Eşitsiz ve bileşik gelişme yasası
Zıt yönlü eğilimlerin mücadelesi temelinde yol alan kapitalizm eşitsiz ve bileşik bir gelişme sergiler. Bu üretim tarzı, işletmeler, sektörler ve ülkeler bazında değişik gelişme hızlarıyla yol alır ve bu eşitsizlik kapitalist pazarların genişleyip yayılmasının da çekici gücüdür. Her “ulusal” kapitalizm er ya da geç dünya pazarına yönelmek zorunda kalır ve entegrasyon eğilimi çeşitli ülkeleri iktisaden karşılıklı bağımlılık ilişkileri içine sokar. Ortaya çıkardığı çarpık gelişme süreçlerine ve yarattığı çeşitli sorunlara rağmen, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası üretici güçlerin kapitalizm altında ilerlemesini kışkırtıcı bir faktör olarak işlev görmüştür.
Zaman içinde pek çok kapitalist ülkede iktisadi bir gelişme kaydedilmiş ve çeşitli ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi derinleşmiştir. Fakat çok açıktır ki, kapitalizmin küresel gelişimi çeşitli ülkeler veya bölgeler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmamıştır. Bu ve benzeri hususların günümüz dünyasında yeterince kanıtlanmış olmasına rağmen, kapitalizmin küresel gelişimine dair yanlış görüşler yine de az değildir. Küreselleşme konusunda sergilenen başlıca yanlış yaklaşımlardan biri, bileşik gelişme özelliğinin gözardı edilerek eşitsizlik ilişkilerine tek yönlü vurgu yapılmasıdır. Bir diğeri ise, ters uca savrulup bileşik gelişme olgusunun abartılmasıdır.
Eşitsiz gelişme yasası aslında tüm insanlık tarihine şu ya da bu ölçüde hükmetmiş olan bir yasadır. Bu nedenle kapitalizm, tarihsel gelişimin farklı halkalarını ve dolayısıyla farklı çelişkilerini yaşayan çeşitli insan topluluklarını, yani tam bir eşitsizlik durumunu kendi hareket noktası olarak bulmuştur. Yaşamın çeşitli alanlarında tarih boyunca eşitsizlik ilişkilerinin egemen olmasına karşın, kapitalizm öncesinde yer alan üretim tarzlarından hiçbiri dünya ölçeğinde bileşik bir gelişme sürecini yaratma özelliğine sahip değildir. Kısacası, eşitsiz ve bileşik gelişim yasası ancak kapitalizme özgüdür. Bu bakımdan eşitsizlik ilişkisi de kapitalizm altında büründüğü özgül yönleriyle ve bileşik gelişme özelliğiyle birlikte ele alınmalıdır.
Marx ve Engels kapitalist gelişmeyi eşitsiz olduğu kadar bileşik bir gelişme süreci olarak değerlendirdiler. Kapitalizmin yerelliği ve ulusal yalıtılmışlığı aşıp geçecek ve dünya ekonomisini yaratacak bir üretim tarzı olduğu Marksizm tarafından en net biçimde açıklandı. Çeşitli ülkelerin değişik tarihsel geçmişlere sahip oluşundan hareketle, Marx, kapitalist dönüşümün farklı biçim ve tempolarına değindi. Bu süreçte asıl sorunun, modern burjuva toplumu içindeki eklemlenme şekilleri olduğunu belirtti.
Lenin de Rusya’da kapitalizmin gelişmesini incelerken aynı konuya eğilmiş, eski ve yeni formları bir araya getiren bileşik gelişme özelliğine ve buradan da pek çok çelişkinin türediğine dikkat çekmiştir. Eşitsiz gelişme yasasına dair açılımlar Lenin’in incelemelerinde açıkça yer alır. Bu incelemelerde, kapitalist sistemde tek tek ülkelerin ve sanayi kollarının eşitsiz ve spazmlı gelişmesinin kaçınılmaz oluşu üzerinde durulur.
Kapitalizm sürekli olarak ekonomik yayılma, yeni topraklara sızma, ekonomik farklılıkların bir ölçüde üstesinden gelme doğrultusunda yol almaktadır. Böylece kendi yağında kavrulan yerel ve ulusal ekonomilerin yerini evrensel bir mali ilişkiler ağı almış, kapitalizm çeşitli ülkelerin birbirlerine yaklaşmalarına neden olmuştur. Emperyalizm, ulusal ve kıtasal düzeyde çeşitli ekonomik birimleri eski dönemlere oranla çok daha hızlı ve daha derin bir şekilde birbirine bağlamıştır.
Bir zamanlar Troçki’nin üzerinde durduğu gibi, kapitalizmin küresel gelişimi yani emperyalizm, farklı ulusların ekonomik yöntemlerini, toplumsal formlarını ve gelişme derecelerini geçmişe kıyasla daha benzer hale getirmektedir. “Aynı zamanda o, bu ‘hedefe’ öyle çelişkili yöntemler, öyle kaplanvari sıçramalar, ve geri ülkeler ve bölgeler üzerine öyle saldırılarla erişir ki, yol açtığı dünya ekonomisinin birleşmesi ve eşitlenmesi, yine onun tarafından, önceki çağlara göre daha şiddetli ve kıvrandırıcı şekilde bozulur.”[1]
Kapitalizmin dünya ülkelerinin kaderlerini birbiriyle birleştirme işini tamamen kendine özgü, yani anarşik tarzda gördüğü bellidir. Bu nedenle emperyalist aşama sistemin içerdiği zıt eğilimleri büsbütün şiddetlendirmiştir. Emperyalizm, Lenin’in de vurguladığı gibi, kapitalizmin eşitsiz gelişme özelliğini çok daha belirgin hale getirmiştir.
Eşitsiz gelişim yasasının Marksist çözümlemesi, yalnızca kapitalizmin iktisadi gelişim özelliklerinin kavranabilmesi bakımından değil, bundan türeyen siyasal sonuçların doğru tarzda ele alınabilmesi için de büyük önem arz eder. Ne var ki, Stalinist anlayış pek çok konuda olduğu gibi eşitsiz gelişim yasası açısından da Marksist kavrayışta önemli çarpılmalara neden olmuştur. Eşitsiz gelişim özelliğinin kapitalizmin emperyalist aşamasıyla birlikte ortaya çıkmış olduğuna ilişkin saçma iddia, Stalinizmin bu noktada yarattığı tahrifatı somutlar. Stalin’e göre, Marx ve Engels’in eşitsiz gelişim yasasından haberleri yoktur; zira kapitalizmin tekelci gelişimi öncesinde yaşamışlardır; o dönemde eşitsiz gelişme yasası henüz keşfedilmemiştir; zaten keşfedilebilmesi de mümkün değildir! Böylece Stalin, ideolojik ve siyasal sahtecilik okulunun üstatlarına özgü bir el çabukluğuyla hem eşitsiz gelişme yasasının anlamını iğdiş etmiş hem de bu yasanın kaşifinin Lenin olduğu yalanını uydurmuştur.
Stalin’in bu dalaveresi boşuna değildi. Amacı, Marx ve Engels’in eşitsiz gelişme yasasını bilmedikleri için tek ülkede sosyalizmin muzaffer olamayacağı sonucuna çıktıkları düşüncesine dünya komünist hareketini inandırmaktı. Eşitsiz gelişme yasasının emperyalizm çağında işlemeye başladığını ve böylece tek ülkede sosyalizmin artık pekâlâ imkân dahiline girdiğini teorize etti Stalin. Bu ve benzeri çarpıtmalarıyla, çeşitli siyasal ve iktisadi gerçeklerin kavranması konusunda tam bir bulanıklık yarattı.
Oysa işin aslı şudur: kapitalist işleyişin yarattığı siyasal çalkantı ve krizlerin çeşitli ülkelere dağılımındaki eşitsiz gelişme nedeniyle, proleter devrim pekâlâ gelişmiş kapitalist ülkelerden önce nispeten az gelişmiş ülkelerde patlak verebilir. 1917 Ekiminde Rusya’da gerçekleşen proleter devrim bu tahmini doğrular. Gecikmeli bir kapitalist gelişme yaşayan Çarlık Rusya’sında üstüste yığılan çelişkiler o dönemde bu ülkeyi sistemin son derece zayıf bir halkası konumuna sürüklemiş ve emperyalist zincir bu zayıf halkadan kopmuştur.
Günümüzde de özellikle çeşitli Latin Amerika ülkelerinin durumunda somutlandığı üzere, emperyalist sistemin zayıf halkaları iktisaden güçlü kapitalist ülkelere nazaran daha kırılgan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle de buralarda tüm siyasal ve toplumsal yaşamı altüst eden buhranların, devrimci durumların patlak verme olasılığı yüksektir. Fakat hasıl olabilecek devrimci durumlar, ancak proletaryanın devrimci bir önderliğe sahip olması koşuluyla muzaffer bir işçi devrimi ve işçi iktidarıyla taçlanabilir. Bu şaşmaz kural bir yana, sosyalizmin inşası ise tamamen ayrı bir konudur. Siyasi alanda vuku bulabilecek eşitsiz sıçramalar, iktisadi gerçeklerin dikeceği engelleri asla kendiliğinden ortadan kaldıramaz.
İşçi sınıfını iktidara getirecek ve sosyalizmin inşasını bir ölçüde başlatacak proleter sosyalist devrimler çeşitli ülkelerde eşzamanlı olmayan biçimde patlak verebilirler. Fakat işçi iktidarının muhafazası ve sosyalist inşa yolunda yürünebilmesi kesinlikle devrimin sürekli kılınabilmesine bağlıdır. Bu bakımdan, işçi devrimi hangi ülkede gündeme gelirse gelsin aslında dünya devrimi zincirinin kopmaz bir halkasıdır. Böylece siyasal devrimin eşitsiz ve düzensiz niteliğiyle toplumsal devrimin bileşik karakteri, ileriye doğru hareketi belirleyen diyalektik bir bütün oluştururlar.
Troçki’nin ifadesiyle, “Sosyalist devrimin eşzamanlı olmayan, eşitsiz ve düzensiz niteliği, kapitalizmin eşitsiz düzensiz gelişmesinden kaynaklanır; tek ülkede sosyalizmin inşasının sadece politik olarak değil fakat aynı zamanda ekonomik olarak da imkânsızlığı, çeşitli ülkelerin birbirlerine bağımlılıklarının aşırı gerginliğinden kaynaklanır.”[2] Yine onun belirttiği gibi, “Çeşitli ülkelerin eşitsiz ya da düzensiz gelişmesi, bu ülkeler arasındaki giderek artan ekonomik bağları ve karşılıklı bağımlılığı sürekli olarak bozar, fakat hiçbir durumda yok etmez.”[3]
Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası bir yandan uluslararası planda etkisini gösterirken, diğer yandan ulusal planda da hükmünü icra eder. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde bu özellik belirgin biçimde müşahede edilebilir. Ülkeler arasındaki eşitsizlik ilişkilerinin yanı sıra, aynı ulus içinde farklı alanlar ve farklı sektörler bakımından da eşitsizlik mevcuttur. Kapitalizm bir yandan küresel düzeyde bileşik bir iktisadi sistem oluştururken, diğer yandan eşitsizlik ilişkileri çeşitli düzeylerde yeniden üretilirler. Geri ülkeler ileri ülkelere yetişebilmek için onlardan bilim, teknoloji ithal etmeye, bazı alanlarda hamleler yapmaya çalışırlar. Bu nedenle aynı ulus-devlet içinde geleneksel köylü ekonomisiyle, modern sanayi üretimi; dünya pazarına ihracat yapabilen atılımcı büyük ve ileri sanayi kuruluşlarıyla, geleneksel iç pazara yönelik üretim temelinde yapılanmış dağınık, görece geri ve tutucu imalat kesimleri bir arada var olurlar. Özetle, kapitalizm bir ülke sınırları içinde en geri biçimlerle en ileri tekniği bir araya getirerek son derece çelişkili yapılar üretebilir.
Kapitalist üretim tarzının küreselleşmesi, tekelci kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesinde, büyük kapitalist tekellerin çeşitli ülkeleri karmaşık ve karşılıklı ilişkiler zinciri içine sokmasında somutlanır. Gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere yönelik sermaye hareketi, tekelci gelişimi birincilerden ikincilere taşır ve böylece kapitalizm ulaşılan en son aşamaya has özellikleriyle birlikte çevreye yayılır. Kapitalist gelişimin gecikmeli örneklerinde sıçramalı ilerleyişler kaydedilebilir, fakat bu durum çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmaz. Görüleceği üzere, kapitalizmin global hareketi tam anlamıyla eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğine sahiptir. Bu diyalektik bütünlüğü keyfi biçimde parçalayarak, iktisadi hareketin basitçe ve tek yönlü bir eşitsiz gelişme özelliği taşıdığını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmaz.
Ne var ki, Marksizmi bir tür küçük-burjuva sosyalizmine indirgeme eğiliminde olan yazarlar tarafından bu tür iddialar yıllardır ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilebiliyor. Reformist ve küçük-burjuva sosyalist yaklaşımlar, emperyalist ülkeler karşısında az gelişmiş ülke halklarını destekler gözükmelerine karşın oportünist bir niteliğe sahiptirler. Unutulmasın ki sağlam politikalar ancak sağlam değerlendirmeler üzerinde yükselebilir. Kapitalist hareketin bileşik yönünü ısrarla gözardı edip yalnızca eşitsiz gelişmeden söz edenlerin siyasal meşrebi bellidir. Böylelerinin, üçüncü dünyacı diye bilinen sınırlı bir muhalif tutumu aşabildikleri görülmemiştir. Örnekse, bu siyasal kulvarda ün yapmış Samir Amin ve benzerlerinin görüşleri hatırlanabilir.
Eşitsizlik içinde eşitsizlik
Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişim yasası temelinde hiyerarşik bir yapılanma yaratmıştır. Başında hegemon güç ABD’nin yer aldığı üst katmanın önde gelen emperyalist ülkeleri, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya, oluşturdukları çeşitli organizasyonlar[4] dolayımıyla dünya ekonomisinin gidişatı üzerinde söz sahibidirler. Bunlar kadar gelişmiş ve güçlü olmayan kapitalist ülkeler ise orta ve daha alt katmanlarda sırasıyla dizilirler. Bu yapılanma kimi ayrımlarda, “merkez” ve “çevre” ülkeler diye kabaca iki grupta da ifade edilmektedir. Çevre (periferi) olarak adlandırılan grubun içinde yer alan ülkelerin homojen durumda olmadıkları ve aralarında önemli gelişme farklılıkları bulunduğu unutulmamalıdır. Aslında siyasal ve iktisadi analizlerin esenliği için, orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerle az gelişmişlerin birbirinden ayırt edilmesi gereklidir.
Zaman içinde iktisadi yapılanmada yer değiştirmeler olabilir, fakat hiyerarşi devam eder. Hiyerarşik sistemin alt kademelerinden üste doğru tırmanmalar, göze batan sıçramalı bir kapitalist gelişimle kendilerini dışa vururlar. Örneğin bir zamanlar az gelişmiş ülkeler basamağında anılan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler, kaydettikleri sıçramalı gelişim neticesinde orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler arasına katılmışlardır. Değişim bu noktada da durmamış, bu ülkeler zamanla artık dünya ölçeğinde dikkate alınması gereken bölgesel güçler düzeyine yükselmişlerdir. Türkiye bugün gelişmiş ülkeler listesinde yirmi birinci sırada yer almakta ve bölgesinde bir alt-emperyalist güç olmak için çırpınmaktadır.
Troçki eşitsiz gelişme konusunda önemli bir hususa değinir ve farklı ülkelerin ve kıtaların tarihsel gelişimindeki eşitsizliğin kendi içinde de eşitsiz olduğunu açıklar. Örneğin Avrupa ülkelerinin birbirlerine göre eşitsiz geliştikleri bilinir. Ayrıca Avrupa ülkelerinden hiçbiri, Amerika’nın Avrupa’nın önünde koştuğu gibi diğerlerinin önünde koşmaya muktedir olmamıştır. Kısacası, farklı bölgelerde etkili olan eşitsizlik ölçüsü de eşitsizdir. “Amerika için bir eşitsizlik ölçüsü vardır, Avrupa için bir başka.”[5] Coğrafi ve tarihsel koşulların farklılığına bağlı olarak, çeşitli ülke ve bölgelerin bileşik gelişimi de farklı düzeylerdedir.
Geri bir ülkenin gelişmesinin, tarihsel sürecin değişik evrelerinin özgün bir kombinasyonuna yol açacağı aşikârdır. İktisaden geriden gelen ülkeler, ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarından yararlanabilirler. Kapitalizm insanlığın gelişmesini, kendi anarşik yasaları temelinde bile olsa evrensel düzeye çıkarmıştır. Bu nedenle geri bir ülke ileri ülkelerin çekim gücüyle harekete geçebilir ve tarihsel sıçramalar esnasında daha önce yaşanmış olan bir sıraya aynen uymak mecburiyetinde de değildir.
Troçki, “tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir– bir halka, bir dizi ara aşamayı atlayarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkânı tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar” der.[6] Ama ara aşamaların üzerinden atlama imkânı yalnızca bir olasılıktır, gerçekleşir ya da gerçekleşmez; ortaya çıkacak sonuç ilgili ülkenin iktisadi ve kültürel kapasitesine bağlıdır.
Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler diye ortak başlıklar altında toplasak bile, bu tür ülkelerin gelişme temposunda da büyük eşitsizlikler söz konusudur. İster “ulusal kalkınmacı” ister “emperyalizme bağımlı” bir çizgi izlenmiş olsun, aslında bir ülkede kapitalist gelişimin hızı o ülkenin sahip olduğu yapısal özellikleri ve tarihsel geçmişiyle yakından ilişkilidir. Örneğin sömürge statüsünden kurtulup ulus-devlet düzeyine yükselen bazı Afrika ülkelerinde kapitalizmin düşük gelişme hızı, yalnızca emperyalist ülkeler tarafından dayatılan dışsal bir özellik değildir. Bu ülkeler, kapitalist bir dünyada kabile düzeninden birdenbire ulus-devlet statüsüne yükselmenin sancılarını uzun süre çekmek zorunda kalmışlardır. Ulusal pazarın ve sanayiin gelişimi bakımından elverişli bir alt yapının bulunmadığı koşullarda ulus-devlet statüsünün kazanılması, bu nitelikteki hiçbir ülkeye kendiliğinden bir iktisadi sıçrama fırsatı sunmamıştır.
Yakın zamanların tarihi, gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmişlere doğru önemli bir sermaye hareketinin olabilmesi ve bu temelde iktisadi bir canlanma yaşanabilmesi için, kapitalist gelişmeye elverişli birtakım koşulların bulunmasının şart olduğunu gösteriyor. Örneğin Türkiye gibi, bazı Latin Amerika veya Güney Asya ülkeleri gibi önemli bir gelişme potansiyeli taşıyan kapitalist ülkelerde emperyalizm faktörüne rağmen iktisadi ilerleme sağlanmıştır. Ama Kıta Afrika’sında veya Hint alt-kıtasında olduğu üzere, kimi az gelişmiş bölge ve ülkelerde ise böyle bir gelişme kaydedilememiştir.
Uzun yıllar boyunca yalnızca birer ucuz hammadde deposu konumunda tutulan veya doğal zenginlikler bakımından pek de şanslı olmayan geri kalmış ülkeler, küresel kapitalist gelişmeden henüz nasiplerini alamamışlardır. Küresel kapitalizmin ülkeler arasında var olan ve bazı durumlarda uçurumlar anlamına gelen gelişme farklılıklarını ortadan kaldırmadığı önemli bir hakikattir. Kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler günümüzde de her düzeyde yine eşitsiz tempolarda üretilerek devam etmektedir.
Somut yaşamda cereyan eden tüm bu gelişmeler, kapitalist küreselleşmenin sanki dünyada eşitsizlikleri ortadan kaldıracak bir olguymuşçasına sunulmasının nasıl bir burjuva yalanı olduğunu gözler önüne seriyor. Küreselleşmenin nihayet her ülkeyi abad edeceği, hemen her yere tatmin edici bir iktisadi kalkınma fırsatı sunacağı ve hele sınıflar arasındaki eşitsizlik uçurumunu zamanla kapatacağı iddiası koskocaman bir palavradır. Günümüz dünyası tam tersi yöne işaret ediyor. Kaldı ki, gezegenimizdeki sosyal ve iktisadi uçurumların büyümesinden endişeye kapılan kimi burjuva ideologlar bile artık bazı yakıcı gerçeklere değinmeden yapamıyorlar.
Küreselleşmenin kendiliğinden gidişatı içinde pek çok Afrika ülkesi için bir umut ışığının görülemediği açıkça dile getiriliyor. Emperyalist sistemin üst düzey kuruluşlarından biri olan Dünya Bankasının bazı uzmanları, bu ülkelere yardım eli uzatılmadığı takdirde ortaya çıkacak devasa sorunlardan bahsediyorlar. Az gelişmiş ülkelerin borç yükünde hafifleme sağlamanın ve birikmiş borçların hiç değilse bir kısmının iptalinin, sistemi tehlikeli patlama olasılıklarından kurtarabileceğine dikkat çekiliyor. Kapitalist sistem bir yanda insanlığın geleceği açısından kıyamet alametleri sergilerken, diğer yanda ise sistemin uzak görüşlü temsilcileri kapitalist işleyiş içinde çözümlenebileceğini umdukları bazı sorunlara çözüm arama telâşı içinde görünüyorlar.
Küresel yoksulluk nedeniyle uygarlığın tehdit altında olduğu ve yoksullukla mücadele edilmesi gerektiği yolundaki görüşler artık bizzat burjuva medya tarafından dile getirilmektedir. Kapitalist sistemin önde gelen temsilcileri, tam bir iki yüzlülükle, ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanmasının, geri ülkelerde demokrasinin tesisinin veya çevreyi korumanın gezegenimizin en temel sorunları olduğunu belirtmektedirler. Bu sorunlarla mücadelede küresel işbirliğinin kaçınılmaz olduğu her fırsatta vurgulanmaktadır. Hatta Dünya Bankasının, Paul Wolfowitz’in başkanlığında (şu bildiğimiz ABD Savunma Bakan Yardımcısından bozma ve şahinler ekibinin önde gelenlerinden Wolfowitz!) küresel yoksulluk ile mücadeleye öncelik vereceği bile açıklanmıştır.
Bu durumun yansımalarına Türkiye’de de tanık oluyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan, dünyanın önde gelen ekonomi ve siyaset uzmanlarının katıldığı Forum İstanbul 2005 toplantısında yaptığı konuşmada, küreselleşmenin insanı göz ardı ettiğini ve bu mantıkla, küreselleşen teröre karşı bir şey yapılamayacağını söylemiştir. Bu tür açıklamaların, Dünya Bankasının eski başkan yardımcılarından Kemal Derviş’in Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanlığına getirilmesi ile bağıntılı oluşu da ayrıca dikkat çekicidir. Emperyalist üst kuruluşlar bir yandan yoksul kitlelerin sırtından sopayı eksik etmezlerken, diğer yandan da bazı elemanlarını havuç sallayan “hayırsever papazlar” rolünde görevlendiriyorlar.
Açlık ve susuzluk içinde kavrulup giden milyonlarca yoksul insanın yaşadığı Afrika ülkelerine daha fazla “yardım” talep edilmesinde veya yoksul ülkelerin (zaten ödeyemeyecekleri belli olan!) borçlarının iptali için “hayırsever” kampanyalar yürütülmesinde ilk bakışta kötü bir taraf yok gibi görünebilir. Fakat “yoksullara yardım” ya da “borçların ertelenmesi” gibi istemlerin bizzat burjuva zirve tarafından “sahiplenilmesi”, aslında kapitalist düzene dokunmayan yatıştırıcı talep ve kampanyaların gerçek siyasal içeriğini teşhir etmesi bakımından yeterince anlamlı ve düşündürücü olmalı.
Burjuvazi devrimci yükselişleri engelleyebilmek için çeşitli siyasal taktiklere başvurmakta, sopayı da havucu da el altında tutmaktadır. Bir yandan faşizan uygulamalar yaygınlaştırılıyor. Diğer yandan, işçi sınıfının mücadele ve devrim perspektifini sulandırmak amacıyla burjuva düzeni sarsmayacak reformist yaklaşımlar empoze ediliyor.
Artı-değerin paylaşımında eşitsizlik
Azalan kâr oranlarına karşın büyük tekellerin daha büyük miktarlarda kâr elde etme hırsının rekabeti kamçılayıcı bir faktör olduğu biliniyor. Ancak kârın oluşumu rekabetle açıklanamaz. Rekabet kendi başına kâr yaratmaz, yalnızca ortalama kâr oranının oluşumunu etkiler. Kârın kaynağı üretim sürecindeki artı-değer sömürüsünde yatar. Kapitalistlerin bir bölümünün diğerlerinden daha fazla kâr elde edebiliyor oluşu ise, işçi sınıfından sağılan artı-değerin paylaşımına ilişkin bir sorundur. Marx’ın dediği gibi, bu tür bölüşüm sorunları ne artı-değerin doğasını, ne de onun kapitalist birikimin kaynağını oluşturduğu gerçeğini değiştirir.
Kapitalizmin emperyalist aşaması ve bu aşamada egemenlik kazanan tekelci gelişim, kapitalist işleyişin temel yasalarını değişikliğe uğratmamıştır. Yalnızca bunlara çok daha belirgin ve keskin nitelikler kazandırmıştır. Tekel ve rekabet birbirini dışlayan olgular değildir. Diyalektik hareketin niteliği gereğince birlikte hüküm icra ederler. Marx, “günümüzün ekonomik yaşamında yalnızca rekabeti, yalnızca tekeli bulmakla kalmıyoruz; bu ikisinin, bir formül değil ama bir hareket olan sentezini de buluyoruz” der ve devam eder: “Tekel rekabet üretiyor, rekabet tekel üretiyor. Ne var ki, bu denklem, burjuva iktisatçılarının sandığının tersine bugünkü durumun güçlüklerini ortadan kaldırmak şöyle dursun, daha güç ve daha karışık bir duruma yolaçar.”[7]
Büyük tekellerin ortaya çıkmasının, kapitalizmin daha önceki dönemlerinde irili ufaklı kapitalist işletmeler arasında yürüyen rekabet koşullarını etkilediği açıktır. Bu durum gündeme yeni tartışma konularını da getirmiştir. Tekelci güç ilişkilerine bağlı olarak ekstra bir tekel kârının ortaya çıkıp çıkmadığı tartışması buna örnektir. Tekelleşen kapitalizmde kârın kapitalistler arasında bölüşümünde kuşkusuz bir eşitlikten söz edilemez. Ayrıca tekelci koşullar işgücünün sermaye karşısındaki pazarlık gücünü zayıflatabilir ve bu dolayımla artı-değer oranında artışa da neden olabilir. Fakat son tahlilde tüm bu faktörler içinde olmak üzere belirli bir toplam artı-değer kitlesi elde edilir ve tekeller bunun dışında bir ekstra ya da süper kâr yaratmış olmazlar.
Toplam sermaye tarafından çalıştırılan toplumsal emeğin üretkenliği kapitalist sınıfın tamamı için artı-değer ya da kâr miktarını verili kılarken, diğer yandan şu ya da bu alana yatırılan sermayenin değeri ve yatırıldığı alandaki emeğin özel üretkenlik düzeyi bu sermayeye isabet edecek kâr oranını belirleyecektir. Marx’ın deyişiyle bu husus, “kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabet sözkonusu olduğunda birbirlerinin gözünün yaşına bakmadıkları halde, bütünüyle işçi sınıfı karşısında birbirine tutkun bir mason derneği kurmalarının nedenini, matematik bir kesinlikle kanıtlamış olur”.[8]
Tekelci kapitalizmin egemenliği döneminde de rekabet mekanizması ortalama kâr oranının oluşumunda bir etken olma vasfını sürdürür. Piyasadaki rekabet, eşitsizlikleri eşitleme doğrultusunda genel bir eğilim yaratır. Ancak buna rağmen toplam kâr, sermaye grupları arasındaki güç dengesine göre eşitsiz dağılır. Daha güçlü olanlar yatırdıkları sermayeye oranla daha yüksek bir kâr oranı elde etmiş olurlar. İşte bu anlamda, yani zayıftan güçlüye aktarılan ve böylece ortalamanın üstüne çıkan bir tekel kârından söz edilebilir.
Marx tekel kârı konusunda şunları söyler: “Ensonu, eğer artı-değerin ortalama kâr halinde eşitlenmesi, çeşitli üretim alanlarında, yapay ya da doğal tekeller şeklinde ve özellikle toprak mülkiyetinde tekel şeklinde engellerle karşılaşır ve bu tekel sonucu, üretim-fiyatı ve metaların değerinin üzerine yükselen bir tekel fiyatı oluşursa, metaların değeri tarafından konulan sınırlar böylece ortadan kalkmış olmaz. Belirli metaların tekel fiyatı, yalnızca, diğer meta üreticilerinin kârlarının bir kısmını, tekel fiyatına sahip metalara aktarmış olur. Artı-değerin çeşitli üretim alanları arasındaki dağılımında dolaylı bir yerel dengesizlik ortaya çıkar, ama bu durum, bu artı-değerin sınırını değiştirmez.”[9]
Emperyalist kapitalizm sermayenin dolaşımına global bir nitelik kazandırmıştır. Nitekim sermaye baronları da, daha Bretton Woods anlaşmasından başlayarak günümüzdeki IMF ana sözleşmesine dek, ulus-devletlerin sermayenin serbest dolaşımı önüne çıkartabileceği engelleri ortadan kaldıracak düzenlemeler peşinde koşmuşlardır. Gelişmiş ülkelerin sermaye sahipleri, ucuz emeğin olduğu ülkelere serbestçe nüfuz edip daha çok kâr elde edebilmenin yollarını yaratmışlardır. Fakat konu emeğin serbest dolaşımı olduğunda iş tamamen değişir. Bu kez ulus-devletlere bölünmüşlük olgusu da, göçmen işçilerin serbest geçişini yasaklayan veya frenleyen ulusal sınırlar da, yaşayan gerçekler olarak karşımıza çıkarlar. Hatta dünya genelindeki olumsuz durum bir yana, AB içinde bile emeğin serbest dolaşım hakkı, üye ülkelerin gelişmişlik düzeyine koşut biçimde tanınmakta ve sonuçta şu ya da bu şekilde sınırlanmaktadır.
Kapitalizm sermayeye büyük bir hareket serbestisi kazandırırken, emeğin serbest dolaşımı önüne gerçekten de sayısız engeller diker. Kapitalizm altında ilerleyen küreselleşmenin sağladığı bazı yararlar, emek ve sermaye cephesine hiç de eşit biçimde dağılmamaktadır. Kapitalist gelişme sermaye dolaşımına ve üretim sürecine kaçınılmaz olarak uluslararası bir karakter kazandırır ve ülkeler arası çok yönlü ilişkileri geliştirirken, işçi sınıfı hareketine ve onun örgütlerine asla kendiliğinden bir ilerleme vaat etmez.
İşine gelmediği noktalarda göçmen işçi akınını insafsız yöntemlerle durdurmaktan çekinmeyen sermaye, ucuz emeğin kendisine sağlayacağı yararı da bizzat kendi akışkanlığı temelinde değerlendirmek istemektedir. Büyük tekeller tüm dünyayı kendi “çiftlikleri” haline getirerek, dilediklerinde üretimlerini ücretlerin alabildiğine düşük olduğu bölgelere kaydırıyorlar. Çeşitli ülkelerdeki kapitalist üretim süreci ulusal niteliğini yitirip evrenselin bir parçası haline gelmekte ve işgücü sömürüsü de böylece küreselleşmektedir. İşçi sınıfı açısından patronun uyruğu hiçbir önem taşımamaktadır. Kapitalist üretim süreci, dünya işçilerinin küresel ölçekte yarattığı toplam artı-değerden çeşitli ülkeler burjuvalarının güçleri oranında pay aldıkları bir süreç niteliği kazanmıştır.
Ne var ki kapitalizmin küreselleşmesi ulus-devletlerin varlığından türeyen bölünmüşlüğü, ulusal rekabet ve çelişkileri ortadan kaldırmamıştır. Büyük sermaye dolaşımının globalleşmesi farklı ulus-devletlerdeki üretim süreçlerini giderek birbiriyle daha ilişkili hale getirmiştir, fakat bu nedenle diyelim ABD ekonomisiyle Alman ekonomisi çatışmasız tek bir ekonomik formasyona dönüşmemiştir. Hatta daha çarpıcı bir örnek olması bakımından, AB’nin içine sürüklendiği son kriz ve bizzat AB ülkeleri arasında ortadan kalkmayan rekabet ve sürtüşmeler hatırlanabilir. Ayrıca küreselleşen kapitalizme rağmen, merkezde yer alan emperyalist ülkelerle periferideki daha az güçlü kapitalist ülkeler arasındaki değişim ilişkileri eşitsizlik temelinde yol almaya devam etmektedir.
Gelişme dereceleri farklı olan kapitalist ülkeler arasındaki değişime egemen olan yasa, eşit olmayan değerlerin değişimidir. Daha iyi durumdaki ülke bu değişimde daha az emeğe karşılık daha fazla emek elde etmiş olacaktır. Aradaki farkın, emek ile sermaye arasındaki her değişmede olduğu gibi, belli bir sınıf tarafından cebe indirileceğini belirtir Marx.[10] Yani burada söz konusu olan bir “ulusal sömürü” değil, sınıfsal sömürüdür. Eşitsiz değişim ilişkileri nedeniyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfı, az gelişmiş ülkeler işçi sınıfını sömürmüş olmamaktadır. Değer transferi, dünyanın neresinde olursa olsun esasen burjuvazinin hesabına geçmektedir.
Dünya pazarında büyük bir güce ve kontrol olanağına sahip olan tekelci büyük sermaye gruplarıyla daha az güçlüler arasındaki eşitsizlik ilişkileri yalnızca global ölçekte değil, ulusal ölçekte de üretilirler. Böylece gerek ülke içinde gerek evrensel düzeyde, nispeten küçük işletmelerden büyük tekellere doğru bir artı-değer transferi gerçekleşir. Artı-değerin paylaşımındaki eşitsizlik ilişkilerinden kaynaklanan ekstra tekel kârına el koymak yalnızca emperyalist ülkelerdeki büyük sermayenin değil, en ulusalcısından en kozmopolitine dek tüm büyük tekellerin başlıca marifetlerinden biridir.
Bu durumun bir sonucu olarak güçlü tekeller işçi sınıfı karşısında diğerlerine oranla çok daha yüksek bir pazarlık gücüne ulaşmakta ve işlerine geldiği takdirde görece iyi bir ücret politikası da izleyebilmektedirler. Çeşitli düzeyde tartışmalara konu olan ve bir zamanlar Lenin’in de açıkladığı üzere işçi aristokrasisinin kaynağı olarak gösterilen tekel kârları yalnızca emperyalist ülkelere has bir olgu değildir. Bu durum tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfı içinde gelir düzeyi farklılıklarına yol açmakta ve ayrıcalıklı kesimler yaratmaktadır. Fakat bu ve benzeri eşitsizlikler kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz iktisadi sonuçlarıdır. Komünistler açısından hüner, işçiler arasında var olan nesnel farklılıklara rağmen sınıfı bölmeyip birleştirecek bir devrimci örgütlülüğü enternasyonal düzeyde inşa edebilmektir.
Artı-değerin paylaşımındaki eşitsizlik ilişkileri burjuvazinin iç sorunudur. Nasıl ki bir ülke sınırları içinde tekelci burjuva kesimlerle diğer burjuva kesimler arasındaki eşitsiz artı-değer paylaşımı, işçi sınıfının bunların ortak sömürüsü altında olduğu gerçeğini değiştirmiyorsa, küresel ölçekte de durum budur. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde işçi sınıfının yarattığı artı-değere yalnızca yabancı patronlar değil, öz be öz yerli patronlar hem de seve seve el koyuyorlar! Kapitalist sömürü sınıfsal bir sorundur, ulusal değil. Ülkeler değil, işçi sınıfı sömürülüyor.
Proletaryanın “ulusal çıkarları savunma” veya “yurtseverlik” adına kendi bağımsız mücadele çizgisini savunmaktan geri durmaması için, bu gerçeklerin sınıfa öncelikle kavratılması gerekiyor. Bu noktada yanlışta ayak direyen ulusalcı küçük-burjuva siyasetler ise, “devrimciliği”, burjuvazinin iç çelişkileri üzerine inşa etmek gibi bilinç bulandırıcı ve uğursuz bir işlev görmeye devam ediyorlar. Oysa kapitalizm insanların vatan diye sahiplendiği toprağı, yerlerini, yurtlarını, onların elinden alıp çoktan burjuvazinin çek defterlerine, kasalarına tahvil etmiş bulunuyor. Komünist Manifesto’dan itibaren vurgulandığı gibi, olmayan bir şeyi işçilerin elinden alamazsınız, “işçilerin vatanı yoktur”! Ancak işçi devrimi ve işçi demokrasisi sayesinde dünyanın her karış toprağı, emeğiyle yaşamını üreten tüm insanlığın barış ve mutluluk içinde paylaştığı bir yere dönüşecektir.
[1] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.23
[2] Troçki, age, s.49
[3] Troçki, age, s.24
[4] Gelişmiş yedi büyük ülkenin oluşturduğu ve 1998’de Rusya’nın da katılımıyla artık G-8’ler diye anılan platform bunun somut örneğidir.
[5] Troçki, age, s.19
[6] Troçki, Rus Devriminin Tarihi, Yazın Yay., c.1, Ekim 1998, s.15
[7] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., s.37
[8] Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., s.177
[9] Marx, Kapital, c.3, s.755
[10] Marx, age, s.212
link: Elif Çağlı, Küreselleşme /3, 12 Haziran 2005, https://marksist.net/node/240