Türkiye’nin yoğun siyasi ve ekonomik gündemine son aylarda küçük ve büyükbaş hayvanların telef olmasına yol açan şarbon vakaları da eklendi. Türkiye’nin dört bir yanında yüzlerce şarbon vakası görülürken Diyarbakır’daki bir hastanede 10 yaşındaki bir çocuğun bağırsak şarbonu nedeniyle hayatını kaybettiği ortaya çıktı. Şarbon, diğer adıyla antraks, koyun, keçi, sığır gibi ot yiyen hayvanlarda görülen, hızlı seyreden ve bu hayvanların ölümüne neden olan bakteriyel bir hastalık. Zoonoz yani hayvandan insana bulaşan bu hastalık insanlara bulaşma yoluna göre deriye, sindirim sistemine veya solunum sistemine yerleşir. Erken teşhis ve tedavi edilmezse ciddi sonuçlara yol açar, sindirim sistemi ve solunum sisteminde görülenler öldürücü olabilir. Bu nedenle hayvanların aşılarının yapılması, sağlıklı ortamlarda barındırılması, canlı hayvan ve et ticaretinde gerekli denetimlerin aksatılmaması, hasta hayvanların karantinaya alınması çok önemlidir. Hastalığın ülkenin dört bir yanına yayılmış olması gösteriyor ki bu hususların hepsinde ağır ihmaller var. Ancak sorun ihmallerin çok ötesinde!
Hastalığın yayılmasının ve vakaların tedirginlik yaratmaya başlamasının ardından siyasetçisinden bürokratına, canlı hayvan ticareti yapan şirketlerden nakliye şirketlerine tüm sorumlular, sorumluluklarının üzerini örtmek üzere açıklama yapma yarışına girdiler. Havuz medyasının da katkısıyla gerçeklerin üzerini örtmeye çalıştılar. Oysa şarbonun Türkiye’ye gelmesi ve bu denli yayılması hiç de sürpriz değildi. Nitekim yoğun sansüre rağmen hayvan hakları aktivistlerinin çabalarıyla “skandallar” ardı ardına ortaya çıktı. Ne yazık ki açığa çıkan gerçekler toplumsal bilincin zayıflığı ve kaderci, “bize bir şey olmaz”cı yaklaşımlar nedeniyle anlamlı bir tepki yaratmadı. Ancak gören gözler için kapitalizmin azgın kâr hırsını, yıllardır sürdürülen neoliberal politikaların sonuçlarını, Türkiyeli kapitalistlerin açgözlülüğünü, ülkeyi yönetenlerin kararmış vicdanlarını ve insan sağlığını hiçe sayan tutumlarını bir kez daha açığa çıkardı.
Şarbon nereden geldi, nasıl yayıldı?
2018 Ocak ayında Brezilya’dan yola çıkan ve 25 bin civarında canlı hayvan taşıyan Nada gemisinin Türkiye’ye şarbon taşıdığı hem Brezilyalı hem Türkiyeli yetkililer ve hayvan hakları savunucuları tarafından biliniyordu. Brezilyalı hayvan hakları aktivistleri, “ölüm gemisi” olarak adlandırdıkları Nada’nın yola çıkmasını engellemek üzere bir dizi eylem yaptılar, davalar açtılar. Ancak gemi yola çıktı ve on binlerce hayvan yerlerinden kıpırdamakta bile zorlandıkları, yeterince su ve yem alamadıkları, onları paniğe sevk edecek kadar gürültülü ve sallantılı bir ahır gemide, neredeyse dizlerine kadar dışkı içinde 27 günlük bir yolculuk yaptı. Şarbon nedeniyle ölen sığırların öğütücüden geçirilerek denize atıldığı iddialarıyla birlikte Nada, Şubat ayı başında Mersin Limanına yanaştı. Liman bölgesini saran ağır koku Mersin’in mahallelerine yayılırken hayvan hakları aktivistleri bir kez daha hayvanların durumunu kamuoyuna duyurmak istedi. Ancak gemiden görüntü almaya çalışanlar engellendi, denetimlere izin verilmedi, geminin etrafına brandalar çekilerek hayvanlara daha fazla işkence edildi.
Türkiyeli aktivistler Brezilyalı aktivistlerle iletişim halinde kampanyalar yürüttüler, kamuoyunu bilgilendirmek için açıklamalarda bulundular. Canlı hayvan ticaretinde uyulması gereken asgari evrensel kurallara bile uyulmadığını belgeleriyle ortaya koydular. Türkiye’nin yurtdışından ithal ettiği canlı hayvanların büyük bir zulme maruz bırakıldığını dile getirdiler. Şarbona ve benzeri hastalıklara yakalanan hayvanların denize atıldığı iddiasını sordular, hayvanların tesislere tahliye edilmesini engellemeye çalıştılar. Ancak bu çabalar sonuçsuz kaldı. Nada gemisi sadece iki ay sonra 28 bin sığırla bu defa İskenderun Limanına yanaştı. Bu sefer daha da büyük skandallar söz konusuydu.
Türkiye’ye taşınacak sığırların bekletildiği bölgede maden şirketlerinin yol açtığı çevre felaketi nedeniyle son derece zehirli kimyasal maddeler, ağır metaller sulara karışmıştı ve bu sular günler boyunca hayvanlara içirilmişti! Brezilyalı hayvan hakları aktivistlerinin çabası ancak hayvanlar gemiye istiflendikten sonra sonuç verdi ve gemide bir denetim gerçekleştirildi. Denetimin ardından mahkeme geminin derhal boşaltılmasına, hayvanların çiftliklere yollanmasına, geminin limandan ayrılmamasına ve Brezilya’nın hiçbir limanından canlı hayvan ticareti yapılmamasına karar verdi. Bu sayede hastalık riski taşıyan sığırları taşıyan geminin limandan çıkışı 5 gün boyunca engellendi. Ancak mahkeme kararına rağmen gemi boşaltılmadı. Hayvancılık lobisi hızla devreye girdi ve geminin boşaltılmasının “hayvanların sağlığı açısından risk oluşturacağını” iddia ederek kararın uygulanmasını engelledi. Kendisi de hayvancılık yapan ve rüşvet yemekle suçlanan Brezilya Tarım Bakanı Blairo Borges Maggi ve Türkiye’nin konsolosu Brezilya Cumhurbaşkanı Michel Temer ile görüştü. Farklı bir mahkemeden geminin derhal yola çıkarılması kararı aldırıldı. İskenderun’a ulaşan Nada’daki canlı hayvanlar Türkiye’deki tesislere dağıtıldı.
Salgının ulaştığı boyuta rağmen canlı hayvan ticareti yapan ve nakliyeyi sağlayan şirketler yolculuk sırasında ölen hayvanların sayısına ilişkin bilgi vermiyor, ya da “3 hayvan öldü” gibi hiçbir inandırıcılığı olmayan açıklamalar yapıyorlar. Meclis Başkanı, ortada eğlenceli bir durum varmış gibi, gösterişli ziyafet sofralarında önündeki yemek tabağını Sağlık Bakanına doğru uzatarak ve gülücükler saçarak “önce o yesin” esprileri yapıyor. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, “Bakanlık olarak her şeye müdahale ediyoruz. Panik yapmaya gerek yok” diyor, gerekli karantina önlemlerinin alındığını, hasta hayvanların itlaf edildiğini söylüyor. Ancak ne yazık ki bu söylenenler gerçeği yansıtmıyor, siyasilerin rahatlığı sorunun boyutlarını hafifletmiyor. Bugün Bandırma, İskenderun, Mersin, Samsun gibi limanlara aynı koşullarda yüz binlerce ithal hayvan taşındığı ve 2018 sonuna kadar Türkiye’ye ithal edilen sığır sayısının 975 bine ulaşacağı biliniyor. Ölüm gemileri limanlara yanaştıkça aynı döngü tekrarlanıyor.
Sadece şarbon mu?
Akdeniz ve Baltık ülkeleri içinde şarbon vakaları en fazla Türkiye’de görülüyor. Ancak bu koşullarda Türkiye’ye taşınan tek hastalık şarbon değil. Son birkaç yıl içinde farklı ülkelerden pek çok hastalığın canlı hayvan ithalatı nedeniyle Türkiye’ye girdiği biliniyor. Deli dana, bu hastalıklar içinde halkın gündemine giren nadir örneklerden. Polonya hükümeti, 2011 ve 2012 yıllarında ülkenin ihraç ettiği kırmızı ette deli dana hastalığı olduğu iddiası ile bir soruşturma başlattı. Türkiye ihracat yapılan ülkelerden biri olduğundan Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına yazı yazıldı. Bunun üzerine Bakanlık Türkiye’de et ithalatında görevlendirilen veteriner hekimlerin görüşüne başvurdu ancak hiçbir önlem alınmadı, olay bir süreliğine kapandı. Hastalığın Türkiye’de de görülmesinin ardından bir soruşturma başlatıldı. İlgili veteriner hekimlerin soruşturma sırasında verdiği ifade kamu hizmetlerindeki niteliksizleşmenin boyutlarını ve vahametini ortaya koyuyordu: “Bize, Polonya dilinde evraklar verdiler. Bu dili bilmediğimiz için anlayamadık ve imza attık.”
Eylül 2015’te, Kurban Bayramı öncesi Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü, Fransa’nın Auvergne bölgesinde Mavidil hastalığı görüldüğünü ilan etti. Bu bölgeden Fransa’nın diğer bölgelerine ve Avrupa Birliği ülkelerine hayvan sevkiyatı durduruldu. Ancak Türkiyeli yetkililer ve şirketler için hayvanların hasta olması hiç önemli değildi. Karantina nedeniyle kara yoluyla getiremedikleri hayvanları deniz yoluyla ithal ettiler. Cılız da olsa tepkilerin yükselmesi üzerine ithalatçı firmanın temsilcisi, “milyonlarca lira ödediğimiz hayvanları Fransa’da mı bıraksaydık?” dedi. Büyük bir pervasızlıkla milyonlarca lirayı milyonlarca insanın sağlığından çok daha kıymetli gördüklerini açığa vurdu. Fransa’nın bu durumdan son derece memnun kaldığı aşikârdı ve bu örnek Fransa’nın 2010 yılından bu yana hayvancılık alanında Türkiye’ye verdiği özel önemin nedenini açıklıyordu. Bu önemin bir nişanesi olarak 2012’de dönemin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’e Fransa hükümeti tarafından “Tarım Alanında Şövalye Liyakat Nişanı” verilmişti. Fransa, bu yıl da Ekim ayı içinde yapılacak hayvancılık fuarında Türkiye’yi “onur konuğu ülke” olarak ağırlayacak.
Öte yandan ülkede şarbon vakalarının art arda patlak verdiği son haftalarda Rusya’dan da et ithal edilmeye başlandı. Rusya, Türkiye’nin istediği laboratuvar testlerini “gereksiz prosedür” olarak gördüğünü açıkladı. Rusya’da deli dana hastalığına dair bir kayıt bulunmadığını, bu nedenle istenen testlerin “lüzumsuz ve ekonomik açıdan mantıksız” olduğunu söyledi. Türk yetkililerden bu prosedürü kaldırmasını istedi. Elbette Türkiyeli egemenler, hele ki bugünlerde arayı iyi tutmak zorunda oldukları Rusya’nın bu ricasını geri çevirmediler. Eylül ayı başında yapılan bir yönetmelik değişikliğiyle “lüzumsuz prosedürü” ortadan kaldırdılar. Rusya’ya giden tonlarca domates, biber sınırdan dönerken Rusya’dan gelen tahılların yanı sıra etler de hiçbir prosedüre takılmadan mutfaklarımıza ulaşır oldular.
Sorun ithalata bağımlılık mı?
Kimi uzmanlar ve kurumlar, Türkiye gibi bir ülkenin hayvancılıkta ithalata bağımlı olmasının sorunun temel kaynağı olduğunu savunuyorlar. Taşıdığı riskler nedeniyle canlı hayvan ithalatının durdurulması ve yerli üreticinin desteklenmesi gerektiğini söylüyorlar. Ancak hem devletin Kürt sorununa yaklaşımı hem de yıllardır sürdürülen neoliberal politikalar nedeniyle ülkede ihtiyacı karşılayacak düzeyde hayvancılık yapılmasının imkânı kalmamış bulunuyor. Elbette mevcut iktidarın savaşçı ve neoliberal politikaları ileriye taşıması, bu alanda da yandaş sermayeyi büyütmeye odaklanması sorunun daha da büyümesine neden oluyor.
90’lı yıllarda Kürt sorununu Kürt halkını ezerek çözmek üzere yükseltilen şiddet, hayvancılığa da büyük bir darbe vurdu. Hayvancılık yapılan pek çok bölgede çatışmalar baş gösterdi. Devlet bu bölgelerin bir kısmını sivillerin giremediği askeri bölgeler haline getirdi. Buralarda karakollar kuruldu, koruculuk sistemi hâkim oldu. Mera arazileri ya yakıldı ya da mayınla döşendi. Evler, ormanlık araziler ve hatta hayvanlar yok edildi. Dozu giderek artan baskılarla birlikte kırsal alandan kentlere doğru büyük bir göç dalgası başladı. Temel geçim aracı büyük ölçüde tarım ve hayvancılık olan yüz binlerce insan 5-10 yıl içinde işsiz kalarak yaşadığı yeri terk etti.
1980’li yıllardan itibaren azgınca uygulanan neoliberal politikalar hayvancılığı gerileten diğer önemli neden oldu. Bu yıllarla birlikte her alanda olduğu gibi hayvancılık alanında da kamu hizmetleri ortadan kaldırıldı. 1985 yılında, “devletin küçülmesi, özel teşebbüsün önünün açılması, serbest piyasa ekonomisine geçilmesi, rekabetle birlikte kalite ve ucuzluk sağlanması” gibi söylemlerle parlatılan neoliberal politikaların Türkiye’deki sembolü haline gelmiş Turgut Özal hükümeti iş başındaydı. Bu hükümet Tarım Bakanlığına bağlı pek çok daire gibi Veterinerlik İşleri Genel Müdürlüğünü de kapattı. Böylece kamu hizmeti olarak veterinerlik tarihe karıştı, veterinerlik hizmetleri özelleştirildi, hayvancılıkta koruyucu hekimlik ortadan kaldırıldı. Veteriner hekimlerin özlük hakları ellerinden alındı. Bu durum hayvancılıkta verimin azalmasında, ölümlerin artmasında, hayvancılıkla uğraşanların sayısının azalmasında, zoonoz hastalıkların yayılmasında ve çeşitlenmesinde etkili oldu. O yıllardan itibaren insanlarda hayvansal gıda kaynaklı sağlık sorunları ve hastalıklar da artış gösterdi.
Öte yandan hayvan ırklarını ıslah etmek ve verimini arttırmak üzere yapılan araştırma-geliştirme çalışmaları da durduruldu. Yıllar içinde bu alandaki deneyimlerin yerini bilinçsizlik ve kâr odaklı şirketlerin yönlendirmeleri aldı. Sonuçta neoliberal politikalar hayvan üretimini düşürdü. Nüfusu artan ve kentlerde yoğunlaşan Türkiye hayvansal gıdaların tüketiminde Avrupa’nın çok gerisinde kaldı ve yıllar içinde hayvancılıkta ithalata bağımlı hale geldi. Sonuç olarak, Türkiye 2010’dan bu yana kasaplık canlı hayvan ve et ithal ediyor.
Açıktır ki şarbon salgınının da, hayvancılık alanındaki sorunların da gerçek kaynağı sermayenin dizginsizce büyütülmesine odaklanan, bu uğurda insan sağlığını hiçe sayan politikalardır. Nitekim mevcut iktidarın ithalata bağımlılığı azaltma gerekçesiyle ortaya koyduğu projeler tam da bu nedenle sorunu ağırlaştırmaktadır. Bugün bizzat devlet tarafından yerli hayvancılığı desteklemek için başlatılan projeler fiyaskoyla sonuçlanıyor. Tarım İl Müdürlükleri cazip reklamlarla tanıtılan kampanyalar düzenliyor, teşvikler veriyor. Büyük şirketlerden toprak ve tesis kiralayan deneyimsiz girişimcilere dağıtılan bu teşviklerle verimi yüksek ithal sürüler getirtiliyor. Ancak hiçbir danışmanlık hizmeti, koruyucu veterinerlik hizmeti verilmiyor.
Zaten yetersiz olan meralık alanlar, iklim değişikliğinin etkisiyle yağışların azalması yüzünden her geçen yıl daha da daralıyor. Çöp, hafriyat, foseptik atıklarıyla dolduruluyor. İmara, yandaş sermayenin kullanımına açılıyor, buralarda fabrikalar ve organize sanayi bölgeleri kuruluyor. İthal hayvanların yine ithal yemlerle beslenmesi daha da zaruri hale geliyor. Uluslararası hayvancılık firmalarının ürettiği, toprağı, suları kirleten pek çok katkı maddesi içeren pahalı yemler büyük bir maliyet anlamına geliyor. Yükselen mazot fiyatları da maliyetleri arttırıyor. Bu koşullarda süt ve yavrulama için beslenen hayvanlar kâr getirmedikleri için kesime gidiyor. Sürüler doğum yoluyla çoğalmadığı için yeni sürüler ithal etmek zorunluluğu baş gösteriyor. Deneyimsiz girişimciler, küçük ve orta ölçekli hayvancılık yapanlar zarar ederek işletmelerini kapatırken büyük şirketler bu durumdan büyük çıkar sağlıyor. Çark döndükçe sermaye büyüyüp palazlanıyor, hayvansal gıdalar pahalanıyor, ithalat ihtiyacı büyüyor.
Canlı hayvan ve et ithalatı arttıkça, bu alanda zaten son derece sınırlı olan denetimler tamamen ortadan kaldırılıyor. Denetimsizlik bu alandaki şirketleri daha da pervasızlaştırıyor. Veteriner Hekimleri Birliğinin açıklamasına göre Bakanlık 6 aydan bu yana maliyetleri arttırdığı, bürokratik engel yarattığı gerekçesiyle besilik ve kasaplık hayvan ithalatında veteriner hekim görevlendirmiyor. İthal edilecek hayvanları ithalatçı firmalar veya kişiler seçiyor, satın almaya onay verecek veterinerlerin maaşını bu firmalar ödüyor. İthalat, hayvanlarda olası hastalıkların henüz klinik belirti vermediği dönemin geçirilmesi, klinik belirti vermeyen hastalıkların açığa çıkması için laboratuvar sonuçlarının çıkması beklenmeden gerçekleştiriliyor. Aynı gerekçeyle ithalatçı ülkede uygulanması gereken 21 günlük yasal karantina süresi de uygulanmıyor. Hayvanlarda hastalık varsa zaten ülkeye girmiş oluyor ve kolaylıkla yayılıyor. Hayvanlar ülke içinde de hiçbir denetim olmadan bir yerden bir yere taşınıyor ve hastalık da bu hayvanlarla beraber pek çok bölgeye taşınmış oluyor. Üstelik hayvan trafiğinin ve kesimlerin en yoğun olduğu kurban bayramlarında denetimler daha da gevşetiliyor.
Hastalığın tespit edilmesi durumunda da hayvanlara titiz bir karantina uygulanmıyor. Hastalıklı hayvanlardan elde edilen etlerin mutfaklara ulaşmasını engelleyecek mekanizmalar yok ediliyor. Mesela şarbon daha önce devletin belirlediği tazminatlı hastalıklar arasındaydı. Bu nedenle üretici tarafından fark edildiğinde gönül rahatlığıyla ilgili kurumlara ihbar ediliyordu. Ancak 2013’teki yönetmelik değişikliğiyle şarbon tazminatlı hastalıklar kapsamından çıkarıldı. Bu durumun zarar etmeme düşüncesiyle hasta hayvanların ihbar edilmesinin ve gerekli önlemlerin alınmasının önüne geçtiği, insan sağlığını tehdit ettiği açıktır. Devletin maliyetleri azaltma mantığıyla kamu hizmetlerini kısmasının sonucu budur.
Kısacası, mevcut iktidar halkın ucuz et yemesini sağlamak bahanesiyle canlı hayvan ithalatında ısrar ediyor ve bu ithalatı olabildiğince hızlı ve kârlı kılmaya odaklanıyor. Bunun için tüm denetimleri ortadan kaldırıyor. Fakat fiyat etiketlerine bakıldığında ithalatın etin ucuzlamasına ve yoksul evlerine girmesine pek yaramadığı ortada. Egemenler kazandıkları paraların, büyüyen sermayelerinin tadını çıkarırken halkın sağlığını hiçe saymaya devam ediyorlar. Alınması gereken en basit tedbirleri, asgari denetimleri bile ticarete darbe vuran bürokratik engeller, kaldırılamayacak maliyetler olarak gösteriyorlar. İyileştirilmesi gereken son derece yetersiz kamu hizmetlerini bile sırtlarındaki kambur olarak görüyor ve bir an önce sırtlarından atmak istiyorlar. Elbette kapitalizm altında bu anlayış ne sadece hayvancılık alanıyla ve ne de Türkiye ile sınırlıdır. Kapitalist kâr hırsının yarattığı sorunlar ve tehlikeler her yerdedir.
link: Ezgi Şanlı, Şarbon ve Ötesi…, 5 Ekim 2018, https://marksist.net/node/6504
Kapitalist Tarım Emekçiler İçin Yıkım Demektir
Krizde Sermayenin Yönelimleri