Sol sekterlik
Devrimci Marksizmden esinlenmiş gibi görünse de onu tam anlamıyla içine sindiremeyen küçük-burjuva devrimciliği, işçi hareketine uzandığı ölçüde burada çeşitli sol savrulmalara neden oluyor. Bu nitelikteki savrulmalar geçmişten günümüze çeşitli siyasal biçimler altında kendini ifade etti ve etmeye de devam ediyor. Ne var ki hemen hepsinde ortak olan yön, söz düzeyinde egemen olan keskin devrimcilik, bir başka deyişle devrimci lafazanlıktır. Somutlamak için kısa bir örnek verebiliriz. Diyelim işçilerin güncel talepleri uğruna mücadelenin küçümsenmesi ve yalnızca nihai devrimci hedeflerden söz edilmesi, bunu yapana söz düzeyinde daha keskin bir devrimci görünüm kazandırabilir. Ama işin gerçeğinde bu tutum illâ da daha mücadeleci olmak anlamına gelmez. Hatta tam tersine, bu tür tutumlar çoğunlukla pasifizmin üzerini örten bir kılıf işlevi görürler.
Sendikal mücadele alanını ilgilendiren sorunlar bağlamında sol sekter tutumların çeşitlemelerine defalarca tanık olmuşuzdur. Sendikal mücadele denildiğinde görüş ufkunu Türkiye’de işçi sendikalarının içinde bulunduğu müflis durumla sınırlayan ve bu durumun değiştirilmesi için çaba sarf etmeyen yaklaşım tipik bir örnek oluşturur. Bu tür yaklaşımların tarihin hiçbir döneminde işçi mücadelesini başarılı kıldığı görülmüş değildir. Tersine, zaten varolan gerilemeyi ve küçük-burjuva karamsarlığını daha da derinleştirmektedirler. Sekterler daima çeşitli bahanelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalışırlar. Yine bir örnekle somutlayalım. Sınıfın siyasal mücadelesinin birincil derecede önem taşıdığı ve devrimciliğin ekonomik mücadele sınırları içine hapsedilemeyeceği kesinlikle doğrudur. Ancak bu doğrudan hareketle, sendikal alanda yürütülmesi gereken militan mücadelenin küçümsenmesi noktasına savrulmak tamamen yanlıştır. Ne var ki, bir doğrudan bir yanlış türetmek küçük-burjuva solcuların belki de en önde gelen marifetlerinden biridir. Oysa devrimci geleneğimizin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olan Bolşevik çalışma tarzı, sol sekterlerin bir türlü kavrayamadıkları hususlara işaret ediyor. Bolşeviklerin işçi sınıfı içinde önderliği kazanabilmiş olmalarının en önemli nedeni, işçi-emekçi kitlelerin büyük küçük demeksizin tüm can yakıcı sorunlarına sahip çıkmalarıydı.
Bir de meselenin asla göz ardı edilemeyecek diğer yönü, devrimci siyasi görevlerin çarpıtılmadan kavranması gereği var. Herkes için açık olmalıdır ki, devrimci parti işçiler arasında sendikal çalışma yürütmekle inşa edilemez. Marksist teoriyle donanmış ve eylem deneyimiyle çelikleşen kadrolar temelinde bir öncü devrimciler örgütü yaratmaya girişmeden de, parti inşa faaliyetinden bahsetmenin zaten bir anlamı yoktur. Bunlar son derece önemli sorunlardır. Ve bu tip sorunlar yalnızca tartışarak, laf üreterek değil, doğrusunu yapmaya çalışarak çözüm yoluna konabilirler. İşçi sınıfı içinde çalışma adına kendini ağırlıklı olarak sendikal mücadeleye kaptıran bir faaliyet tarzı, burada özetlemeye çalıştığımız temel siyasal görevi küçümsüyor demektir. Sol sekter tutumlara karşı mücadeleyi elden bırakmamak ne denli elzemse, temel siyasi görevleri küçümseyen sendikalizm eğilimini hoş görmemek de o denli zorunludur.
Yanlışlara savrulmamak için, bazen tam olarak kavranamayan kimi hususlar üzerinde dikkatlice düşünmenin büyük yararı var. Örneğin, Bolşevik tarzda çalışma yürüten bir devrimciler örgütünün disiplinine bağlı olarak ve onun denetimi altında işçiler arasında sendikal faaliyete katılmanın sendikalizm sapmasıyla bir ilgisi yoktur. Bu husus iyi anlaşılmazsa, sol sekterliğe karşı eleştiri yürütenlerin bizzat kendilerinin sol sekterizme sürüklenmeleri kaçınılmaz hale gelir.
Bazen devrimci dönüşüm geçirmeye başlayan işçilerin, çalıştıkları işyerlerinde kendilerini diğer işçilerden yalıttıkları ve siyasal çalışmaya önem verme adına sendikal mücadeleden uzak durdukları görülür. Oysa siyasal çalışma, işçiler arasında çeşitli düzeylerde yürüyen mücadeleden kopuk ve soyut bir olgu değildir. Siyasi anlamda yetkinleşmeyi, kendini diğer işçilerden soyutlayıp kişisel bilgi edinme hazzıyla yetinme şeklinde algılamak tam bir gaflete sürüklenmek anlamına gelir. Bu duruma düşenler, çalıştıkları fabrika ve işyerlerinde örgütlenme mücadelesinde bir işe yaramayan sekter unsurlara dönüşürler. Devrimci bir örgütlülük içinde yer alan ve devrimci teoriyle donanmaya başlayan bir işçinin, çevresindeki işçi arkadaşlarını geri bulduğu için onlardan uzaklaşmaya başlaması affedilmez bir hata olur. Bolşevik tarzda devrimci faaliyetin en önemli unsurlarından biri, ileriye çıkanın, henüz geride duranlara her alanda önderlik edebilme azmine ve yetisine sahip olmasıdır.
Devrimci unsurların en önemli görevi, işçilerle her zaman en yakın temas halinde bulunmak ve çevrelerinde çeşitli düzeyden örgütlü işçi halkaları oluşturabilmektir. İşçi kitlesinin kitaplardan değil kendi deneyimlerinden öğrendiğini biliyoruz. Fakat devrimci kadrolar da saksıda yetişmez, devrimci nitelik taşıyan bir mücadele içinde eğitilir ve eylemler içinde olgunlaşıp pişerler. İşçilerin sınıf çıkarlarını savunma noktasında kendi haklılığına ve gücüne güvenen bir devrimciler örgütü, bu vasıflarını fiilen işçi çalışması içinde kanıtlamakla yükümlüdür. İşçiler küçük-burjuva devrimcilerden ve aydınlardan farklı olarak, kişileri ya da örgütlü çevreleri onların devrimci laflarının keskinliğine bakarak değil, canlı yaşam içindeki tutum ve davranışlarına göre tartıp değerlendirirler. O nedenle, ajitasyon ve propagandanın ve kadroların davranış tarzının işçiler tarafından doğru bir şekilde kavranması için özen gösterilmesi büyük önem taşır.
Devrimci mücadelenin başlangıç dönemlerinde veya genç unsurlar arasında sol sekter tutumlara sürüklenenlerin sayısı hiç de az değildir. Lenin bu tür “çocukluk hastalıkları” üzerinde durmuş ve bu hastalıklara yakalanan devrimcileri eleştirmiştir. Sendikaların işçi aristokrasisi ve bürokrasisi nedeniyle içine sürüklendikleri durumu gerekçe göstererek, sendikalardan çekilme çağrısı yapan Alman solları bu duruma örnektir. Sendikalar işçi kitlesiyle birlikte bir tarafta dururken, gerici oldukları bahanesiyle bu sendikalarda çalışmayı reddetmek netice olarak zor koşullarda mücadele yürütmekten kaçmak anlamına gelmektedir. Bolşevik tarzda mücadelenin temel kurallarından biri de, kitleler neredeyse orada çalışma yürütmeyi bilmektir. Mevcut kitlesel sendikalar içinde mücadeleden vazgeçip temiz ama ufak yeni işçi birlikleri kurmayı düşlemek, sendikaların tabanındaki işçileri bürokratların ve burjuvazinin etki alanına terk etmek olur.
Son olarak bir başka önemli noktaya değinelim. İşçi kitlesi arasında gerek duyulan örgütlenme biçimlerini belirleyecek olan esasen sınıf mücadelesinin ulaştığı düzeydir. Devrimci durumlarda fabrika komiteleri, işçi konseyleri gibi farklı türden işçi örgütlenmelerine ihtiyaç doğar ve sendikaların varlığı bu ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Ama şu da bilinmeli ki, olağan dönemlerde bu tür örgütlenmeler için yapılan doğrudan çağrılar zamansız kaçar, istenen sonuca hizmet edemez ve havada kalırlar. Kuşkusuz, işçilerin devrimci bilincini ve ufkunu geliştirmek amacıyla bu konular ele alınmalı, bunlara dair eğitici propaganda her zaman yürütülmelidir. Fakat somut taktiklerin belirlenmesi söz konusu olduğunda, değinmeye çalıştığımız farklı düzeyler arasındaki ayrım atlanamaz. Zamanı ve zemini bakımından uygun olmayan eylem çağrıları yarardan çok zarar getirir, başarılı olamadığı için gereksiz yere moral bozar ve devrimci hedefleri sıradanlaştırıp laçkalaştırır.
Kendiliğindenliğe tapınma
İşçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi farklı içeriklere sahipler, ama nihayetinde birbirlerinden tamamen kopuk da değiller. Zaten politikanın son tahlilde yoğunlaşmış ekonomi anlamına geldiği biliniyor. İşçiler ekonomik mücadele temelinde yalnızca tekil patronlarla karşı karşıya gelmekle kalmıyor, daha kapsamlı ekonomik hak talepleri için yürütülen eylemler onları patronlar sınıfıyla ve bu sınıfın devletiyle karşı karşıya getiriyor. Bu nedenle sınıfın sendikal mücadelesi kaçınılmaz olarak siyasi alana doğru uzanmaktadır.
İşçi mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ilişkinin doğru tarzda kavranması, bu ilişki alanından türeyen pek çok önemli sorunun aydınlatılması bakımından da önem taşıyor. Bu bağlamda, Marksist literatürde sıkça değinilen kendiliğindenlik olgusunu ele alabiliriz. Sınıfa dıştan planlı bir siyasi müdahale olmasa bile, işçiler arasında kapitalist düzene karşı kendiliğinden bir öfke ve tepkinin doğması doğaldır. Zaten bu “kendiliğinden unsur”, özünde tohum halindeki bir bilinçlenmedir; aslında bilincin ilk biçimidir. Sınıfın bağrından kopup gelen ilkel düzeydeki başkaldırmalar, işçilerin düzene karşı birlikte mücadelenin önemini hissetmeye başladıklarını ortaya koyar. Aslında bu ön mayalanmalar fevkalâde önem taşır. Çünkü belirli düzeyde kendiliğinden gelişen sınıf duygusu olmadan, işçiler arasında devrimci bilinç ve örgütlülüğün kök salmaya başlaması da olanaksızdır.
Bu nedenle Lenin, kendiliğinden patlama niteliği taşıyan bir iktisadi grevin bile siyasal açıdan önem taşıdığına dikkat çekmiştir. Zira daha önce atalet içinde debelenen işçilerin, örgütlenmede ve mücadelede ilk adımları atmaları önemli bir gelişme demektir. Komünistler işçilerin kaydedeceği bu tür sıçramalara asla kayıtsız kalmamışlardır ve kalamazlar da. Parçalanmış ve birbirleriyle rekabet eden işçilerin artık ortaklaşa hareket etmeye başlamalarının ileriye doğru atılmış bir adım olduğuna ve bu yüzden sendikaların işçiler için bir dayanışma okulu işlevi görebileceğine Marx da dikkat çekmiştir.
Aslında mutlak anlamda kendiliğinden, yani siyasetten ve siyasi çevrelerden hiç etkilenmeyen bir eylem ya da eylemlilik hali düşünülemez. O nedenle, kendiliğindenlik olgusunu daha kapsamlı siyasi içeriğiyle kavramak doğru olacaktır. Böyle yaklaştığımızda, kendiliğindenlik, devrimci siyasal bir örgütün önderlik etmediği eylem türünü veya böyle bir önderlik olmasa da her halükârda sınıfın içinden fışkırabilecek mücadele düzeyini anlatır. Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, 15-16 Haziran Direnişi son tahlilde kendiliğinden bir işçi direnişidir. Fakat burada meselenin asıl üzerinde durmak istediğimiz yönü, işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine kıyasla ekonomik mücadelenin taşıdığı kendiliğindenlik özelliğidir.
Devrimci Marksizmin kendiliğindenlik olgusu çerçevesinde boğuştuğu sorun, kapitalist düzene karşı işçilerin kendiliğinden gelişen tepki ve eylemleri olamaz. Yanlışlık, bu kendiliğinden eylemlerin yeterli görülmesi noktasında başlıyor. Çünkü kendiliğinden işçi hareketi nihayetinde sendikalizmden öteye geçemiyor veya burjuva sol siyasetlerin esiri oluyor. Kendiliğindenliğin önünde kölece boyun eğenler, devrimci siyaset ve devrimci örgütün gereğini ve işçi sınıfına devrimci bilincin taşınması görevini küçümsüyorlar. Bu çeşit yaklaşımlar zaman içinde belli başlı bazı siyasi akımlar da doğurmuştur. Bunlardan biri, işçi hareketinde anarşist düşüncenin etkisini yansıtan anarko-sendikalizmdir. Bir diğeri ise, ekonomik mücadelenin kendisini bir siyaset katına çıkaran trade-unionizm yani sendikalizm veya Türkçe’de yerleşmiş deyişle ekonomizmdir.
Tarihsel kökleri bakımından anarko-sendikalizm, Marksist düşünceye karşı çıkan Proudhon ve Bakunin gibi siyasetçilerin düşünceleriyle biçimlenmiş bir sol eğilimdir. Fransa’da defalarca örneklendiği gibi, bu siyasi eğilim aydın çevreler içinde yaygınlaştığı durumlarda militan sınıf mücadelesinden kopuk bir nitelik taşır. Fakat İspanya İç Savaşı döneminde görüldüğü üzere, militan işçilerce savunulduğunda devrimci proleter özellikler sergilemesi de vakidir. Hemen belirtmek gerekir ki, İspanya benzeri örnekler aslında devrimci sınıf mücadelesinden, yani komünizmden etkilenen mücadeleci işçilerin yarattığı istisnalardır. Genelde ise, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ters düşen anarko-sendikalizm en çok anarşizmin özellikleriyle bezelidir. Anarşizm, siyasal iktidarın işçilerce ele geçirilmesini ve bir işçi devletinin kurulmasını reddeden ve bu nedenle kapsamlı bir siyasal mücadelenin gerekliliğini yadsıyan bir siyasal akımdır. İşçilerde politik eyleme ve devrimci politikaya karşı kayıtsızlık uyandıran anarko-sendikalizm, bir başka uçta gibi görünen kardeşi ekonomizmle gerçekte pek çok benzerliklere sahiptir. Marksist kavrayışa aykırı bu iki siyasal eğilim, farklı içerik ve yöntemlerle de olsa, neticede sendikal mücadeleyi zararlı biçimde fazlasıyla ön plana çıkarmaktadır.
İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin gerektirdiği devrimci siyasal önderliğin yaratılması görevinden kaçan anarko-sendikalizm, işçi sendikalarının önemini abartır. Sendikaların bağımsızlığını savunma adına, devrimci siyasal önderliğin sendikalara yol göstermesi ihtiyacına karşı çıkar. Aslında kendi görüşleri temelinde fiilen bir siyaset güden anarko-sendikalistler, iktidar mücadelesinin insanı kirleteceği gerekçesiyle işçileri devrimci siyaseti küçümseme ve ekonomik mücadeleyi yeterli görme batağına sürüklemektedirler. Bu akımın savunucuları, sendikaların ve kendiliğinden mücadelenin neredeyse burjuvaziyi devirmek ve sınıfsız-devletsiz toplumu kurmak için yeterli olacağı görüşünü geliştirmişlerdir. Siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci zor yoluyla ele geçirilmesi görevi bu çevrelerce küçümsenir ve burjuva düzeni devirmede genel grev silahının önemi yüceltilir. Özetle vurgulayacak olursak, icabında keskin devrimci nutukların ardına saklanmış bir kendiliğindenliğe tapınma arzusu anarko-sendikalistlerin tipik özelliğidir.
İşçi hareketinin tarihi, işçi sınıfını devrimcileştirme çabasından kopuk küçük-burjuva devrimci radikalizminin sonunda diğer uca, reformizme savrulduğunu kanıtlayan sayısız örnekle dolu. Nitekim Avrupa ülkelerinde birinci emperyalist savaş öncesinde radikal söylem düzleminde keskinleşen ve Marksizmi yeterince devrimci bulmayan anarko-sendikalistlerin büyük çoğunluğu, emperyalist savaş patlak verdiğinde sınıf işbirlikçilerinin örgütü Sosyalist Enternasyonal’in peşinden gitmiş ve uzlaşmacılık batağına saplanmıştır.
Ekonomik mücadeleyle sınırlı siyaset
Yine kendiliğindenliğin önünde boyun eğen ve ekonomik mücadelenin önemini abartarak bizzat bu mücadeleyi reformist bir siyaset kalıbına döken akım ise trade-unionizm diye adlandırılıyor. Esasen İngiltere’de doğmuş bulunan trade-unionizm akımı adını trade union yani sendika sözcüğünden almıştır. Bu bakımdan Türkçe’deki karşılığının da aslında sendikalizm olması daha doğrudur. Ne var ki trade-unionizm sözcüğü genelde dilimize ekonomizm diye çevrilmiş ve o şekilde yerleşmiştir. İşçi sınıfının kitlesel mücadelesinden kopuk küçük-burjuva sol sektlerin tersine trade-unionizm sendikal mücadele içindeki işçilere uzanmış, ekonomik mücadele ve reform talepleriyle sınırlı bir siyaset yaratmış ve bu temelde kitlesel bir güç haline de gelmiştir. Bu durumun en çarpıcı örneğini, bizzat işçi sendikalarının üzerinde yükselmiş bulunan İngiliz İşçi Partisi sunuyor.
Bu örnek, işçilerin siyasal ve sendikal örgütleri arasında bağ kurmanın ve bu temelde kitleselleşmenin tek başına yeterli olmadığını, sonucun iyi ya da kötü oluşunu içeriğin (yani reformist mi yoksa devrimci mi) belirlediğini ortaya koyuyor. İngiliz örneğindeki bütünleşme, İşçi Partisini devrimci mücadeleye hayrı dokunacak bir önder durumuna getirmedi, sendikaları ve sendikalı işçileri bir burjuva işçi partisi niteliğiyle partileştirdi. Açıkça görülmektedir ki, işçilerin burjuva reformist siyasetin temsilcisi olan bir işçi partisinde toparlanmaları, işçi sınıfını kitlesel biçimde burjuva reformizminin kuyruğuna takmaktan başka da bir anlama gelmiyor. İngiliz İşçi Partisi veya Avrupa ülkelerindeki benzerleri (sosyal-demokrat ya da sosyalist adını taşıyan partiler), sendika bürokrasisi ile parti bürokrasisinin iç içe geçtiği bir durumu yansıtmaktadırlar. Bu özellikleri nedeniyle, hem bu partilerin taban örgütlerini oluşturan sendika branşlarındaki işçi kitlesi üzerinde bürokrasinin basıncı artmakta, hem de işçiler arasında burjuva reformist yanılsamalar katmerlenerek büyümektedir.
Vaktiyle Çarlık Rusya’sında yaşanan deneyim de bir başka örneği oluşturuyor. O dönemlerde Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde doğan sendikal veya siyasal akımlar yalnızca kıta Avrupa’sını etkilemekle kalmamış, zaman içinde etki alanlarını fazlasıyla genişletmişlerdi. Böylece, sendikal mücadelenin rolünü abartan ve özü sendikalizm olan bir siyaset, burjuva demokratik hakların olmadığı Çarlık Rusya’sında da uç vermişti. 1890’ların Rusya’sında işçileri uyandıran grev dalgasının etkisi, Lenin’in eleştirilerine konu olan ekonomizm hastalığını yaygınlaştırmıştı. Rusya’da ekonomizm, hatalı yaklaşımlar düzeyinde kalmamış ve Marksist temellerde yükselen devrimci hareketin karşısına dikilen belli başlı siyasal akımlardan biri olmuştu. İşçi yığınlarının uyanmaya başladığı ve sınıf bilincinin geliştirilmesinin son derece yakıcı bir önem kazandığı bir dönemde, ekonomistler sınıfa devrimci bilinç taşımak isteyen siyasal çevrelerin etkisini kırmaya çalışmışlardı. Lenin bilinç unsurunun küçümsendiğini kanıtlamaya çalışırken, ekonomistler bunun karşısına “gelişmenin kendiliğinden unsurunun önemi”ni çıkartıyorlardı.
Ekonomizm diye adlandırılan siyasal akımın başlıca iddiasını “ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak” şeklinde özetleyebiliriz. Fakat bu noktada bir yanılgıya düşmemek için önemli bir hususa da dikkat çekelim. “Ekonomik mücadeleyi siyasallaştırma” gibi vurgular bazen bilinçli olarak ekonomizmi savunmak anlamında değil, tam tersine zorunlu bazı görevlere işaret etmek için kullanılabiliyor. İşçilerin sendikal mücadeleyle yetinmelerinin önüne geçmeyi amaçlayan bir “siyasallaştırma” vurgusunun yanlış olduğu söylenemez. Ekonomizme düşmeme kaygısıyla kaskatı kesilmek, sendikal mücadeleyi siyasal mücadeleden tamamen kopukmuş gibi yorumlamak ve sendikal alanda siyasallaşma propagandasından geri durmak son derece zararlı bir eğilimdir.
Ekonomistlerin anlayışı olan “iktisadi mücadelenin kendisine siyasi bir nitelik kazandırmak” yaklaşımı ise tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Ekonomistler işçi sınıfının mücadelesini, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir siyasete indirgemektedirler. Ama böyle bir siyaset, zaten işçi sendikalarının her zaman yapmakta oldukları işten ibarettir. Siyasi mücadele adına bu tür görüşler ileri sürmek, aslında işçi sınıfını sendikal siyaset düzeyine hapsetmekten öte bir anlam taşımaz. Ekonomistlerin sloganının, siyasal eylem alanında kendiliğindenliğe boyun eğmeyi çok çarpıcı biçimde ifade ettiğini söyler Lenin. Zira sendikal mücadele, devrimci unsurların müdahalesi olmadığı takdirde zaten egemen sınıfın egemen fikirlerinin etkisiyle kendiliğinden siyasi bir niteliğe bürünmektedir. Bunun şu ya da bu türden bir burjuva partisinin siyaseti olduğu ise çok açıktır.
Bilindiği gibi, proleter devrimci mücadele reform mücadelesini, güncel talepler uğruna mücadeleyi dışlamıyor. Dolayısıyla komünistleri reformistlerden ayırt eden yön, yalnızca nihai hedeflerin propaganda edilmesi değil, reformların veya mütevazı görünen bir gündelik talebin bile işçilerin gözünü açacak, onları mücadeleye sevk edecek yöntemlerle elde edilmeye çalışılmasıdır. Oysa ekonomizm akımı, kapitalist düzeni devrimci yoldan yıkmayı değil de ekonomik iyileştirmelerle onu katlanabilir kılmayı amaçlayan reformist bir siyaset yaratmıştır. İşçilere bu burjuva siyasetini taşıyan ekonomistler, öncü işçilere devrimci bilincin taşınması için çabalayan Marksistleri kitleye önem vermemekle suçlamışlardır. Devrim kaçkını ekonomistlerin “işçi yığınlarına ağırlık vermeliyiz” gibi gerekçelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalıştıkları bilinir. Buna benzer yaklaşımlara her dönemde olduğu gibi günümüzde de rastlamak mümkündür. Oysa işçi hareketi içinde çalışma yürütürken, kitleselleşme adına geri bilinç düzeyine sahip işçilere ayak uydurmak marifet değil, uvriyerizm yani işçi kuyrukçuluğudur. Geride duranları ileriye çekmek yerine onların nabzına göre şerbet vermek devrimci çalışma tarzıyla bağdaşamaz. Bu tür tutumlar, çevrede belirli işçilerin yığışmasını sağlayarak belirli bir başarı elde etmiş gibi görünebilir. Ama devrimci siyaset bakımından bunlar sakat temellerde elde edilmiş sözde başarılardır, ekonomistler açısından ise makbul siyasetin ta kendisidir.
Ekonomik mücadele elbet önemlidir, fakat bu mücadelenin sınırlı bir etkisinin olduğu da asla unutulmamalı. Bu nedenle Marx, Ücret, Fiyat ve Kar adlı çalışmasında, işçilerin bu günübirlik mücadeleden elde edilecek başarıyı abartmamaları gereğine işaret eder. Bu mücadele düzeyinde işçiler, kapitalizmin yarattığı belli sonuçlara karşı çıkmaktadırlar. Ama bu sonuçları ortaya çıkaran nedenlere, yani kapitalist düzenin varlığına son verecek darbeleri henüz indirememektedirler. Bir başka deyişle, yalnızca acı dindirici ilaç kullanmakta ama hastalığı iyileştirememektedirler. İşçiler, sermayenin hak gasplarına ve düşen ücretlere karşı sürekli mücadele yürütmeli, fakat bu günlük mücadele içinde kaybolmamalı, bu kadarıyla yetinmemelidirler. Zira onların belini büken ve yoksulluk içinde süründüren kapitalist düzen, aynı zamanda ondan kurtuluşu sağlayacak maddi koşulları da yaratmıştır. Dolayısıyla, sendikalizmin ve burjuva liberalizminin, kapitalizm altında “adil bir ücret” gibi istemlerin gerçekleşebileceğine dair işçilerde yarattığı yanılsamalara kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Unutulmamalı ki, asıl kötülüğün kaynağında ücretlerin şu ya da bu düzeyde oluşu değil kapitalist ücret sisteminin ta kendisi yatıyor. Bu gerçeği teşhir etmeyen bir propaganda, sömürüyü gözlerden gizler. O nedenle işçiler mücadele bayraklarının üzerine “Adil bir ücret” biçiminde tutucu sloganlar yazmak yerine, “Ücretli kölelik sisteminin ortadan kaldırılması” şeklinde devrimci bir slogan yazmalıdırlar.
İşçilerin mücadelesinin devrimci doğrultuda ilerletilebilmesinde, yürütülecek propaganda ve ajitasyonun niteliği gerçekten de büyük önem taşıyor. Lenin komünistlerin işçi sınıfı içinde yürütecekleri propaganda ve ajitasyonda uyulması gereken kurala dikkat çekmişti. Amaçlanan, işçilerin yalnızca kendilerine yönelik baskı ve haksızlıklara tepki vermekle yetinmemeleri ve kapitalist düzenin çeşitli kesimleri ilgilendiren çok yönlü saldırılarına karşı çıkmalarıdır. İşçi sınıfı içinde gerçek devrimci siyasal bilinç ancak bu yöndeki çabalarla geliştirilebilir. Ancak bu noktada, yalnızca sabırlı bir çabayla aşılacak engeller olduğunu da göz ardı edemeyiz. Sınıf içinde çalışma yürüten herkesin tanık olduğu gibi, sendikal mücadele alanına hapsolmuş işçiler daha ziyade ücretle, çalışma saatleriyle, sosyal haklarla ilgili talepler etrafında dönen ajitasyon ve propaganda faaliyetine sıcak bakmaktadırlar. Bunun dışında, söz konusu faaliyet örneğin ezilen ulusa ya da ezilen cinse yönelik baskılara karşı çıkmaya yöneldiğinde, aynı durumdaki işçiler tarafından fazla radikal veya fazla “siyasi” bulunmaktadır. Ama durum böyledir diye, varolan bilinç düzeyine teslim olanlar da haklı görülemez. Zira sınıfın mücadele düzeyi, burjuva düzenin işçilerin zihninde oluşturduğu bu engelleri kırmakla, siyasal ajitasyonu sendikal mücadele alanının sorunlarıyla sınırlandırmamakla ilerletilebilir. Oysa ekonomizm, sendikal sorunlar etrafında dönüp duran bir bilinçlendirme çalışmasının işçi sınıfının eğitiminde en etkili ve yararlı araç olduğunu iddia ediyor.
Yanlış eğilimlere bir başka örnek daha verelim. İşçilerin yalnızca fabrika içinde cereyan eden sorunların ajitasyonu temelinde uyandırılmaya çalışılması da neticede bir çeşit sendikalizmdir. Lenin Rusya’da yaşananlardan hareketle, işçi sınıfının uyanışı döneminde “fabrika bildirileri” yazım ve dağıtımına dayanan bir “gerçekleri teşhir etme” tutkusunun ortalığı sarabileceğine dikkat çekmişti. Fabrika bildirileri esasen fabrika sistemini teşhir ediyor ve işçiler arasında bu doğrultuda bir faaliyet isteği uyandırıyorlardı. Bu bakımdan genel uyanış dönemlerinde önemli bir işlevleri de olmaktaydı. Ne var ki bununla yetinmek veya bu noktada çakılı kalmak işçiler arasında devrimci siyasal bilinç ve örgütlülüğü asla geliştirmeyecektir. O yüzden de tamamen yanlış bir siyasal yaklaşımdır. Vaktiyle Lenin’in dikkat çektiği bu yanılgılara Türkiye’de tanık olmuşuzdur ve aslında tanık olmaya da devam ediyoruz.
Ekonomik taleplere veya fabrika içi sorunlara hapsolan bir ajitasyon tarzı, küçük çevrelere sınıf içinde çeşitli bağlantılar kurma olanağı sağlasa da, bu çalışma tarzı sendikalizmdir. Böyle bir yol tutanlar en iyi ihtimalle devrimci sendikacılık yapmaya çabalıyor demektir, daha fazlası değil. Geçmiş deneyimlerin de ortaya koyduğu üzere, amatörlük sonunda ekonomizme sürükleyen bir faktördür. İşçi sınıfı içinde çalışma yürütmek isteyen dar grupların, birkaç küçük işletmede, bazı işyeri sorunları çerçevesinde dönen basit düzeyde bir ajitasyon faaliyetini abartmaları tam anlamıyla amatörlüktür. Devrimci örgütlülüğün inşası için gerekli ön hazırlık, bilgi ve deneyime sahip olmadan, salt bu tarz amatörce “fabrika çalışması” yürütmeyi Bolşevik tarz çalışma diye lanse etmek ise, gülünçlüğü bir yana düpedüz ekonomizmdir. Bu noktada Marx’ın bir toplantıda (Brüksel Komünist Haberleşme Komitesinin toplantısı) söylediği sözleri unutmak olmaz: “Bilimsel kesinlikte bir düşüncen ve sağlam bir öğretin olmadan işçilere hitap etmek, propaganda oyunu oynamaktır. Bu, bir yanda sanki kendisine vahiy inmiş bir peygamber, öte yanda da onu ağzı açık dinleyen birtakım eşekler bulunduğunu varsayan hilekârca boş bir oyundur. Cehalet hiçbir zaman kimsenin yarasına merhem olmamıştır!”
Henüz yeterli donanımdan yoksun genç kadrolar, işçiler arasında sarf ettikleri amatörce çabalar nedeniyle bazen istemeden ekonomizme sürüklenebilirler. Bu konuyu biraz açalım. Bolşevik tarzda örgütlenmeye çalışan bir çevrenin başlıca görevinin, işçiler arasında devrimci aydınlatma ve devrimci tarzda örgütlenme faaliyeti yürütmek ve bu işçileri siyasal örgütlülüğe kazanmak olduğu bilinir. Bunu başarmanın yolu, karşılıklı güven tesisi temelinde işçileri sabırla devrimci mücadele konularına çekmekten geçer. Ne var ki bazı deneyimsiz örgütçüler bunu yapmak yerine, işçilerle daha yakın ve dostane ilişkiler kurmak adına bizzat kendilerini sendikal alana hapsedebilirler. Bir de, sendikal mücadele içinde kazanılan deneyimi yeterli görme ve devrimci önderliğin direktif ve denetimini gereğince dikkate almama yanılgısına sürüklenenler vardır. Bu durum sendika aktivistlerinin sıklıkla düştükleri bir hatadır ve tüm bu yalpalamaların adı da sendikalizmdir.
Çeşitli tarihsel örnekler incelendiğinde, sendikalar içinde çalışma yürüten komünistlerin kendilerini tamamen ve yalnızca bu alan çalışmasına adapte etmelerinin her zaman oportünist sapmalara yol açtığı görülecektir. Sendikalizme sürüklenme, kitlelerin ruh halini ve onların mücadele kapasitesini giderek bir sendika sekreteri gibi değerlendiren bir kadro tipolojisi de yaratır. Bu noktaya kayanların, sınıfın devrimci mücadelesiyle ekonomik mücadelesi arasındaki ilişkiyi tersyüz edilmiş biçimde algılamaları neredeyse kaçınılmazdır. İçinde çalıştıkları alanın bindirdiği basınca dayanamayanlar sonuçta o basınç altında eğilip bükülmeye başlarlar. Böylece sözde komünist ama gerçekte sendikacı politikacılar türer. Devrimci örgütlenme çabasının gereklerini başa alacak yerde sendikal çalışmanın içinde boğulan, sendikal alanın kendi yasası vardır mantığıyla tüm çalışmaları sendikanın tüzüksel kurallarına, sendika bürokrasisinin direktiflerine göre yürütmeye başlayan “devrimci” sayısı az değildir.
Muazzam bir silkiniş gerekli
Tarih, sınıf mücadelesinde kaçınılmazlıkla çeşitli gelgitlerin yaşanabileceğini gözler önüne seriyor. Nitekim işçi sınıfının devrimci hareketinde önemli gerileme dönemleri yaşanmış ve bu tür dönemlerin olumsuz etkileri sendikal mücadele alanına da fazlasıyla yansımıştır. Son tarihsel kesitte dünya genelinde ve Türkiye özelinde yaşanan siyasal gerileme döneminin, sendikal harekette ve sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda ciddi hasarlara neden olduğunu yadsıyamayız. İşçilerin kazanılmış haklarına ve mücadelelerine karşı sermaye cephesinin yürüttüğü genel saldırı bir yana, Türkiye’de 12 Eylül faşizm döneminin karşı-devrimci etkisi çok büyük olmuştur.
Türkiye’de sendikal hareketteki gerileme bu durumu açıkça gözler önüne seriyor. Dünya genelindeki neoliberal saldırılara bağlı olarak çeşitli kapitalist ülkelerde de sendikalı işçi oranında ve daha da önemlisi sendikal mücadelenin militanlık düzeyinde önemli bir düşüş yaşandı. Ne var ki Türkiye’de yaşanan gerileme çok daha muazzam boyutlarda oldu. Ayrıca unutulmamalı ki, işçi hareketi son dönemlerde diğer kapitalist ülkelerde yer yer belli bir toparlanma kaydediyor. Hatta bazı ülkelerde daha da önemli düzeylerde yükselişler yaşanabiliyor. Ama Türkiye’ye baktığımızda, solda hatalı yaklaşımların yıllar içinde biriktirdiği sorunlar bir yana, esasen 12 Eylül faşizminin sonucu olan koskoca bir enkaz ortada öylesine duruyor.
Faşizm ve gericilik yılları boyunca işçi sınıfı siyasi yaşama indirilen darbelerden fazlasıyla nasibini aldı, devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinde endişe verici bir düşüş yaşandı. Daha sonra burjuva rejimde görece bir olağanlaşma kaydedilmiş ve devrimci çevrelerde yeniden bir toparlanma çabası gözlenmişse de, Türkiye’de işçi hareketinin gerek siyasal gerek ekonomik mücadele açısından belini doğrultabildiğini henüz söyleyemiyoruz. Böylesi durumlarda sıklıkla karşılaşıldığı gibi, sınıfın sendikal ve siyasal mücadelesi arasındaki ilişkinin devrimci tarzda kavranışı bakımından da esaslı bir gerileme ve çarpılma mevcut. İşçi sendikalarının durumu ise gerçekten de insanı isyan ettirecek düzeyde.
Ama şu da bir gerçek ki, sorunları müzminleştiren faktör esasen siyasal alandan kaynaklanıyor. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğü geliştirilmedikçe, sendikal hareketi anlamlı düzeyde ileriye çekmek ve sendikaları militanlaştırmak da mümkün olamayacak. Geçmiş dönem unutulmasın. Tüm eksikliklerine ve hatalarına karşın, ‘80 öncesinde Türkiye’de devrimci örgütlerin sendikal mücadeleye militanlaşma doğrultusunda bindirdiği önemli bir basınç vardı. Bu faktör hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Günümüz ortamı ise, siyasi yaşamda sistematik baskıların sonucu oluşan pörsüme, işçilerin aktif siyasete yabancılaşması, işsizlik kırbacının korkusuyla en ufak hak arama eyleminden bile uzaklaşma gibi olumsuzluklarla belirginleşiyor. Bu tablo 12 Eylül 1980 öncesiyle kıyaslandığında, adeta karanlıklar çağına dönüş gibi görünüyor.
Bugün gerileme döneminden çıkabilmek için işçi hareketinde muazzam bir silkinişe, siyasal yaşamda köklü niteliksel dönüşümlere ihtiyaç var. Çürümüş ve ipliği pazara çıkmış kimi burjuva partilere karşı kendini işçi-emekçi kitlelere yeni bir umut diye satan burjuva partilerin yarattığı siyasallaşma, çarpık ve sözde bir siyasallaşmadır. Dolayısıyla mevcut olumsuzluğu asla ortadan kaldırmamaktadır. AKP örneğinin kanıtladığı bir gerçek var. Beyler, paşalar, patronlar saltanatının hüküm sürdüğü bu dünyada, kitlelerin dini inançlarını istismar ederek, onlara “katlanmayı”, “isyan etmemeyi”, “boyun eğmeyi” öğütleyen bir burjuva partisinin işçi sınıfının yeniden uyanışına hiçbir hayrı dokunamaz. İşçi-emekçi kitlelerin sorunları, sözümona yeni görünümlü burjuva partilerle çözümlenemez. Kapitalizmin yarattığı yoksulluk, işsizlik, haksız savaşlar ve toplumsal yozlaşma bataklığından kurtulabilmek için, işçi sınıfının devrimci bir siyasal örgütlenmeye ihtiyacı var.
Devrimci siyasetin işçi kitlelerini hareketlendiren rüzgârı ve buna bağlı olarak sendika tabanlarından sendika bürokrasisine yönelen mücadele olmaksızın, sendikal alandaki bataklığın kurutulması mümkün olmayacak. Bu çözümleme, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesindeki canlanmanın da devrimci mücadeleye ivme kazandırabileceğinin yadsınması anlamına gelmiyor. Devrimci çabaların işçi hareketinde yaratacağı ilerleme ile kendiliğinden silkinişler arasında, her düzeyde dönüp birbiri üzerinde etkide bulunan canlı bir diyalektik ilişki var. Bu ilişkiyi yok sayan ve hareketlenmenin kendisini tek yönlü tasavvur eden yaklaşımlar skolastik mantığa hizmet ediyorlar. Yine de birincil derecede önemli olan faktörü belirtmeliyiz. Devrimci örgütlenmenin kırbacını hissetmeyen sendikal mücadele, burjuvazinin yedeğine koşulmaktan asla kurtulmamıştır ve kurtulamaz da.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseliş kaydettiği dönemlerde daha geniş kitlelerce ve daha kolay biçimde kavranan bazı temel yaklaşımlar, siyasal gericilik dönemlerinde genelde çok yönlü çarpılmalara maruz kalıyor veya unutuluyorlar. Sendikal mücadeleye devrimci yaklaşımın nasıl olması gerektiği konusu da buna örnek teşkil ediyor. Sınıf mücadelesinde işçiler aleyhine cereyan eden gerileme dönemleri, yalnızca işçi örgütlerini değil devrimci düşünce ve yaklaşımları da daha önce kazanılmış mevzilerden bir hayli gerilere savurabiliyor. Böylece geçmişte kaldığı sanılan hastalıklar yeniden bünyeyi sarabiliyorlar. Eski hastalıkların her yeni tarihsel aşamada bir dönem yeniden nüksedebileceği zaten Marksizmin işaret ettiği bir gerçektir.
Böylesi dönemlerde, geçmişte neredeyse herkesin bildiği varsayılan en basit gerçekleri bile bıkıp usanmaksızın yeniden gün yüzüne çıkartmak zorunlu hale gelmektedir. Üstelik boğuşmak zorunda kalınan sorunlar yüzeyde değil, derinlerdedir. Örneğin, sol sekterlik ve sendikalizm diye niteleyebileceğimiz farklı mahiyetteki iki önemli savrulmanın izlerine bugün Türkiye’de Marksist geçinenler arasında da pekâlâ rastlayabiliyoruz. Nükseden bu hastalıkların zararlı etkileriyle mücadele önemli ve güncel bir görev niteliği taşıyor. Kısacası, sınıf mücadelesini ilgilendiren hangi soruna el atarsak atalım, çözüm aynı yerden geçmektedir. Tüm enerjiyi ve çabaları, işçilerin devrimci örgütlenme ve mücadelesini güçlendirmeye hasretmek dışında bir kurtuluş yolu bulunmuyor. Sendikal mücadelede militan bir silkiniş de ancak bu sayede mümkün olacaktır.
Mevki ve makam düşkünlüğü, koltuk sevdası olmaksızın sınıf içinde devrimci çalışma yürütenler için sendikal mücadelede başarı ölçütü, işçileri daha örgütlü ve mücadeleci kılabilmek dışında başka bir şey olamaz. Tüm kapitalist ülkelerde sendikalı işçi sayısının düşüklüğü hesaba katılırsa, günümüz dünyasında güçlü bir sendikal mücadele için örgütsüzleri kazanmaya çalışmanın ne denli büyük bir önem taşıdığı da kolayca anlaşılır. Bu bakımdan, sendikasız işçilerin sendikalaşması, sendikalı işçilerin işyerleri ve fabrikalarda sendikalarına fiilen sahip çıkacak ve onları denetleyecek tarzda örgütlenmeleri için çaba sarf etmek gerektiği açıktır.
İşçi aristokrasisini besleyecek mesleki çıkarlar savunusuna, küçük işyerlerinin sendikacılar tarafından gözden çıkartılması eğilimine, vasıfsız işçilerin küçümsenmesine karşı azimli bir mücadele yürütülmeli. Sendikal demokrasiyi, militan sınıf sendikacılığını, mücadeleci taban örgütlenmesini en azimli ve ilkeli biçimde savunanlar komünistler olmalı. İşçi sınıfının mücadele birliğini sağlamak üzere, haksız savaşa, sermayenin baskılarına ve sosyal hak gasplarına karşı işçilerin ortak eylemini örgütlemeye göz dikilmeli. Muazzam bir silkiniş hiçbir alanda kendiliğinden gerçekleşmeyecek. Yeni mevziler, temel görevler yerine getirildiği ölçüde tırnakla sökülüp kopartılacak.
link: Elif Çağlı, Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum /2, Ekim 2006, https://marksist.net/node/1007