12 Eylül faşist darbesinin ve o dönemde işlenen insanlık suçlarının sorumlularını ömür boyu dokunulmaz kılmak üzere 1982 Anayasasına eklenen geçici 15. madde geçtiğimiz yıl halk oylamasıyla kaldırılmıştı. Böylece, sosyalistlerin 30 yıldır yükselttikleri taleplerden birinin, yani başta cuntacı generaller olmak üzere darbecilerin ve işkencecilerin yargılanmasının önündeki en büyük yasal engel de ortadan kalkmış oldu. Bunun sonucunda, halk oylamasının hemen ardından, sosyalistler, demokratlar ve 12 Eylül mağdurları çok sayıda dava açtılar. Bu davaların Ankara Cumhuriyet Başsavcılığında birleştirilerek ortak bir soruşturmaya dönüştürülmesini takiben, geçtiğimiz günlerde, dönemin Milli Güvenlik Konseyi’ni, yani faşist cuntasını oluşturan beş generalden hayatta kalan ikisinin, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın ifadeleri alındı.[1] Halk oylaması öncesinde, “ifadeye çağrılırsam kafama bir kurşun sıkıp intihar ederim” diyen Kenan Evren, “paşa paşa” ifade vermeye gitti.
Savcının “sayın”lı ifadeler eşliğinde sorular yönelttiği her iki faşist general de, TSK İç Hizmetler Kanununun 35. maddesinin kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını söylediler. Ellerine on binlerce devrimcinin kanı bulaşan, yüz binden fazla insanı cezaevlerinde en insanlık dışı işkencelerden geçirtip yıllar boyunca zindanlarda tutan, işçi sınıfının ve emekçilerin tüm haklarını gasp eden, örgütlerini ezen, hazırladıkları anayasayla, yasalarla ve oluşturdukları kurumlarla toplumu yıllar boyunca 12 Eylül rejiminin karanlığına hapseden ve tüm bunlar sayesinde büyük sermayenin yüzünün on yıllar boyunca gülmesini sağlayan bu faşist generaller, yaptıklarından gayet memnun bir şekilde, pişman olmadıklarını belirttiler.
Faşist darbenin sembollerinden olan bu generallerin, 31 yıl sonra bile olsa sanık sandalyesine oturtulabilmeleri, tarihsel hafızanın diriltilmesi ve 12 Eylül’ün geniş kitleler nezdinde mahkûm edilmesi açısından önemlidir. Doksanlı yaşlarında olmaları nedeniyle ceza çekebilecek ömürlerinin kalmadığını söyleyerek böylesi bir davayı önemsizleştirmeye çalıştıranlara bu nedenle prim verilmemelidir. Yapılması gereken, bu tür söylemlerle bu yargılama sürecini değersizleştirmek değil, aksine gerçek anlamına kavuşmasını sağlamaya çalışmak olmalıdır.
Kendi haline bırakıldığı takdirde burjuvazinin söz konusu hukuki süreci dava aşamasına geçmeden soruşturma aşamasında kesintiye uğratmak, dava açıldığı takdirdeyse kapsamını alabildiğine dar tutmak istemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Burada sürecin ne doğrultuda ilerleyeceğini belirleyen esas faktör toplumsal muhalefetin bindireceği basınç olacaktır ve bu noktada sosyalistlere, sendikalara ve demokratik kitle örgütlerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Soruşturmanın davaya dönüştürülmesi ve bir ayağı çukurda olan iki cuntacı generalle sınırlı kalmayıp 12 Eylül rejiminin tüm sorumlularından hesap sorulması için, konunun geniş kitlelerin sürekli gündeminde tutulması, kitlesel eylemlerle emekçilerin bilinçlendirilmesi şarttır.
Yeni anayasa tartışmalarının alevlendiği bugünlerde, başta AKP ve CHP olmak üzere sermaye partilerinin ve TÜSİAD, MÜSİAD gibi sermaye örgütlerinin 12 Eylül anayasasının değiştirilip demokratik bir anayasa yapılması doğrultusundaki söylemlerinin, 12 Eylül’ün asıl sorumlusunun sermaye olduğu gerçeğini örtmesine de izin verilmemelidir. İşine geldiğinde demokrasi nutukları atan burjuvazinin, düzen tehlikeye girdiğinde kanlı faşizm silahını çekinmeden yeniden kuşanacağından hiç kimsenin en ufak bir tereddüdü olmamalıdır.
12 Eylül faşizmi
Faşizm, devrimci hareketin ve sınıf hareketinin kapitalist sistemi tehdit edecek bir düzeye yükseldiği devrimci durumlarda, burjuvazinin düzeni korumak üzere başvurduğu bir karşı-devrimdir. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında vurguladığı gibi, mali sermayenin işçi sınıfının devrimci mücadelesini ezip parçalamaya yönelik kanlı diktatörlüğü olarak da tanımlanabilecek olan bu karşı-devrim, sermayenin gündemine durup dururken girmez:
“Faşizm, kitlelerin devrimci mücadelesinin alabildiğine yükseldiği ve burjuvazinin yüreğine korku saldığı, devrimci güçlerle karşı-devrimci güçler arasındaki çatışmanın günlük yaşamın bir parçası haline geldiği, burjuva düzenin baştan aşağı devrimci bir krizle sarsıldığı muazzam bunalımlı bir sürecin ürünüdür. Fakat bu tür bir bunalım ilânihaye sürüp gidemez, neticede o ya da bu yönde çözülmek zorundadır. Devrim bu bunalımın işçi sınıfı lehine çözümüdür. Faşizm ise burjuvazinin karşı-devrimci çözümüdür.”[2]
Burjuva devletin burjuvazinin işçi-emekçi sınıflar üzerinde baskı aygıtı olduğu ve tüm burjuva rejimlerin ezilen sınıflara yönelik baskı ve gericilik ögelerini içlerinde taşıdıkları bir gerçekliktir. Ancak Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, faşizmi, mali sermayenin başı biraz sıkıştığında başvurduğu ve sıradan kabul edilebilecek reaksiyonlardan ayırt etmek gerekir: “Faşizm, finans kapitalin olağanüstü bunalımlarının ifadesi olarak vücut bulmuştur. (…) Olağanüstü bunalımlara, devrimci durumlar, işçi hareketindeki devrimci yükselişler eşlik eder. Bu koşulların burjuva düzene yönelttiği yıkıcı tehdidin, sıradan baskı önlemleriyle engellenmesi imkânsızdır.” Bu yüzden de burjuva devlet, bu tehdidi ortadan kaldırıp düzeninin bekasını garantiye alana dek, olağanüstü bir baskı rejimiyle karakterize olan bir kanlı diktatörlük biçiminde örgütlenir. 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbeyle tesis edilen olağanüstü rejim de işte böylesi bir faşist rejimdir:
“Gerçekte 12 Eylül dönemecinde burjuva düzen, ekonomik-toplumsal-siyasal açıdan alabildiğine sıkışık bir vaziyettedir. Büyük sermaye, gerçekleştirmeyi arzuladığı atılımla mevcut durum arasındaki devasa gerilim nedeniyle, ekonomik, siyasal tüm cephelerde saldırıya geçmiştir. Nitekim büyük sermaye, 24 Ocak kararlarıyla dışa açılmanın önündeki engellerin tasfiyesi için yapısal değişim hamlesini başlatırken, 12 Eylül askeri rejimi ile de sınıf hareketinin yükselişini durdurmayı ve burjuva düzeni tehdit eden devrimci durumun ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır.” (age, s.254)
Sosyalist hareketin kitlesel bir destek kazandığı, toplumsal muhalefetin alabildiğine yükseldiği, grevlerin sermayeyi tehdit eder ölçüde yaygınlaştığı 1980 dönemecinde, yaşanan devrimci durumun üstesinden sıradan tedbirlerle ve parlamenter yöntemlerle gelemeyen burjuvazi, siyasi temsilcilerine silahlı aygıtı aracılığıyla uyarılar vermeye başlamıştır. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in ve kuvvet komutanlarının imzasını taşıyan ve 27 Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e verilen muhtıra bunun doruğudur. “Anayasasının getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullananlara tahammülün kalmadığını” belirten bu muhtıra şöyle devam etmektedir:
“Türk Silahlı Kuvvetleri; ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına bir çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı guruplara tavizler veren ve kısır siyasi çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir. (…) Türk Silahlı Kuvvetleri; İç Hizmet Yasası ile kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi Devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”
Bu süreçte mali sermaye sadece ordusu aracılığıyla değil, bizzat verdiği gazete ilanlarıyla da niyetini açıktan belli edecekti. Bugün “demokrat” kesilen TÜSİAD, o dönemde, orduyu gazete ilanlarıyla alenen darbeye çağıracak kadar pervasız bir faşizm özlemiyle kıvranıyordu. Ordu ve kontrgerilla ise, böylesi bir darbeyi geniş kitleler nezdinde meşru kılabilmek için binbir türlü kirli yöntemle hazırladıkları ortamın tam olarak olgunlaşmasını bekliyordu. Vaktin tamam olduğuna hükmeden burjuvazi, Kenan Evren’in 30 Ağustos Bayramı vesilesiyle yayınladığı mesajıyla darbenin ayak seslerini duyuruyordu. “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, sorumluluklarının engin bilinci içerisinde, kendisine düşecek görevleri, yasaların verdiği yetkilerden güç alarak, şevk ve heyecanla yerine getirmeye hazır bulunduğunu” söyleyen bu mesaj, iki hafta sonra toplumun üzerine çökecek kâbusun sinyalini veriyordu:
“Yurtta doğmasını düşledikleri kargaşa ile demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan anarşinin idrakten yoksun vatan haini yaratıcıları, elbette layık oldukları cezayı bulacak, tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kahredici yumruğu altında ezilerek, akıttıkları kardeş kanlarının günahları içinde boğulup gidecekler ve yüce Türk ulusu, bağrından kopan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yarattığı güven ortamı içinde, sonsuza kadar daha birçok bayramları refah ve mutluluklarla kutlayacaktır.” (vurgu İ.M.)
Nitekim çok geçmeden, vatan haini olarak ilan edilen sosyalistler, demokratlar, işçiler, öğrenciler, Kürtler, TSK’nın “kahredici yumruğu” altında ezileceklerdi! Yetki ve sorumluluğu TSK İç Hizmet Yasası’ndan (ünlü 35. madde) aldığını belirten faşist cunta, 12 Eylül sabah saat 4’te radyolardan okuduğu 1 nolu bildirisiyle yönetime el koyduğunu şöyle duyuruyordu:
“Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”
Kenan Evren, darbeden dört gün sonra yaptığı bir basın açıklamasında, “Demokrasiye vücut veren bütün kuruluşlar, demokrasi var diye, demokrasiyi yıkmak isteyenlere demokrasinin hak ve hürriyetlerini vererek onları, faziletli vatandaşlara uygulanan yasalardan nasıl faydalandırabilirler? Hal böyle olunca, terör ve anarşiye karşı nasıl yasa yapılabilir? İşte bu yüzdendir ki, rejim kendi kendini koruyacak yasalarla, bilerek veya bilmeyerek teçhiz edilememiştir. Bu yasalar Meclislerde görüşülürken faziletli vatandaş düşünülmemiş, daima rejimi yıkmak isteyenlerin demokratik hakları düşünülmüştür” diyordu. Yani Evren’in ağzından, burjuvazi, kendi meclisini ve siyasi temsilcilerini, kendisini değil rejim düşmanlarının demokratik haklarını düşünmekle, ihtiyaç duyduğu baskı yasalarını çıkarmamakla suçluyordu.
Evren, rejimin sağlıklı bir şekilde işlemesinin önündeki tüm engelleri “bir daha böyle bir müdahalenin yapılmasına lüzum bırakmayacak şekilde” kaldırmaya kararlı olduklarını söyleyerek şöyle devam ediyordu: “Bunun için Anayasa, Seçim Kanunu, Partiler Kanunu gibi mevcut kanunlarda bugünkü duruma gelmemize neden olan hükümler ya değiştirilecek ya da yeni hükümler ilave edilecektir. Bunun yanı sıra anarşi ve terörü etkili bir şekilde önleyecek yargı organlarının kuvvetlendirilmesi için gerekli kanunlar hazırlanacak ve Ceza Kanununda aksayan taraflar ıslah edilecektir. Özgürlük veya bağımsızlık adı altında anarşinin ne okullarda, ne üniversitelerde, ne de sendikalarda serpilip boy atmasına izin verilmeyecektir.”
Öyle de oldu. Burjuva düzeni tehdit eden büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak ve “devlet otoritesini yeniden tesis etmek” üzere iktidara el koyan faşist cunta, parlamentoyu feshedip anayasayı ilga etti. Tüm siyasi partilerin ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay haricindeki tüm derneklerin faaliyetleri durduruldu, bir yıl sonra da tüm partiler kapatıldı. DİSK’e bağlı sendikalar kapatılırken DİSK yöneticileri hakkında yüzlerce yıla varan ceza istemleriyle davalar açıldı. Yüzlerce demokrat öğretim görevlisi üniversitelerden atıldı. En ağır şiddeti ise sosyalist hareket ve Kürtler gördü. Darbeyi takip eden bir ay içinde 41 binden fazla insan gözaltına alındı ve bu sayı ilerleyen aylarda hızla artarak 650 bini aştı. On binlerce devrimci ve Kürt zindanlara atılıp ağır işkencelerden geçirildi. Askeri Yargıtay’ın onayladığı 124 idam cezasının 50’si vakit kaybetmeksizin infaz edildi. İftira ve yalanlarla dolu sistematik bir karalama kampanyasıyla, sosyalizm ve devrimciler yalıtılmaya çalışıldı. Toplum baskı ve korkutma yoluyla sindirilirken tümüyle örgütsüzleştirilip atomize edildi. Şovenizm ve militarizm eğitim sisteminin iliklerine işletilerek yeni kuşakların beyinleri iğdiş edildi.
Bugün “demokrat” kesilen büyük sermaye, 12 Eylül darbesinin hemen ardından, temsilcisi Halit Narin aracılığıyla yaptığı açıklamalarda işçilere hitaben “bugüne dek hep siz güldünüz, şimdi gülme sırası bizde” diyerek, bu baskı ve şiddetten ne kadar memnun olduğunu dile getiriyordu.
Sermayenin çıkarları doğrultusunda yolu düzleyen faşist iktidar, görevini tamamladıktan sonra 1983 yılında yerini, bir başka olağanüstü burjuva rejime, Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı altında ve Özal’ın başbakanlığındaki bir Bonapartist diktatörlüğe bırakarak çözülme sürecine girdi. 12 Eylül cuntacılarının hazırlayıp korku ve sindirme yoluyla halka onaylattığı ve faşist zihniyetin her bir maddesine sindiği 1982 Anayasası ve ona bağlı olarak hazırlanan yasalar, gösteri, ifade ve örgütlenme hakkını, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme hakkını fiilen gasp ediyordu. Başta %10’luk seçim barajı olmak üzere anti-demokratik seçim kanunu, toplumsal muhalefetin önünü tümüyle kesiyordu. Bu anayasa ve yasalar çeşitli tadilatlarla fakat özü değişmeksizin günümüze dek varlığını korudu. Aynı şekilde faşist rejimin bu anayasayla getirdiği kurum ve organların çok büyük bir bölümü aynen devam etti.
12 Eylül faşizminin çözülüşü ve özgünlükler
Faşist rejimin kalıntılarının 31 yıldır varlığını sürdürmesinin ve 12 Eylül darbecilerinden bugüne dek hesap sorulamamasının kuşkusuz çeşitli sebepleri bulunuyor. Bunların başında ise, Kürt hareketinin 80’lerin ortalarından itibaren artan bir ivmeyle yükselttiği mücadeleyi ayrı tutmak kaydıyla, Türkiye’de faşist diktatörlüğün çözülüşüne kitlesel bir halk hareketinin basıncının eşlik etmemesi geliyor. Tam da bu yüzden, Yunanistan, İspanya, Portekiz ya da kimi Latin Amerika ülkeleri gibi örneklerin tersine, 12 Eylül faşizmi tepeden kontrollü biçimde ve Bonapartist bir diktatörlüğe evrilerek çözülmüştür.[3] Asyatik-despotik toplum yapısının yüzyıllara damgasını vurması ve geç kapitalistleşmenin bir sonucu olarak Türkiye’de emekçi sınıfların güçlü bir demokratik mücadele geleneğinden yoksun olması, burada belirleyici bir faktör olmuştur.
Faşist diktatörlüklerin yaşandığı çeşitli ülkelerde darbeci generaller uzun yıllardan sonra da olsa mahkeme karşısına çıkarılıp cezalandırılırken, Türkiye’de bunun bıraktık gerçekleşmesini, yasal olarak yolunun açılması için bile 30 sene geçmesi gerekmiştir. 12 Eylül cuntasının hazırladığı anayasanın “geçici” 15. maddesinin kaldırılması ancak geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen halk oylaması sonucunda mümkün olabilmiştir. Benzer şekilde örneğin Yunanistan’daki Albaylar Cuntasının çöküşünden sonra kitlelerin bindirdiği basınç sonucunda ordu, polis ve bürokraside öne çıkan darbe yanlısı unsurlar temizlenirken, Türkiye’de bunlar tasfiye edilmek yerine ödüllendirilmiş ve görevlerini sonuna kadar sürdürmüşlerdir. Üstüne üstlük, faşist cuntanın başı Kenan Evren, anayasanın onaylanmasının ardından yedi yıl cumhurbaşkanlığı yapmıştır.
Burada önemli olan bir faktör de, söz konusu ülkelerin bir bölümünde (Yunanistan, İspanya, Portekiz, Şili gibi), tarihsel kökleri olan ve faşizmin çözülme sürecinde önemli bir rol üstlenen “sosyalist” kitle partilerinin bulunmasıdır. Özü itibarıyla sosyal-demokrat nitelikteki bu partiler, bu tür ülkelerde burjuva demokrasisinin yeniden tesisi doğrultusunda kitlesel seferberlikler örgütleyebilmişlerdir. Türkiye’de ise sendikalarla organik bağları olan ve bu sayede kitleselleşen böylesi bir sosyal-demokrat parti hiçbir zaman var olmamıştır. Çünkü burjuvazi ve burjuva devlet, düzen sınırları içinde reformlar öngören Batı tarzı bir sosyal-demokrat partinin varlığına bile katlanamayacak kadar tahammülsüz ve gaddar olagelmiştir bu topraklarda. Dolayısıyla devrimci hareketin postal darbeleriyle ezildiği koşullarda, burjuva düzenin sınırlarını aşmayan bir demokrasi mücadelesi bile örgütlenememiştir.
Tüm bunlar dikkate alındığında ve yeni bir anayasa hazırlanmasından söz edildiği bugünlerde, 12 Eylül faşist darbecilerinin ve 12 Eylül rejiminin tüm sorumlularının cezalandırılması talebiyle bindirilecek kitlesel basınç, 12 Eylül anayasasının çöpe atılması ve demokratik bir anayasanın hazırlanması talebinin güçlü bir şekilde yükseltilmesi bakımından da büyük bir önem kazanmaktadır. Sosyalistlerin, işçi sınıfının, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin ve Kürt halkının bindireceği basınç sonucunda 12 Eylül faşizmiyle köklü bir hesaplaşmanın gerçekleştirilmesi, söz konusu zihniyeti bugün de koruyan darbeci generallerin, faşist bürokratların ve Ergenekoncuların yüzüne indirilen güçlü bir tokat da olacaktır aynı zamanda.
[1] 12 Eylül askeri darbesiyle Milli Güvenlik Konseyi adı altında yönetime el koyan faşist cunta, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan EVREN başkanlığında ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin ERSİN, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin ŞAHİNKAYA, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat TÜMER ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat CELASUN üyeliğindeki 5 generalden oluşuyordu. Bu konseyin genel sekreteri ise Orgeneral Haydar SALTIK’tı. Şimdilerde ifadesine başvurulan Tahsin Şahinkaya, 12 Eylül döneminde yapılan askeri ihalelerde yabancı silah tekellerinden aldığı rüşvetlerden edindiği devasa servetle de ünlenecekti.
[2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.75, Tarih Bilinci Yay.
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. Bonapartizmden Faşizme
link: İlkay Meriç, 12 Eylül Faşizminin Tüm Sorumluları Yargılansın!, Temmuz 2011, https://marksist.net/node/2690
TKP’nin Kararname Sosyalizmi
Fukuşima’da Nükleer Felâketin Etkileri Devam Ediyor