Geri mi bıraktırıyor?
Günümüzde dikkatle irdelenmesi gereken hususlardan biri de, emperyalizmin veya yeni adıyla küreselleşmenin az gelişmiş ülke ve bölgeleri geri bıraktırdığı yolundaki görüşlerdir. Ekonomik bakımdan çok daha gelişmiş ve güçlü durumdaki kapitalist ülkelerin egemen konumu, geri ülkelerin iktisadi gelişimi üzerinde gerçekten frenleyici ve geciktirici bir etki mi yaratmaktadır? Aslında bu ve benzeri soruları, ülkelerin tarihsel gelişme farklılıklarını ve buradan türeyen çeşitlilikleri göz ardı eden tek yönlü ve mekanik genellemelerle yanıtlamaya teşebbüs etmek tamamen yanlış olacaktır.
Kapitalizm tarihsel ilerleyişi içinde farklı kesitlerde ve farklı coğrafyalarda, kimi zaman birbirinden oldukça değişik görünebilen çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Bu üretim tarzı yalnızca az gelişmiş ülkeler bağlamında değil genelde dünya ekonomisinin bazı alanlarını geliştirirken, bazılarının gelişimini frenleyebilir. Fakat bu tür etkiler de son tahlilde mutlak değil görelidir. Zira kapitalizm yalnızca eşitsizlik üretmez; ayrıca bileşik bir gelişme özelliğine sahiptir.
Girdiği tüm alanlarda eski yapıları çözücü bir etken olan kapitalizm, eski ve yeni formların içiçe geçtiği karmaşık ve dengesiz kapitalist gelişme süreçlerini tetikler. Nitekim daha önce bu üretim tarzının egemen olmadığı çeşitli bölge ve ülkelerde, üretim ilişkileri zamanla kapitalizm doğrultusunda çözülmüştür. Eski yapıların kapitalist ilişkilerin etkisiyle altüst oluşu, insan topluluklarının geleneksel yaşam koşullarını şok dalgaları şeklinde değişikliğe uğratan bir süreçtir. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye açısından böyle bir süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünden TC’nin kuruluşuna ve hatta oradan da yakın tarihlere dek yaşanmıştır.
Eskinin Asyatik köy komün yaşantısının uzantısı olan imece geleneğiyle, köyden kente dalga dalga gerçekleşen göçler sonucunda değişmeye başlayan yaşam alışkanlıkları, Türkiye’de uzun bir süre boyunca adeta yanyana varlık buldu. Kapitalizm temelinde kaydedilecek olan anlamlı sıçramaların bu topraklarda son derece gecikmeli biçimde, ancak 60’lardan itibaren gerçekleşmeye başlaması, kapitalistleşme sürecini bir o kadar daha sorunlu ve sancılı bir karaktere büründürdü. Hatta o kadar ki, bu ülkede alttan alta ilerleyen kapitalist gelişim sürecine rağmen, Türkiye’nin kapitalist mi yoksa yarı-kapitalist/yarı-feodal bir ülke mi olduğu tartışması 60’lı ve 70’li yıllar boyunca sol kesimlere egemen olabildi. Bu durum bugünden bakıldığında biraz gülünç gelse bile, Türkiye’de kapitalist gelişmenin çarpıcı görüntüleriyle ancak ‘80 sonrasında ete kemiğe büründüğü de bir gerçekliktir. Toplumun çivisini yerinden çıkartmakla ünlenen devri Özal, kapitalizmin bu topraklarda muazzam bir sıçrama kaydederek pek çok eski tartışmayı da tarih sayfalarına gömdüğü bir dönem olma özelliği taşır.
Eski iktisadi yapı ve alışkanlıkların tasfiyesi ve yeninin inşası, dünya genelinde de kapitalist ilerleyişin plansız ve anarşik doğası temelinde gerçekleşmiştir. Bu tür tarihsel süreçler, onu yaşayan kuşakların nice acılar çekmesi pahasına yol alabilir ancak. Dünyanın iktisaden geri coğrafyalarında yaşanan kapitalistleşme süreçleri ise, bu gelişimi kendi doğal evrimi içinde yaşayan Batılı ülkelere nazaran çok daha eşitsiz ve orantısız ilişkiler yaratmış ve çekilen acılar da bir o kadar fazla olmuştur. Oldukça durağan veya Asyatik bir tarihsel geçmişe sahip bölge ve ülkelerde, kapitalizmin, onu bizzat içinden çıkaran Batı toplumlarına oranla çarpık bir gelişme süreci olarak tezahür etmesinin nedeni budur.
Çeşitli ülkelerde olduğu üzere böyle bir süreç Çarlık Rusya’sında da yaşanmış ve devrimci harekette pek çok tartışmaya konu olmuştu. Örneğin Narodnikler, Avrupa ülkelerinden farklı bir tarihsel geçmişe ve farklı üretim ilişkilerine sahip olan Rusya’da kapitalist gelişmenin olanaksız olduğunu savunuyorlardı. Zira onlara göre Rusya’da iç pazar köylülüğün yıkımı nedeniyle daralmaktaydı. Öte yandan dış pazar olmaksızın artı-değerin gerçekleştirilemeyeceğini ve kapitalist gelişme yoluna geç giren Rusya gibi bir ülkenin ise dış pazar olanağından zaten yararlanamayacağını iddia ediyorlardı.
Bu yaklaşım kapitalist gelişimin Marksist kavranışına aykırıydı ve Lenin tarafından eleştirildi. Zira ciddi çelişkilerle yüklü bir süreç temelinde ve yabancı sermayenin itkisiyle bile olsa, Rusya’da kapitalist gelişim mümkündü. Kapitalist gelişimin Rusya benzeri ülkelerde sergilediği özelliklere Troçki de kapsamlı biçimde değindi. Çarlık Rusya’sının dış ülkelerle geliştirdiği ilişkiler bu siyasal rejimin elini güçlendirir görünürken, beri yanda kaçınılmaz olarak kapitalist bir gelişmeyi teşvik etmekteydi.
Kapitalistleşme süreçlerinin sergilediği çelişik özelliklerin diyalektik tarzda kavranamaması, şu ya da bu eğilimin tek yönlü abartılması veya mutlaklaştırılması, sol harekette çeşitli savrulmalara ve Marksizmle bağdaşmayan teorilerin icadına neden olur. Muhtelif Troçkist çevrelerin, Troçki’nin sağlam değerlendirmelerini zaman içinde deforme etmeleri de aynı kapsamda savrulmalardır. Örneğin, emperyalizmin az gelişmiş ülkeleri mutlak olarak geri bıraktırdığı yolundaki iddialar bazı Troçkist çevreler arasında da yaygın biçimde kabul görmüştür.
Oysa bizzat Troçki’nin açılımları bu tür iddialara verilmiş bir yanıt niteliği taşıyor. Kapitalist gelişmenin çeşitli ülkelerin ekonomik ve kültürel düzeylerini görece eşitleme doğrultusunda yol aldığına işaret eder Troçki. “Bu ana süreç olmaksızın, önce Avrupa’yla İngiltere’nin ve daha sonra Amerika’yla Avrupa’nın görece eşit düzeye gelmesini; sömürgelerin sanayileşmesini, Hindistan ve İngiltere arasında kapanan aralığı ... kavramak imkansız olurdu”[1] der. Bu ve benzeri satırlar, diyelim Hindistan gibi ülkelerde kapitalizm altında iktisadi ilerleme sağlanamayacağı, eski sömürgelerde sanayileşmenin gerçekleşemeyeceği şeklindeki görüşlerin Troçki’nin çözümlemeleriyle bağdaşmayacağının açık kanıtını oluşturuyor.
Kuşkusuz burada sözü edilen iktisadi gelişmeler asla düz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez; çeşitli çelişkiler ve çarpıklıklar, yeniden üretilen eşitsizlik ilişkileri arasında kendilerine bir yol bulmaya çalışırlar. Fakat çelişki ve çarpıklık zaten kapitalizmin doğasında vardır. Nitekim Troçki de bu önemli hususa dikkat çeker. Kapitalizmin, ülkeleri birbirine ekonomik olarak yaklaştırıp bunların gelişme aşamalarını nispeten eşitlerken, bu işi tamamen kendine özgü yani anarşik yöntemlerle gerçekleştirdiğini belirtir. Öyle ki, sürekli olarak kendi eserini baltalamakta, bir ülkeyi veya sanayinin bir kolunu diğerinin karşısına çıkarmakta, dünya ekonomisinin bazı parçalarını geliştirirken diğerlerinin gelişmelerine engel olup geriye savurmaktadır.
Geçmişte sömürgeci ülkelerin, sömürge ve yarı-sömürge konumundaki ülkelere ucuz hammadde deposu olarak baktıkları sürece buralarda anlamlı bir sanayileşme atılımının kaydedilmediği doğrudur. Bu durumun bir sonucu olarak sömürge sahibi ülkeler, ucuz hammadde, ucuz enerji, ucuz işgücü temin edebilmişler ve eşitsiz gelişmenin nimetlerinden alabildiğine yararlanmışlardır. Fakat gerçeklik yalnızca bundan ibaret değildir. Sömürgeci işleyişten farklı olarak, emperyalist kapitalizm, vaktiyle kapitalist gelişmeye sahne olmayan ülke ve bölgeleri bile zamanla kapitalist işleyiş içine çekme eğilimindedir. Bu tarz bir kapitalistleşme, erken sanayileşen ülkelere nazaran iktisadi ve toplumsal sürece son derece çelişkili ve sancılı bir nitelik kazandırır; ama yine de üretici güçleri ilerletici bir işlev görür.
Sömürgecilikten emperyalizme evrilmiş bulunan kapitalist yayılmacılığın etkilerini dikkatle irdelemeyip, emperyalizmin eski sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde iktisadi durgunluğa ve gerilemeye yol açacağını iddia eden görüşler ihtiyatla karşılanmalıdır. Her şeyden önce, iktisadi ilerleme ya da gerileme şeklindeki tespitlerin neye kıyasla yapıldığı üzerinde düşünmek gerekiyor. Emperyalist kapitalizmin eski yapıları çözücü etkisi olmasaydı bu ülkelerde üretici güçlerde daha hızlı bir gelişme yaşanabileceği varsayımı, tarihsel gelişme yasalarıyla bağdaşmayan saçma ve asılsız bir yaklaşımdır.
Emperyalist ülkelerin kendi nüfuz alanlarına giren bölgeleri iktisaden sürekli geri konumda bırakmaları, uzun vadede dönüp kendilerini vuran ve tıkanıklığa sürükleyen bir etmen olurdu. Emperyalist güçler, dünyanın bütününde daha önce el değmemiş alanları kapitalizme açmak, sanayileşme sürecini buralarda da şu ya da bu tempoda ilerletmek ve zamanla tüm bölgeleri daha derinlemesine biçimde kapitalist işleyişe dahil etmek ihtiyacı içindedirler. Bu ihtiyacın hangi ölçüde ve tempoda giderilebileceği ya da yaşamın binbir çelişkisi nedeniyle iktisadi zorunlulukların kendilerine nasıl da eşitsizlikler içinde yol açabileceği gibi gerçekler, son tahlilde kuralı değiştirmez. Nitekim kapitalizmin çeşitli ulusları kendi ilişkiler ağına çekmesi neticesinde, bir zamanlar kapitalizm öncesi üretim tarzlarının egemen olduğu çok sayıda irili ufaklı ülke kapitalistleşmiştir. Böylece kapitalist üretim süreci giderek tam bir uluslararası veya son dönemlerin geçerli tabiriyle küresel karakter kazanarak ilerlemiştir.
Gelir dağılımında bozulma
Dikkatle yaklaşılması gereken bir başka iddia ise, emperyalist yayılma alanı içine giren ülkelerde gelir dağılımının bozulacağı yönündedir. İlk bakışta mantıklı gibi gelen bu tarz yaklaşımların ardında, kapitalist kötülüğün kaynağını yalnızca bir dış tehdit olarak göstermek isteyen çarpık anti-emperyalizm anlayışları yatıyor. Oysa hangi ülke söz konusu olursa olsun, kapitalist işleyişin bizzat kendisi zamanla gelir dağılımını işçi sınıfı ve emekçi kitleler aleyhine bozma eğilimi taşır. Kısacası bu melânet, yalnızca, emperyalizmin az gelişmiş ülkelere el atmasıyla sınırlı bir olgu değildir.
Kapitalizmin küresel düzeyde yol alması ve özellikle de ’80 sonrasında izlenen neoliberal politikalarla birlikte zengin ve yoksul arasındaki uçurum dünya genelinde inanılmaz ölçülerde derinleşmiştir. Örneğin 1960 yılında dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’sinin ortalama geliri, en yoksul yüzde 20’sinin gelirinin yaklaşık 30 kat fazlasıydı. Oysa 2000’lerde bu oran 80 katı aşmıştır. Ayrıca çok açıktır ki, kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizliğin yanı sıra bizzat bu ülkelerin içindeki eşitsizlik de artan oranda yeniden üretilmektedir. Küreselleşen kapitalizmin dünya genelinde yarattığı sosyal uçurumlar inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Dünyadaki en zengin 225 kişinin toplam serveti 1 trilyon doları geçerken, bu rakamın dünyanın en yoksul 2,5 milyar insanının toplam yıllık gelirine eşit olduğu söyleniyor. Bir başka çarpıcı örnek, en yoksul 48 ülkenin toplam üretim değerinin dünyanın en zengin üç kişisinin toplam varlığından daha az olduğudur.
Özcesi, başına küresel sıfatı getirilsin ya da getirilmesin kapitalizm işte budur. Bir yandan üretici kitlelerin gelir ve yaşam düzeyinde geçmişe oranla bir ilerleme sağlayabilir, diğer yandan tüm kapitalist ülkelerde farklı gelir grupları arasındaki eşitsizliği büyütür. En zengin kapitalist ülkeler de dahil, kitleler kapitalizmin getirdiği nispi yoksullaşmadan kaçıp kurtulamazlar. Gelirlerinde görünürde bir ilerleme kaydettiklerinde bile, işçilerin üretici güçlerdeki gelişmeye kıyasla artan ihtiyaçlarını karşılayabilme düzeyleri geriler. Küreselleşmeyi, yalnızca yoksul ülkelerde gelir dağılımını bozan bir olguymuşçasına ileri sürmek ne gerçeklerle, dolayısıyla ne de Marksizmle bağdaşmaktadır. Kapitalist gelişimin genelde zenginlik dünyasıyla yoksulluk dünyası arasındaki uçurumu derinleştirdiği Marksizmin en önemli tespitlerinden biridir.
Tartışılan sorunla ilgili bazı yanlış anlamaların önüne geçebilmek bakımından, önem taşıyan bir hususa da dikkat çekelim. Az gelişmiş ülkelerde kapitalist işleyişin gelir dağılımı üzerindeki etkisine dair karşılaştırmalar, eski toplumun çözülme dönemine kıyasla değil, bizzat kapitalizm altında biçimlenen toplumsal koşullar bağlamında yapılmalıdır. Çünkü geleneksel tarım ülkelerinde kapitalist işleyiş öncesine damgasını vuran önemli bir özellik, çok geniş kitlelerin yoksullukta görece eşitlik koşullarını paylaşmalarıdır. Kapitalist gelişmeyle birlikte bu durum yerini yeni bir sınıfsal yapılanmaya terk eder. Eski toplumda varlığını sürdüren köy toplulukları çözülür ve sınıflı toplumun üretim ilişkileri kapitalizm temelinde yeniden üretilir.
Kapitalist gelişmeye bağlı olarak toplumun eski yapısı darmadağın olurken, geçmişin küçük mülk sahiplerinin önemli bir bölümü proleterleşir. Sanayileşme sonucunda ulusun genel üretim düzeyi ve geliri artarken, bu gelirin bölüşümü kapitalizm altında elbette eşitsizlik temelinde gerçekleşir. Ancak bu durum yalnızca emperyalizmin hâkimiyeti altındaki az gelişmiş ülkelere has bir kapitalistleşme sürecinin değil, genel olarak kapitalist sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kısacası, emperyalizmin müdahalesi olmasaydı ulusal düzeyde daha adaletli ve gelir dağılımındaki bozulmayı engelleyen bir sanayileşmenin ve kapitalistleşmenin yaşanabileceği anlamına gelecek tüm değerlendirmeler yanlıştır. Bu tür görüşler son tahlilde burjuva milliyetçiliğine hizmet ederler.
Küçük-burjuva eleştirilerin açmazı
Marksizmin çarpıtılmadan gelecek kuşaklara taşınabilmesinin başlıca kilometre taşlarından olan Lenin, kapitalizmin geçmişe kıyasla ilerletici tarihi misyonuna dikkat çekmiştir. Büyüyen bir ulusal ve uluslararası pazar için üretim, açıktır ki iktisaden geliştirici bir rol oynar. Gerek ülke içindeki gerek ülkeler arasındaki ticari ilişkiler zamanla yoğunlaşır. Kaydedilen teknik ilerleme ve büyük ölçekli üretimin yaygınlaşması neticesinde eski nüfus yapısı ve sınıfsal bileşim hızla değişir. Kapitalist gelişim, ataerkil yaşamın eskimiş geleneklerini yıkıp geçerken, aynı zamanda modern işçi sınıfını yaratır. İhtiyaçların çeşitlenmesi ve yaşam tarzının modernleşmesiyle birlikte üretim süreci ve üretime katılanlar toplumsallaşır. Kapitalizm altında gerçekleşen bu değişim, aslında insan yaşamını geçmişten geleceğin sınıfsız toplumuna doğru taşıyan bir tarihsel ilerlemedir. Lenin’in belirttiği gibi, kapitalizmin ilerici tarihsel rolü iki kısa önermede özetlenebilir: “toplumsal emeğin üretici güçlerindeki artış ve o emeğin toplumsallaşması”.[2]
Marksizm, aydınlatılmayı bekleyen pek çok sorunda olduğu gibi, kapitalizmin çelişkili doğası konusunda da gerçekliğe ışık tutmuştur. Kapitalist üretim tarzı, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya pazarının yaratılması bakımından tarihsel bir araçtır, ama o bu görevini ancak çeşitli çelişkiler arasında icra edebilir. Örneğin kapitalizmin geçmiş üretim tarzlarına oranla sağladığı iktisadi ilerleme ile, gelişen ve emperyalistleşen kapitalizmin siyasi yaşamda yarattığı gericileşme eğilimi pekâlâ bir arada yol alabilir. Bu iki tespitin birbiriyle çelişeceğini düşünmek kapitalizmi anlamamak demektir. Lenin bu konuya genelde açıklık getirmiştir. Kapitalizmin iktisaden oynadığı ilerici rolün önemini teslim etmek, kapitalizmin olumsuz ve karanlık yanlarının tamamen bilincinde olmakla çelişmeyecektir.
Kapitalizmin ilerletici tarihsel rolü, bu iktisadi rejimin yapısında bulunan ve onun tarihi açıdan geçici niteliğini ortaya koyan derin ve çok yönlü toplumsal çelişkileri asla ortadan kaldırmamıştır, kaldıramaz da. Sorunun önem taşıyan bir başka boyutu ise, kapitalizmin derin çelişkilerini kavrayamayan küçük-burjuva siyasetlerin bu gibi tartışmalar vesilesiyle yükselttikleri itirazlardır. Narodniklerin görüşleri ve Lenin’in onlara yönelttiği eleştiriler bu konuda verilebilecek çarpıcı tarihsel örneği oluşturur. Kapitalizmin ilerletici rolünü kabul etmenin kapitalizmi savunmak anlamına geleceğini iddia eden Narodnikler, bu yanlış görüşlerini yaymak için her türlü çabayı harcamışlardır.
Kapitalizmin tarihsel misyonuna ilişkin tartışmaların Marksistler açısından çoktan aşılmış olması gerekirdi. Ama ne yazık, Marksizm adına ahkâm kesip onu küçük-burjuva dar kafalılığı yönünde kısırlaştıran siyasal eğilimler hiç eksik olmamıştır ve olmayacaktır da. Siyasal tarz ve örgütsel taktikler bakımından arada nice farklılıklar olsa bile, Lenin’in eleştirdiği Narodnik küçük-burjuva bir bakıma günümüzde de işbaşındadır. Bu küçük-burjuva, kapitalist gelişmenin aslında onun yıkılmasını mümkün kılacak koşulları da geliştirdiğini kavramaya asla yanaşmamaktadır. Geçmiş dönemlerden günümüzdeki küreselleşme tartışmalarına dek, küçük-burjuva dar görüşlülükle malûl kapitalizm muhaliflerinin sıkı sıkıya sarıldığı düşünce eskinin muhafazasıdır. Modern zamanlarda en tipik örneğini üçüncü dünyacı eğilimlerin oluşturduğu küçük-burjuva sosyalizmi, tıpkı eski dönemlerin Narodnikleri gibi, kapitalizm tarafından “bozulmamış” ve “kurtarılmayı bekleyen” halk yığınları arayıp durmaktadır.
Açıkça ifade etmek gerekir ki, kapitalizme yönelik çapsız küçük-burjuva eleştirisi tarihin hiçbir döneminde işçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirmeye hizmet etmedi. Yıllar ilerledikçe sorunlar çeşitlendi, değişti, ama küçük-burjuva anlayış hep yerinde saydı. Burjuva ve küçük-burjuva solun siyasi yaklaşımlarının etkisi nedeniyle de, dünya genelinde sosyalist çevrelere dünden bugüne pek çok konuda pek çok yanlış görüş egemen oldu. Önemli bazı gelişmelerin dünya kapitalist sistemi açısından yaratacağı total sonuçların, siyaseten hafif denilebilecek bir tarzda ve elbet gerçeklikle de bağdaşmaz yönde yorumlanması, sosyalist hareketin yalnızca şu veya bu örgüt bağlamında değil bütününde itibar kaybetmesine neden oldu. Örnekse, az gelişmiş ülke ve bölgelerin ya da çöken bürokratik rejimlerin kapitalist işleyişe artan bir hızla entegre olma olasılığını küçümseyen değerlendirmeler hatırlanabilir.
Bu tür değerlendirmeler, 60’lardan bu yana ilerleyen süreçte dünya işçi hareketinin yeni altüstlükler dönemine genelde hazırlıksız yakalanmasının da başlıca etkenlerinden biridir. Ve bu yanlış değerlendirmelerin çeşitli örneklerini gerek Stalinist gerek Troçkist çevrelerde fazlasıyla bulmak mümkündür. Örneğin dünyanın gidişatı açısından muazzam önem taşıyan gelişme olasılıkları, ya “reel sosyalizm”in kapitalizmi kolayca yenilgiye uğratacağı, ya da ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarısının kapitalizmi gerileteceği safsatalarıyla geçiştirilmiştir. Öte yandan, Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte yaşanan süreçteki gelişmelerin yorumu yine kapitalizmin çapsız bir eleştirisine dönüştürülmüştür. Bu ülkelerin kapitalist sisteme eklemlenme olasılığı fazlasıyla küçümsenmiştir. Çöküş sürecinin yaratacağı siyasal krizlerin kapitalist gelişmeye asla izin vermeyeceği yolunda kestirmeci yaklaşımlar sergilenmiştir.
Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin çöküşü, aslında bu ülkelerin dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmesi önünde esaslı bir engel bulunmadığını açığa çıkardı. Bu husus bugünün kapitalist Rusya’sıyla kanıtlanmış bulunuyor. Veya Çin’de yaşandığı üzere, hızla burjuvalaşan egemen bürokrasinin tepeden kontrolü altında gerçekleşen hummalı kapitalistleşme süreci tarafından bir kez daha kanıtlanıyor. Unutulmasın ki, esas sorun bu tür kapitalist entegrasyon süreçlerinin iktisaden mümkün olup olmadığı değildi. Marksistler açısından tarihsel problem, bu tür süreçlerin yaratacağı siyasal fırtınalardan dünya işçi sınıfının nasıl yararlanacağı ve bunun nasıl mümkün kılınabileceğiydi.
Sömürgecilik mi hortluyor?
Vaktiyle dünya toprakları sömürgeci kapitalist güçler arasında paylaşılmışken, kapitalizm 20. yüzyıl dönemecinde kolonyalizmden emperyalizm evresine sıçramıştı. Birinci Dünya Savaşı döneminde büyük kapitalist güçler dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla insanlığı büyük bir savaş cehenneminin içine sürüklediler. Gelişmiş kapitalist ülkelerin ucuz hammadde deposu veya onların mamul mallarının basit bir pazarı olarak görülen sömürge topraklarının ve nüfuz alanlarının el değiştirmesi için, çeşitli ülkelerin işçi ve emekçi kitleleri birbirine kırdırıldı.
Kapitalizm ayrıca Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu örneklerinde görüldüğü üzere, eski dönemlerin imparatorluklarına son vererek ve bu coğrafyaları da kapitalist ilişkiler sistemine katarak yol aldı. Yeni bölgelerin kapitalist sistemin işleyişine dahil edilmesi için artık mutlaka sömürge veya yarı-sömürge statüsüne indirgenmeleri gerekmeyecekti. Emperyalizmin sömürgecilikten farklı bir aşama olduğu, zamanla eski sömürge ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte çok daha net biçimde kavranabilir hale gelecekti.
Kapitalist sistemin işleyişi içinde kaydedilen gelişmeler ve farklı gelişim düzeyindeki ülkeler arasındaki iktisadi ilişkilerin niteliği yine de uzun yıllar boyunca zıt yönde yorumlara konu olmuştur. Çeşitli ulus-devletler arasındaki ilişkilere egemen olan eşitsizliğin yorumlanışındaki farklılıklar ve Marksizm adına ileri sürülen hatalı veya oportünist tezler bu durumun somut birer örneğidir. Diyelim siyasal bağımsızlığını kazanmış ve kendi ulus-devletini kurmuş ülkelerin iktisadi açıdan gelişmiş kapitalist ülkelere kaçınılmazlıkla bağımlı oluşlarından, tamamen yanlış siyasal görüş ve sonuçlar türetilmiştir. Kapitalizmin emperyalist yayılmacılığını yıllar boyunca sömürgecilik ekseninde ele alan yanlış görüşler, şimdilerde de küreselleşme tartışmaları bahanesiyle yeniden üretilmektedirler.
Nedense, küreselleşmeyi sömürgeciliğin yeniden hortlaması şeklinde açıklamaya çalışan yanlış fikirler oldukça rağbet görüyor. Küresel kapitalizmin en saldırgan ülkesi olarak sivrilen ABD, sömürgeci imparator olarak lanse ediliyor. Marksizmden nasibini almamış bu sözde globalizm karşıtlığı, kapitalist küreselleşmenin karşısına onu aşacak bir alternatif dikmekten acizdir. Küreselleşme karşısında ulusal ve yerel çıkarların savunulmasında ısrar, kapitalizme gerçek anlamda muhalefet etmemek ve onun bir biçimde muhafazasını istemek anlamına gelir. Bu anlama gelen siyasal tezler kendilerini keskin görünen “devrimci” lafazanlıkla ambalajlasalar bile işin özü değişmez, bu bir burjuva siyasetidir. Kapitalizme temel döşeyen devletçi veya yerli burjuvazinin çıkarlarını savunan ulusalcı ya da kapitalizmin orasını burasını çekiştirerek sözde düzeltmeye çalışan reformcu siyasetler, işçi ve emekçi kitleleri asla kurtuluşa götüremez. Bu tür siyasetlerin hiçbiri, yoksul ve sömürülen kitleleri daha iyi bir toplumsal düzene kavuşturamaz. Kurtuluş isteyen, gözünü geleceğe, yani kapitalizmi yıkacak işçi devrimine ve sosyalizme geçişi mümkün kılacak işçi iktidarına dikmek zorundadır.
Emperyalist güçlerin dünyada yeni nüfuz alanları oluşturma ve var olanları yeniden paylaşma çabası, sömürgeciliğe geri dönüş veya sömürgeciliğin hortlaması anlamına gelmiyor. Büyük kapitalist güçlerin dünyaya egemen olma, çeşitli ülkeleri siyasi ve iktisadi açıdan kontrol edebilme arzusu yalnızca sömürge imparatorlukları dönemine özgü değildir. Kapitalizm doğası gereği her zaman daha geniş pazarlara ulaşmayı, dünyaya yayılmayı ister. Ve dünyaya derinlemesine yayılma potansiyelleri bakımından, emperyalizm dönemi sömürgecilik dönemine oranla kapitalizmin daha ileri bir aşamasıdır. Kapitalist üretim tarzı dünya ölçeğindeki gerçek yayılma olanağını, tekelleşerek, emperyalistleşerek elde etmiştir. Bu gelişim yasasının bilincinde olan ünlü İngiliz siyasetçileri, bir zamanlar “emperyalistleşin” öğüdünü verip duruyorlardı. Bugün Türkiye benzeri ülkelerde finans oligarşisi, dünya ekonomisi içinde daha güçlü bir pozisyon elde edebilme ihtirasını “küreselleşin” komutuyla dile getiriyor.
Emperyalizmin sömürgecilik aşamasından farkı 20. yüzyıldaki gelişmelerle iyice ortaya çıkmıştır. Günümüzde emperyalist güçler, en başta da ABD, 11 Eylül sonrası saldırganlık atağıyla birlikte emperyalist yayılmacılıktan sömürgeciliğe geri dönmüş değildir. Yakın zamanlarda Balkanlar’dan başlayıp, daha sonra Asya, Afrika, Ortadoğu çeşitli bölge ve ülkeleri kapsayan yeniden paylaşım savaşlarının ve bu savaşlara eşlik eden işgallerin amacı, sömürgecilik döneminde görüldüğü gibi toprak ilhak etmek değildir. Emperyalist güçler yeniden paylaşım savaşlarını, bu topraklardaki ulus-devletlere tamamen son vermek ve onları sömürge statüsüne indirgemek üzere yürütmüyorlar.
Çağımızda büyük kapitalist ülkelerin tutkusu sömürgecilik değil, emperyalist yayılmacılıktır. O nedenle bu ülkeler tam da emperyalist aşamanın özelliklerini sergiler biçimde, kendi nüfuz alanlarını genişletip pekiştirmek amacıyla buralarda yeni siyasal biçimler oluşturma derdindedirler. Rakip emperyalist güçler, etnik, dinsel, mezhepsel ve ulusal ayrımlar temelinde birden fazla parçaya bölünebilen coğrafyalarda yeni ulus-devletler yaratabilirler. Ortadoğu gibi istikrarsız bölgelerde, vaktiyle sınırları harita üzerinde cetvelle çizilmiş ulus-devletlerin sayısı değişikliğe uğrayabilir. Fakat bu tür gelişmelerle emperyalist yayılmacılığın doğası değişmiş olmaz. Emperyalist güçler açısından hedef, yeniden paylaşıma konu olan nüfuz alanlarında kendilerine bağlı hükümetler kurabilmek, siyaseten kontrol altına alınmış bölgelere kendi çıkarları doğrultusunda bir kapitalistleşme götürebilmektir.
Diğer yandan genel eğilimi açıklayan gerçekliği vurgulamak gerekirse altını çizmeliyiz ki, dünya ölçeğinde yayılan kapitalizm aslında yerelliğin ve ulusallığın aşılması imkânını yaratmıştır. İrili ufaklı kapitalist ülkeleri eşitsiz ilişkiler temelinde birbirine bağlayan küreselleşme, az gelişmiş ülkeleri yalıtılmışlıktan kurtarıp dünya ekonomisine entegre ederek yapısal bir değişime de neden olmaktadır. Kapitalizmin egemenlik alanını genişletmesi, dünya pazarlarının coğrafi olarak genişlemesi ve varolanların yeni ihtiyaçlar yönünde dönüştürülmesi anlamına gelir. Kapitalizm durağan ve bulduğuyla yetinebilecek bir ekonomik sistem değildir. Ve asıl önemlisi, geri iktisadi yapıların küreselleşen kapitalizmin etkisiyle çözülmesi ve dünya sistemine eklemlenmesi, tarihsel açıdan hiç de işçi sınıfının yolunu tıkayan bir gelişme eğilimi değildir. Zira insanlığın kurtuluşu küresel gelişimin durdurulmasını değil, kapitalist küreselleşmenin sosyalist küreselleşmeyle aşılmasını zorunlu kılıyor.
Çarpıtmalara dikkat!
Kapitalizmin genişleme ihtiyacı içsel iktisadi yasalardan kaynaklanıyor, ama bu yasalar kendiliğinden hüküm icra etmiyorlar. İktisadi temelden yükselen dayatmaların fiiliyata dökülmesinde, ulus-devletlerin güttüğü siyaset ve çeşitli güçler arasındaki çatışmalar, savaşlar belirleyicidir. Bugün söz konusu iktisadi yasaların dipte yarattığı sarsıntı, öncelikle sistemin belirleyici güce sahip ülkelerinde hissedilmektedir. İktisadi temelden kaynaklanan zorunluluklar, bu ülkelerde hükümet değişikliklerine pek de bağlı olmaksızın genel ve uzun dönemli siyasi stratejilerin biçimlendirilmesini dayatmaktadır. En çarpıcı örneğine İngiltere’de Blair’in İşçi Partisi iktidarında tanık olduğumuz üzere, burjuva partileri arasında geçmiş dönemlere özgü sağ/sol ayrımı önemini büyük ölçüde yitirmiştir.
Sosyal-demokrat, sosyalist ya da İngiliz İşçi Partisi gibi burjuva “işçi partileri” ile liberal veya muhafazakâr diye adlandırılan burjuva partilerin uyguladıkları siyasi çizgi, geçmişe oranla çok daha açık ve çarpıcı biçimde büyük sermayenin güncel ihtiyaçları dahilinde şekilleniyor. Günümüzde ABD’nin Avrasya ölçeğinde egemen kılmaya çalıştığı yeniden paylaşım planı, esasında yalnızca Bush’un “neo-con”lar yani yeni-muhafazakârlar diye tanımlanan takımının hesaplarıyla sınırlı değildir. Büyük Ortadoğu Projesi (ya da yenilenmiş ismiyle Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) bazı nüanslar bir yana, genelde Amerikan finans kapitalinin arzularını yansıtmaktadır. Bu stratejilerin ne ölçüde hayata geçirilebileceği ya da geçirilemeyeceği, kuşkusuz çatışan tarafların dünya güç dengesi içinde iktisadi, siyasi ve askeri açıdan tutacağı yere göre belirlenecektir.
İktisaden az gelişmiş coğrafyalarda kendi pazar alanlarını genişletmek veya buraları kendi amaçlarına uygun şekilde dönüştürmek için harekete geçen emperyalist ülkeler karşısında bölgesel güçler eşitsiz bir konuma sahip bulunuyorlar. Buna rağmen, yeniden paylaşıma konu olan bölgelerde yer alan çeşitli ulus-devletlerin veya Şii/Sünni, Türkmen/Kürt gibi farklı güç odaklarının kendi çıkarlarını korumak amacıyla şu ya da bu yönde harekete geçtikleri ve geçecekleri aşikârdır. Dolayısıyla bu değişik etken ve güçlerin olayların gidişatı üzerindeki etkisi kuşkusuz hepten ihmal edilemez. Fakat yine de, kapitalist sistem içinde kalındığı sürece iktisadi ve askeri açıdan güçlü pozisyonların baskın çıkacak karakterini asla unutmamak gerekiyor.
İşin aslında, küreselleşen kapitalist dünyada çeşitli ulusal hareketlerin liderlikleri de dünya dengelerinin pekâlâ farkındadırlar. Hesaplarını buna göre yapmaktadırlar; rakip emperyalist güçler arasındaki çekişmelerden yararlanmaya çalışmaktadırlar. Ne var ki, yıllardır Marksizm adına ulusal direnişlere öylesine boyundan büyük anlamlar yüklenmiştir ki, neticede ulusal kurtuluş ve toplumsal kurtuluş hedefleri arasındaki muazzam kapsam farkı silikleştirilmiştir. Bugün bu tür çarpıtmalarla döne döne hesaplaşmadan, işçi sınıfının devrimci mücadele yolunu layıkıyla aydınlatmak mümkün olmayacaktır.
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin yaratabileceği sonuçlara ilişkin abartılı ve yanlış görüşler, esasen kapitalizmin emperyalist aşamasının sistemin işleyişinde yarattığı değişimin inkârına dayanıyor. Devrimci Marksizmin emperyalizm çözümlemesi lafzen kabul edilse bile, içerik olarak genelde aynen sömürgecilik gibi ele alınıyor. Sınıfsal sorun gölgelenerek ulusal sorun ön plana çıkartılıyor. Buradan hareketle kapitalist sistemin az veya orta derecede gelişmiş bölge ve ülkeleri sanki sınıflarüstü bir “ezilenler diyarı” ilan ediliyor. Emperyalist güçlere iktisaden bağımlılık olgusu sömürge statüsü ile bir tutulup, siyasi bağımsızlığını kazanmış ülkelerde başta gelen sorunlar hâlâ ulusal kurtuluş mücadeleleri kapsamında değerlendiriliyor.
Böylece bu tür kapitalist ülkeler burjuvazisi de, emperyalist güçler karşısında korunup desteklenmesi gereken bir tür “ezilen” unsur düzeyine terfi ettirilmektedir. Proletaryanın bağımsız mücadelesini güçlendirmek için seferber olmak yerine, patlak veren her bir sorun vesilesiyle bu “ezilen” burjuva hükümetlere destek çıkılmaktadır. Hafızaları tazeleyelim. Birinci Körfez Savaşı sırasında Amerikan emperyalizmine karşı ezilen ulusun desteklenmesi bahanesiyle, aslında Irak işçi sınıfını, Kürtleri ve diğer azınlıkları ezen burjuva Saddam hükümetine destek sunulmuştur. Ve ne yazık ki bu tür siyasal tutumlar yıllardır devrimcilik adına, Marksizm adına da sürdürülmüş bulunmaktadır.
Dikkatli olmak gerek! Zira bugün de emperyalist güçlerin az gelişmiş ve gelişmekte olan bölgelere yönelik stratejilerinin karşısına devrimci bir alternatif dikmek yerine, işçi ve emekçi kitleler ulusal kurtuluşçuluk çerçevesini aşmayan kısır bir döngüye hapsedilmek isteniyor. Emperyalizmin ulusal kurtuluş mücadeleleriyle yenilgiye uğratılabileceği iddiası, yaşamın içinde asla doğrulanmayan, uğursuz ve gerçek dışı bir iddiadır. Toplumsal devrim mücadelesine dönüşmeyen bir ulusal kurtuluş mücadelesi, siyasal bağımsızlık hakkını elde ettiğinde dahi burjuva çözüm çerçevesini aşmış olmaz. Kendi ulus-devletini kurma hakkını elde eden ve de kurmaya girişen bir ezilen ulus burjuvazisinin gözünü nereye dikeceği çok açıktır. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Kuzey Irak’ta Kürt bağımsızlık hareketinin başını çeken Barzani ve Talabani liderliklerinin tutumu ortadadır.
Dolayısıyla, önemli bir konuda asla yanılmamak gerekiyor. Ulus-devlet örgütlenmesi üzerinde yükselen kapitalizmin, bir zamanlar sömürge statüsünde tutulan ülkelerde ulus-devletlerin kurulmasıyla esastan bir problemi yoktur. Gerçi Türkiye’de örneklendiği üzere ezen ulusun devlet kurucu bürokrat burjuvalarının, adeta yıllardır kendi varlık nedenlerinin simgesi haline gelen kırmızı çizgilerde ısrarı çeşitli çatışmalara neden olabilir, olmuştur da. Ama kapitalist ilişkilerin son tahlilde bu bürokratları da hizaya getirecek olan baskın karakteri asla küçümsenemez. Nitekim zaman içinde pek çok eski sömürge ülkede yeni ulus-devletler kurulmuştur. Ezilen ulusların bir bölümü yürüttükleri mücadeleler sonucunda siyasal bağımsızlıklarını kazanabilmişlerdir. Bu nedenle ulusal sorunun kapitalizm altında çözümünün asla mümkün olmayacağını iddia etmek gerçeklerle bağdaşmaz. Ama kuşkusuz ki, çözümden çözüme fark vardır.
Günümüzde ABD’nin Irak’ı işgali temelinde gelişen olaylar sonucunda Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını burjuva çerçevede kullanmaları, yeni Irak yapılanmasında kurucu bir unsur olmaları veya federalizm isteklerini kabul ettirmeleri de bir çözümdür. Ne var ki bu tür çözümler her zaman rakip kapitalist güçlerin pazarlık kozu olmaya mahkûm olacaktır. Öte yandan, bir ulusal sorunun çözümü burjuva kapsamda kaldığı sürece, onu temsil eden ulusal hareketin şu ya da bu emperyalist güçten destek alması kendince gayet mantıklıdır. Böylece bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı, pekâlâ o ulusun burjuva kesimlerinin öncülüğünde yeni bir ulus-devletin kurulmasıyla sonuçlanabilir, nitekim sonuçlanmıştır da.
Ama unutmayalım ki, bu tür bir gelişme kapitalizmin yarattığı ve körüklediği ulusal bölünmüşlükten kaynaklı sorunları tamamen ortadan kaldırmaya asla muktedir olmayacaktır. Nereden bakarsak bakalım, ele alınan tüm sorunlarda olduğu gibi bu sorunda da bütünsel ve geri dönüşsüz bir çözümün ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla mümkün kılınacağı o kadar açık ki, belki de bu noktada fazlaca söze gerek yok.
[1] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.23
[2] Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yay., Eylül 1975, s.516
link: Elif Çağlı, Küreselleşme /4, 12 Haziran 2005, https://marksist.net/node/238