Erdoğan’ın şefliğini yaptığı mevcut rejim çeşitli süreçlerden geçerek sivil faşizme evrilmiş bir olağanüstü burjuva rejimdir. Rejimin karakterini ortaya sermek bakımından, toplumsal muhalefet üzerinde estirilen terörden demokratik hak ve özgürlüklerin tırpanlanmasına, grev yasaklarına dek pek çok farklı alandan onlarca somut gerçeğe başvurmak mümkün. Bu bağlamda özellikle son yıllarda işçi hareketine yönelik baskıların sistematik bir hal alması çarpıcı örnekler barındırıyor. En güncel ve yakın örneklerle başlayalım. Çatalca’da bulunan Polonez fabrikasında Tekgıda-İş sendikasında örgütlenen işçiler, sendika hakkı için mücadele ederken polisin gazlı coplu saldırısına uğradılar. Fakat tüm baskılara rağmen kararlılıkla mücadeleye devam etmeyi seçtiler.
DGD-SEN’e üye olup, sendikal haklarının tanınmasını, ücretlerinin arttırılmasını, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmasını talep eden CarrefourSA İstanbul Esenyurt depo işçilerinin başına da aynı şey geldi. Seslerini duyurmak için eylemler yapan işçiler, “size Sabancı’nın selamını getirdik” diyen polisler tarafından darp edilerek, yüzlerine biber gazı sıkılarak gözaltına alındılar. Fakat işçiler bu “selama” mücadeleye devam diyerek karşılık verdiler ve taleplerini kabul ettirmeyi başardılar.
Soma’da AKP’li bir milletvekiline ait Fernas Madencilikte çalışan ve Bağımsız Maden-İş Sendikasına üye olan maden işçilerinin başına gelen de farklı değildi. Sendikaya üye oldukları için işten atılan işçiler sendika düşmanlığı ve işten atma saldırısına karşı direnişe başladılar ve karşılarında jandarmayı buldular. Antep’te sendikal haklarının tanınması ve hak gasplarına karşı üretimi durduran BİRTEK-SEN üyesi Akcanlar Tekstil işçileri de polis şiddetine maruz kaldılar.
İşçi eylemleri peş peşe gelirken, rejimin kolluk güçleri Lezita’dan Özak Tekstil’e, Agrobay’dan Akbelen’e, metal işçilerinin mücadelesinden, çiftçilerin, üniversite öğrencilerinin eylemlerine dek neredeyse her türlü grev, direniş ya da eylemde aynı saldırgan tutumu sergiliyor. Hak arama mücadelelerinin şiddetle bastırılmaya çalışılmasının yanı sıra rejim işçilerin örgütlenme hakkını fiilen ortadan kaldırmanın yollarını da deniyor. Geçtiğimiz aylarda Çalışma Bakanlığının Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikasına (BİRTEK-SEN) 1,5 milyon lira idari para cezası kesmiş olması tam da bunun ifadesiydi. Sendikalaşan işçiler başta olmak üzere tüm işçi sınıfına gözdağı mahiyetindeki bu ceza, aynı zamanda içinden geçtiğimiz döneme ve rejimin karakterine ayna tutan çarpıcı örneklerden bir diğeriydi. Erdoğan’ın pek çok kez grevleri yasaklamakla övünmesini de bu örnekler arasına dâhil edebiliriz.
Rejimin bu saldırıları 12 Eylül askeri faşist darbesinin ilk elden hayata geçirdiği uygulamaları hatırlatıyor. 12 Eylül askeri faşist darbesinin öngününde 178 işyerinde 54 bin işçi grevdeydi ve bunların 47 bini DİSK’e üyeydi. Darbecilerin ilk işi grev çadırlarını söktürmek oldu. Sendikacılar, öncü işçiler, devrimciler gözaltına alındı, işkence gördü, tutuklandı. Türk-İş hariç tüm sendikalar kapatıldı. DİSK’in mal varlığına el konuldu. Grev ve her türlü işgal, boykot, iş yavaşlatma yasaklandı. Kapalı veya açık yerde her türlü toplantı ve gösteri yasaklanarak sıkıyönetimin iznine ve denetimine bağlandı. İşçiler silah zoruyla tezgâh başlarına geri gönderildi, haklarını aramaları şiddet ve baskıyla engellendi. 12 Eylül ile mevcut dönem arasında kurduğumuz bu paralellik bugünkü rejimin niteliğine ayna tutuyor.
Rejimin grev yasakları ve sendikal baskıların yanı sıra her alanda işçi sınıfına yönelik saldırılarına hız vermesi, içinden geçtiğimiz sürecin sınıf mücadelesi açısından zorlu bir süreç olduğunu ortaya koyuyor. Hele ki, alabildiğine körüklediği yapay kutuplaştırma ve korku atmosferi karşısında sınıfın geniş kesimlerinin örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun olduğu gerçeği karşımızda duruyorken! Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen Nâzım’ın deyişiyle ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir. En karanlık dönemlerin dahi dirençle, mücadeleyle aşıldığına tarih ana defalarca kez tanıklık etmiştir. Ne kadar karanlık olursa olsun, 12 Eylüllerin de bugünkü zorba rejimlerin de tarih içindeki geçici bir parantezden ibaret oldukları açıktır.
12 Eylül karanlığına inat mücadeleyi dirençle sürdüren Netaş grevcilerini düşünelim. Tarihsel iyimserliğini yitirmemiş inançlı komünistlerin yol göstericiliğinde nasıl da boyun eğdirmişlerdi faşizmin yasaklarına. Grevler fiilen yasaklanıp mücadeleci sendikaların kapısına kilit vurulmuşken, birçoklarının en olmaz dediği yer ve zamanda sınıf tarihine adlarını yazdırmayı nasıl da başarmışlardı. O günlerde pek çok sendikacı 12 Eylül yasakları varken grev yapmanın mümkün olmadığını düşünüyordu. Greve çıkılsa bile çadır kurmanın, grev alanında 4 işçiden fazla işçinin beklemesinin yasak olduğu yıllardan bahsediyoruz. Yasaklı yılların yarattığı karamsar ruh hâli “bu yasalarla grev yapılmaz” düşüncesinde somutlanıyordu. Oysa Netaş işçileri, birbirlerine ve hedeflerine sımsıkı kenetlenen işçilerin her türlü zorluğu örgütlülükleri sayesinde aşabileceğini dosta düşmana gösterdiler.
Kasım 1986’da greve çıktıklarında ilk olarak “grev yerinde en fazla 4 işçi kalır” diyen maddeyi deldiler. Her gün 163 Netaş işçisi bilfiil grev gözcülüğü görevini yürütüyordu. Grev yasalarındaki sınırlamalara ve yasaklara rağmen büyük bir azim, kararlılık ve cesaretle 93 gün boyunca sürdürdükleri grevin sonunda, taleplerini büyük oranda kabul ettirerek 12 Eylül yasaklarını alt ettiler. Darbe günlerinin koyu karanlığında yaktıkları mücadele ateşiyle düşmanın yüreğine korku salarken dost yüreklerde direnç tomurcuklarını yeniden yeşerttiler. Onların mücadelesi diğer sektörlerden pek çok işçinin yeniden mücadeleye atılmasının da önünü açtı. Netaş’tan hemen sonra 1987’de Derby ve Kazlıçeşme işçileri sahneye çıktı. Buzu kırıp suyun önünü açan Netaş işçileri, mücadele nehrinin yeniden çağıl çağıl akmasını sağladı. Nitekim Derby ve Kazlıçeşme’yi 1989 Bahar Eylemleri, kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi ve Zonguldak madencilerinin büyük yürüyüşü izledi.
Mücadele tarihimizden aktardığımız bu deneyimler, bugüne ve yarına ışık tutuyor. Bugün rejimin her türlü baskı ve yasağına rağmen sendikalarına ve grevlerine sahip çıkan işçilerin sayısı her geçen gün artıyor, hak arama mücadeleleri yaygınlaşıyor. Kamudan özel sektöre, ülkenin doğusundan batısına her gün yeni grev, direniş, eylem haberleri geliyor. Bu eylem dalgasının uzunca bir süredir biriken toplumsal hoşnutsuzluğun dışavurumu olduğuna kuşku yok. Ancak asıl önemlisi, rejimin baskı ve yasaklarına rağmen sömürüye ve zulme karşı mücadelenin ilânihaye durdurulamayacağı gerçeğidir. Elbette ki işçi sınıfının bugünkü örgütlülük düzeyinin geriliği, sendikal harekete egemen olan işbirlikçi-uzlaşmacı anlayış, sosyalist hareketin güçsüzlüğü ve toplumun burjuva siyaseti tarafından yapay temelde ayrıştırılmaya çalışılması, rejimin ekonomik ve siyasi baskılarına karşı işçi sınıfının etkili eylemler örgütlemesinin önüne geçiyor.
Ancak bu engellerin hiçbirisi aşılmaz değildir. 12 Eylül faşizminin yasaklarını hiçe sayarak cesaretin, kararlılığın ve inanmışlığın hikâyesini yazan Netaş işçilerinin mücadelesi tam da bunu ifade etmektedir. 1970’lerde Maden-İş öncülüğünde yaratılan mücadeleci sendikal geleneğin içinde pişen Netaş işçileri sınıf devrimcilerinin kararlı çabaları sayesinde direnç tomurcuklarının yeniden açacağını muştulamışlardı. Sözü Elif Çağlı’ya bırakarak bitirelim:
“Unutulmasın ki, faşizm ve benzeri tüm olağanüstü burjuva rejimler işçi sınıfının mücadelesine, örgütlerine darbeler indirebilir fakat her ne yaparsa yapsın işçi sınıfını ortadan kaldıramaz. Onun tarihsel misyonunu yok edemez ve en karanlık günlerin içinden bile sınıfın duyarlı unsurlarının tomurcuklanmasını engelleyemez. 16 Nisan 2017 referandumu döneminde kendi sınıf çıkarları gereği «Hayır» diye haykıran çeşitli sektörlerden işçilerin ağzından dökülen şu sözler bu gerçekliği ne güzel anlatıyor: «Direnç çiçeğinin gülleri geç açar, çatlattığı kayadan su gürül gürül akar»! Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadele dinamiğini Marksizmin diyalektik kavrayışı çerçevesinde dile getiren bu sözler, içinden geçmekte olduğumuz gericilik günlerinde daha da önem kazanıyor. Bu karanlık dönemin ilânihaye devam etmeyeceğinin bilinciyle ve Marksizmin tarihsel iyimserliğinden alınan güçle mücadele ilerleyecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın!”[*]
link: Can Aytekin, Direnç Çiçeğinin Gülleri Er Ya Da Geç Açacak!, 11 Eylül 2024, https://marksist.net/node/8347
Çiftçi Eylemlerinin İşaret Ettikleri
Yağmalanan Doğa ve İklim Krizi