Kapitalist sistemin çelişkileri derinleştikçe, burjuvazi çareyi orduyu ve polisi tahkim etmekte, hapishanelerin sayısını arttırmakta, baskıyı, zorbalığı tırmandırmakta arıyor. İşyerlerinden okullara, alışveriş merkezlerinden sokaklara tüm toplum gözetim altında tutulup dışarısı büyük bir hapishaneye dönüştürülmüşken, gazla, copla, sağırlaştırıcı yüksek frekanslı ses sistemleriyle, körleştirici laser ışıklarıyla ve bizzat ateşli silahlarla, işkence sokaklara taşınıyor. Hapishanelerse siyasi tutsaklarla ve bizzat sistemin suça sürüklediği insanlarla dolup taşıyor.
AKP hükümeti izlediği politikalarla yoksulluğu derinleştirip bir toplumsal cinnet hali yaratarak, hırsızlık, gasp, cinayet, uyuşturucu gibi suçlarda büyük bir patlamaya yol açmış durumda. Hükümlü ve tutuklu sayısı son on yılda %175 oranında artmış bulunuyor. 2002 yılında 59 bin 500 olan mahpus sayısının 2006’dan bu yana kesintisiz artarak 157 bine çıkması, aslında 12 yıllık AKP iktidarı döneminde emekçiler cephesinde yaşanan ekonomik ve sosyal yıkıma dair önemli veriler sunuyor. AKP’nin ekonomimiz büyüyor, demokrasimiz gelişiyor, sorunlar azalıyor propagandası, gerçekte hapishanelerin duvarlarına çarpıp paramparça oluyor.
Türkiye’de şu anda toplamda 159 bin 500 kapasiteli 365 “ceza infaz kurumu” bulunuyor ve mahpus sayısının katlanarak artması karşısında hükümetin dert ettiği tek şey kapasite sorunu! Hapishanelerin insanlık dışı koşulları, tutuklu ve hükümlü sayısının fazlalığı gibi konular ne zaman gündeme gelse, hükümet yetkilileri aynı tepkiyi veriyorlar: Şu kadar yeni cezaevi inşa ediyoruz, bunları son teknolojiyle koruyacağız, bu kadar gardiyan istihdam edeceğiz vs… Hatırlanacaktır, Erdoğan 2010 Eylülünde Diyarbakır’a gittiğinde halka şöyle seslenmişti: “Ah şu Diyarbakır Cezaevinin bir dili olsa da konuşsa, 12 Eylül sonrasında yaşananları bir anlatsa... Ah şu 5. koğuş dile gelip, o insanlık dışı işkenceleri, o insanlıktan uzak muameleleri bir söylese... Sözüm var mıydı? Diyarbakır Cezaevini kapatıyoruz. Yeni cezaevini süratle yapıyoruz. Biter bitmez hemen mevcut bu malûm Diyarbakır Cezaevini de yıkacağız. İstiyoruz ki orası artık varlığıyla şehrimize 12 Eylül’ü hatırlatmasın.”
Evet, şaka gibi ama, Erdoğan eski cezaevini yıkarak yerine çok daha büyüğünü yapacakları haberini Kürt halkına bir müjde gibi veriyordu. Adalet Bakanlığı da “2006 yılından bu yana 78 bin kapasiteli yeni ceza infaz kurumu yapımları tamamlanarak hizmete alınmıştır” diye övünmektedir. Ne var ki, AKP’nin işçi ve emekçileri daha da ezen ve devlet terörünü tırmandıran politikaları nedeniyle mahpus sayısı her yıl ortalama 10 bin kişi artmakta ve hükümete hapishane yetiştirilememektedir!
Siyasi tutsakların sayısı da baskılar da artıyor
Sömürücü sınıflar iktidarlarını tehdit eden her türlü hareketi şiddetle, zorbalıkla bastırmaya çalışmış, bunun için çeşitli işkence yöntemlerine başvurmuş, zindanlar inşa etmiş, tüm bunlarla ezilenleri, muhalifleri yıldırıp boyun eğdirmeye uğraşmışlardır. Sınıflı ve sömürülü toplumların sonuncusu olan kapitalizmde ise bu çaba, burjuvazinin “insan hakları”, “eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik” söylemleriyle örtülenen en rafine vahşet yöntemleriyle sürmektedir. Kapitalizmin Mamakları, Diyarbakırları, Gayrettepeleri, F-tipi işkencehaneleri, Ebu Garipleri, Guantanamoları, Ortaçağ Engizisyonunun insanlıkdışı işkencelerini ve cezalandırma yöntemlerini aratmıyor.
Burjuvazi, zindanların halkın ırzına, malına, canına kasteden suçluları cezalandırmak ve toplumun güvenliğini sağlamak için var olduğunu söylüyor. Oysa zindanlar toplumun güvenliği için değil, asıl olarak sermayenin ve mülk sahiplerinin güvenliği için var olan kurumlardır. Asıl suçlu da, açlığı, yoksulluğu, güvencesizliği doğuran, insani değer yargılarını ayaklar altına alan, bencilliği besleyen, erkek egemenliğini, ırkçılığı, şovenizmi körükleyen kapitalist sömürü düzenidir.
Egemen sınıf, kapitalizmin yarattığı bu sorunların kaynaklık ettiği suçları bireylere yüklemekte ve onları zindanlara tıkarak suçun üstesinden gelinebileceği düşüncesini hâkim kılmaktadır. En insanlıkdışı koşullardaki zindanları ise, kurulu düzenine başkaldıranları cezalandırmak ve yıldırmak için kullanmaktadır. Zira burjuvazi için en ağır suçlar, siyasi suçlar, yani onun sömürü düzenine, bu düzeni devam ettirmek için var olan devletine zarar verecek fikir ve eylemlerdir.
Bugün Türkiye cezaevlerinde 6 binden fazla siyasi tutsak bulunuyor. Son dönemde çıkan ve çıkarılması planlanan yasalarla, polisin arama ve gözaltı yetkilerinin arttırılması ve “terör suçları”na ilişkin cezaların yükseltilmesi sonucunda, bu sayının azalmak bir yana sıçramalı bir şekilde yükseleceği açıktır. Kürtlere, sosyalistlere ve çeşitli türden muhaliflere yönelik ardı arkası kesilmeyen davalar, tutuklamalar ve cezalar bunun somut göstergesidir. Örneğin hükümetin önümüzdeki dönemde Kürt sorununda izleyeceği politik hatta bağlı olarak, halen tutuksuz devam eden KCK davalarının cezayla sonuçlanması halinde, bu sayıya bir anda birkaç bin kişinin daha eklenmesi işten değildir. Bu bir yana, geçtiğimiz Ekim ayında Kürdistan’da yaşanan serhıldan sonrasında aralarında çocukların da bulunduğu yüzlerce Kürt gözaltına alındı, tutuklandı ve bu saldırı dalgası halen devam ediyor. Keza, dünyada tek örnek olarak, bir futbol taraftar grubunun (Çarşı) “hükümeti devirmek üzere darbe yapmaya girişmek, bunun için silahlı örgüt kurmak” gibi bir suçlamayla müebbet hapis cezasıyla yargılandığı düşünülecek olursa, siyasi mahkûmların sayısının önümüzdeki dönemde nerelere ulaşabileceğini kestirmek zor olmasa gerek.
AKP hükümeti, yeni hazırladığı “iç güvenlik” yasa tasarısında, “terör örgütünün propagandasına dönüşen” gösterilerde cezanın alt sınırını üç yıla çıkarmasının yanı sıra, tutuksuz yargılanma durumunu da ortadan kaldırmayı hedefliyor. Oysa tutukluluk sürelerini sınırlandıran yasal düzenlemeler daha geçen yıl yapılmıştı ve hükümet sözde uzun tutukluluk hallerini ortadan kaldıracak bir adım atmıştı. Fakat gerçekte bu adım, AKP’nin Genelkurmay’la yaptığı anlaşmaların bir uzantısı olarak, Ergenekon, Balyoz gibi davalardan tutuklu bulunanları salıvermek için atılmıştı.
AKP de diğer tüm burjuva partiler gibi, kendi çıkarı gerektirdiğinde şeytan ilan ettiği düşmanlarıyla bile uzlaşıyor ve bu uzlaşının sonuçları hapishanelerde de yansımasını buluyor. Ergenekon, Balyoz gibi davalarda yargılananların serbest kalmaları için yapılan yasal düzenlemeler bunun yakın dönemdeki canlı örneklerinden birini oluşturuyor. Ergenekon, Balyoz gibi davalardan tutuklu yargılanan kalmadığından, şimdi AKP tekrar aslına rücu ediyor ve Kürtlere ve sosyalistlere yönelik saldırılarına şu ya da bu ölçüde engel teşkil eden bu tür maddeleri yeniden elden geçiriyor.
Burjuvazinin baskı ve yıldırma harekâtı dışarıya paralel olarak zindanlarda da devam ediyor. Siyasi tutsaklar, özgürlükleri ellerinden alındığı yetmezmiş gibi ruhen de teslim alınmaya çalışılıyor. Burjuva devlet, tecritten çeşitli disiplin cezalarına, kelepçeli sevk ve muayeneden müdür karşısında askeri duruşa geçmeye zorlanmaya, çıplak arama dayatmasından fahiş fiyatlı kantinlerden alışverişe mecbur edilmeye varıncaya kadar türlü baskılara maruz bıraktığı siyasi tutsakların iradesini kırmaya çalışıyor.
Siyasi tutsakların hapishanelere gönderilen devrimci yayınlara ulaşmasını engelleyen yayın yasağı uygulaması da bu baskı politikasının bir ürünü olarak öne çıkan saldırılar arasında yer alıyor. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğünün hapishane yönetimlerine gönderdiği 10 Kasım tarihli bir genelgeyle, ancak dağıtım şirketleri tarafından dağıtımı yapılan ve parası tutsaklar tarafından ödenen yayınların sahibine teslim edileceği bildirildi. Açıkça devrimci yayınlara ulaşma yasağı anlamına gelen bu genelgede devlet siyasi tutsaklara, biz sizin iradenizi yok etmeye çalışıyoruz ama siz devrimci basın yoluyla örgütle iletişimi devam ettiriyor ve ondan kopmuyorsunuz diyordu. Söz konusu yayın yasağı büyük bir tepkiyle karşılaşınca, Adalet Bakanlığı bir ay sonra geri adım atarak bir “ek değerlendirme” yayınladı. Ne var ki, söz konusu “ek” genelge de aslında hapishane yönetimlerinin dilediklerinde bu yasağı hayata geçirmelerine olanak tanıyan ifadelerle doludur. Hükümet, devrimci ve Kürt tutsaklara yönelik baskı ve yasakları keyfi bir şekilde gevşetip sıkılaştırmakta ve bunu bile müzakere sürecinde bir koz olarak kullanmaya çalışmaktadır.
AKP hükümeti, hasta tutsakların serbest bırakılması gibi insani bir meseleyi de aynı şekilde pazarlık malzemesi olarak kullanarak yüzlerce mahpusu ölüme terk etmektedir. Şu anda cezaevlerinde 578 hasta mahpus bulunuyor ve bunların 228’i ağır durumda. Hükümet hasta tutsakların önüne Adli Tıp Kurumu engelini dikerek onları ölüme terk ediyor. Hasta tutsakların sayısındaki artışın bir nedeni de F tipi hapishaneler. F tipleri, sadece tasarlanma şekilleri ve tecrit koşullarıyla bile tutsaklar üzerinde fiziksel ve psikolojik baskı unsuru oluşturuyorlar.
İnsan Hakları Vakfı, cezaevlerinde ölüm oranının son 7 yılda yüzde 125 arttığını belirtiyor. Cezaevlerinin doluluk oranındaki patlamalı artış nedeniyle bulaşıcı hastalıkların da yaygınlaştığını ve bunun da hasta tutsak sayısında artışa yol açtığını vurguluyor.
Burjuvazinin tecrit sistemiyle ve bunun bir uzantısı olan yayın yasağı, sansür gibi uygulamalarla neyi hedeflediği çok açıktır: “Teröristler birbirleriyle haberleşmemelidir. Teröristler haberleşemediği zaman sudan çıkmış balık gibi ölür. Başka bir deyişle teröristi ruhen ve fikir bakımından besleyen kaynaklar kurutulunca, onun devrimci ve yıkıcı yönü ölür. Bu ihtiyaçtandır ki teröristler dünya ile yandaşı örgütlerle haberleşmek için bütün dünyada çırpınır dururlar.” Bu satırlar, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi Hüseyin Turgut tarafından kaleme alınan 1986 tarihli Cezaevleri İdaresi isimli kitapta yer almaktadır. Görüldüğü gibi faşist cuntadan Özal hükümetlerine, Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükümetinden AKP’ye tüm burjuva hükümetler, devrimcilerin iradelerini teslim almak için kesintisiz bir çaba içindedirler. Ancak 12 Eylül faşizminin zulmünün bile teslim alamadığı devrimci iradenin bu tür baskılarla ezilemeyeceği açıktır.
Burjuvazi, 12 Eylül faşizmi altında en insanlık dışı muamelelere maruz bıraktığı, tek tip kıyafetle kişiliksizleştirmeye çalıştığı, F tipi uygulamasına ve tecrite direndikleri için 19 Aralık 2000’de TC tarihinin en vahşi saldırılarından birini gerçekleştirerek onlarcasını katledip yüzlercesini sakat bıraktığı, türlü işkencelerden geçirdiği devrimci tutsakları tarihin hiçbir döneminde onursuzlaştıramamış, iradelerini teslim alamamıştır. Bu direnme gücü, devrimci davanın tarihsel haklılığından kaynaklanmaktadır ve tam da bu yüzdendir ki burjuvazinin bundan sonraki çabaları da boşa çıkmaya mahkûmdur.
link: İlkay Meriç, 157 Bin Mahpus: Burjuvaziye Zindan Yetişmiyor, 22 Aralık 2014, https://marksist.net/node/3843
Gebze ve Çevre Kirliliği
Atan(a)mayanlar!