaydan domatese onlarca farklı ürünün üreticilerinin ortak sorunları olması, dahası Avrupa’dan Hindistan’a onlarca farklı ülkenin çiftçilerinden de neredeyse kelimesi kelimesine aynı yakınmaların gelmesi aslında ortak bir zeminin ifadesidir: Kapitalizm! Ekonomisiyle, ekonomik-sosyal politikalarıyla ve dev şirketleriyle küresel hale gelen kapitalizm, işçi sınıfı üzerindeki sömürü cenderesini alabildiğine sıkarken, küçük ve orta ölçekli üreticileri de dişlileri arasında öğüterek büyük sermayeye yem ediyor.[*] Sahip olduğu tek üretim aracı kendi bedeni olan milyarlarca işçinin içinde bulunduğu durumu “doğal” addeden küçük ve orta mülk sahiplerinin (ister tarımda olsun ister sanayi ya da hizmet sektöründe) kendi başlarını yiyen bu “doğa kanununu kabullenmeleri biraz zor oluyor elbette. Bu yüzden tüm çiftçi eylemlerinde ortak bir ses yükseliyor: “Biz batıyoruz ve artık üretemiyoruz, bütün tarlalarımız büyüklerin eline geçecek!” Evet, kapitalizm eninde sonunda hükmünü icra ediyor ve bunu yaparken aslında kurtuluşun yolunu da hem gösteriyor hem dayatıyor: Ezilen tüm toplum kesimlerinin kapitalizme karşı örgütlü ve birleşik mücadeleye atılması! Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de çiftçilerin kitlesel halde sokağa dökülmeye başlamaları da bu gerçekliğin ifadesidir.
[*] Bu konuda şu yazılara da bakınız: İlkay Meriç, Kapitalist Tarım Emekçiler İçin Yıkım Demektir, 4 Ekim 2018, marksist.net/node/6503ve İlkay Meriç, Avrupa’da Çiftçilerin Öfkesi ve Çıkışsızlığı, 26 Şubat 2024, https://marksist.net/node/8199
link: İlkay Meriç, Çiftçi Eylemlerinin İşaret Ettikleri, 9 Eylül 2024, https://marksist.net/node/8346
Mücadeleyi Var Eden Keskin Kılıç
Direnç Çiçeğinin Gülleri Er Ya Da Geç Açacak!