İşçi sınıfının kitle eylemlerinin tarihsel rolüne derinden inanan ve güvenen Rosa Luxemburg’un teorik açılımları içinde kitle grevleri konusu önemli bir yer tutar. Rosa aslında oldukça erken tarihlerde, daha 1890’larda bu konu üzerinde dikkatle durmaya başlamıştır. Çünkü o dönemde çeşitli Avrupa ülkelerinde gerçekleşen kitlesel eylemler, bu sorunun derinlemesine incelenmesi bakımından onun ilgisini çekmiştir. Rosa Luxemburg bu eylemlerde işçi sınıfının sergilediği kitle inisiyatifini değerlendirecek ve kitle grevlerini işçi sınıfının son derece etkin bir mücadele silahı olarak görecektir. Bu konu Alman Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) 1899 Hannover kongresinde de gündeme getirilip tartışılır, ama neticede dişe dokunur kararlar niteliğinde bir sonuç elde edilemez.
1905 Rus devrim deneyimi, Rosa’nın kitle grevlerine ilişkin gözlem ve düşüncelerini derinleştirip olgunlaştırması açısından yeni ve daha verimli fırsatlar sunacaktır. O dönemlerde Rusya, işçilerin art arda patlak veren kitlesel grevleriyle sarsılmaktadır. Nitekim Lenin de bu devrimci tarihsel kesitten dersler çıkartırken, işçi sınıfının kitlesel gücünü harekete geçiren ve başlangıçta yaygın ekonomik taleplerden hareket eden grev ve direnişler üzerinde ciddi biçimde durmuştur. II. Enternasyonal’in 1907 yılında toplanan Stuttgart kongresinde ise, hem Lenin hem de Rosa bu önemli konuyu tartışma gündemine getirirler. Kitle grevlerinin taşıdığı mücadele potansiyeli bu sayede çeşitli açılardan aydınlatılmış olur.
Bir kere kitle grevleri, emperyalist savaşı engelleme veya zaten başlamış olan emperyalist bir savaşı durdurma yöntemi olarak mutlaka savunulmalıdır. Fakat Rosa ve Lenin’in kitle grevlerinin önemine dair değerlendirmeleri yalnızca bununla sınırlı değildir. Onlar kitle grevlerinin, siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesinde son derece önemli bir araç olabileceğini de sezmiş ve bu görüşü savunmuşlardır. Rosa Luxemburg’un çeşitli konularda olduğu gibi kitle grevleri konusunda da SPD’nin uzlaşmacı ve reformist yöneticilerinden tamamen farklı bir siyasal çizgi izlediği aşikârdır. Rosa 1905 Rus devriminden pek çok ders çıkartmış ve işçi sınıfının sergilediği kitlesel eylem gücü karşısında büyük bir coşkuya kapılmıştır. SPD liderliği işçi sınıfının aktif kitle gücünü ve kitle grevlerinin siyasallaşma potansiyelini küçümserken, bu gibi konularda devrimci Marksizmi savunmaya ve zenginleştirmeye çalışan Rosa olmuştur.
Kitle grevleri deneyimi
İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin yükselişi bağlamında 20. yüzyılın başlangıç dönemine damgasını vuran olaylardan biri de, çeşitli ülkelerde gerçekleşen kitle eylemleri ve grevleriydi. Örneğin Belçika işçi sınıfı 1891 ve 1893 yıllarında anayasal haklar elde etmek ve anti-demokratik seçim sistemini değiştirmek için kitlesel mücadele ve grevler yürütmüş ve bu eylemler enternasyonal düzeyde ses getirmişti. Belçika’da işçiler 1902 Nisanında Brüksel kentinde eşit oy hakkı talebiyle bir kez daha sokaklara döküldüler ve burjuva düzeni savunan ordunun saldırılarıyla yüz yüze geldiler.
Bu olay kuşkusuz tekil bir örnek olarak kalmayacak ve işçi sınıfının mücadele tarihi içinde, Türkiye dahil çeşitli ülkelerde defalarca yaşanacaktı. Nitekim işçi sınıfının sekiz saatlik işgünü mücadelesi 20. yüzyılın başlarında Fransa’da işçileri sokağa dökerken, söz konusu taleple greve çıkan iki yüz bin işçi polisin ve ordunun baskısıyla karşılaştılar. Keza, on binlerce Petersburg işçisinin haklı taleplerini Çar’a iletmek için 1905 Ocak ayında başlattığı yürüyüş Çarlık Sarayının önünde kanlı bir katliamla sona erdi.
Tarihe Kanlı Pazar diye geçen bu katliam işçi sınıfının mücadele ateşini söndüremedi. Tersine bu olay, devrimin çağrısını bütün Rusya’da proletaryanın en geniş katmanlarına taşıyacak dev kitle grevleri dizisini başlatan bir kıvılcım etkisi yarattı. İşçi sınıfının 1905 Ocak isyanı devrimci mücadelede yeni bir dönemi açarken, daha önceki kitle grevlerinin de son bir uğrağıydı. Zaman tünelinde biraz daha gerilere uzanılıp hatırlanacak olursa, Rusya’da aslında daha önceki tarihlerde de bazı önemli kitle grevleri gerçekleşmişti. Örneğin Petersburg dokuma işçilerinin 1896-97 grevleri bu kapsamdaydı. Bu grevlerin çıkış nedenleri ilk bakışta tesadüfî görünse de, işin gerçeğinde bunlar o dönemin devrimci gruplarının sınıf içinde yarattıkları mayalanmanın ürünüydüler.
Rusya’da 1902 yılında cereyan eden olaylar, acil ekonomik taleplerle başlayan kitle grevlerinin nasıl da birdenbire politik ve devrimci eylemlere dönüşebildiğini gözler önüne seriyordu. Bu durum da aslında tesadüfî değildi. O yıl içinde patlak veren sanayi ve ticaret krizinin açığa çıkartıp büyüttüğü sorunlar ortasında gelişen devrimci durum, zaten böyle kızıştırıcı bir nitelik taşıyordu. 1903 baharında Rusya’nın pek çok sanayi bölgesinde peş peşe boy veren eylemler ise, önceden belirlenmiş merkezi bir plana dayanmıyordu. Bunlar, her biri farklı nedenlerle ve farklı biçimlerde küçük kollar halinde akmaya başlayıp, sonra beraberce çağıldayan büyük bir ırmak gibiydi.
1903 yazında Güney Rusya’da bir fabrikadan diğerine sıçrayarak sonunda tam bir genel greve büyüyen mücadele dalgası, Rosa’nın deyişiyle, Çarlık İmparatorluğu’nun tüm güneyini birkaç hafta içinde ilginç ve devrimci bir işçi cumhuriyetine dönüştürdü. Bu tablo, dönemin ünlü liberali Peter Struve’in gazetesinde şöyle tasvir edilecekti: “Kardeşçe kucaklaşmalar, tutku ve coşku nidaları, neşeli kahkahalar, espri ve sevinç duyuluyordu sabahtan akşama dek şehirde dolaşan binlerce kişiden. Neşeli bir hava esiyordu; insan neredeyse, yeryüzünde yeni, daha iyi bir yaşamın başladığına inanabilirdi.” Bu yorum liberal bir muhabirin kaleminden çıkmış olsa bile hiç de isabetsiz değildi. Çünkü birleşen ve mücadeleye atılan işçilerin gerek kendi benliklerinde gerekse toplumsal düzende gerçekleştirdikleri değişim, yeni bir yaşamın yaratılması anlamına geliyordu.
1903 yılı Rusya’sında gerçekleşen genel grevler dizisi içinde Kiev örneği özellikle hatırlanmaya değer. Çünkü bu örnek, sıradan ekonomik istemlerle başlayan bir grevin bir devrimci durumun içinde nasıl da siyasal içerikli militan bir kitle grevine dönüşebildiğini çarpıcı biçimde gösterir. Kiev’de 21 Temmuz günü demiryolu tamirhanelerinde bir grev patlak vermiştir. Grevin başlama nedeni kötü çalışma koşulları ve düşük ücretlerdir. Bir sonraki gün dökümcüler de benzer nedenlerle greve çıkarlar. Fakat 23 Temmuz gecesi demiryolu işçilerinin iki delegesinin tutuklanması üzerine, bir genel greve dönüşecek olaylar gelişmeye başlar. İşçiler tutuklanan delegelerin serbest bırakılmasını istemiş ve bu istekleri yerine getirilmeyince de tren vagonlarını kent dışına çıkarmamaya karar vermişlerdir. Grevci işçiler, kadınları ve çocuklarıyla birlikte tam bir mücadele kararlılığı içinde istasyondaki rayların üzerine otururlar. Kendilerine yöneltilen yaylım ateşi tehdidine karşı işçilerin yanıtı, göğüslerini açarak “ne duruyorsunuz, ateş edin!” diye haykırmak olmuştur. Savunmasız kitlenin üzerine ateş açılır ve kadınlar, çocuklar dahil onlarca işçi öldürülür. Haber kısa sürede kente yayılır ve mücadeleci işçiler ölülerini yerden kaldırıp ellerinin üzerinde taşıyarak büyük bir kitle korteji oluştururlar. Birkaç gün önce tekil bir greve gözlerini açan Kiev şehri 24 Temmuz günü bir genel grev alanına dönüşmüştür bile.
O dönemin Rusya’sı, farklı sınıflara dayanan çeşitli siyasal akımların karşılıklı ilişki ve mücadelelerine ışık tutması bakımından da eğiticidir. Örneğin 1904 yılı başlarında mücadeleci işçiler ve kitle grevleri dalgası bir süre için geriye çekilmiş gibidir. Fakat bu arada Çarlık Ordusunun peş peşe uğradığı yenilgiler liberal toplumu uykusundan uyandırmış ve liberalizm bir süre boyunca proletaryayı sahne gerisine iterek öne fırlamıştır. Ne var ki bu durum uzun sürmeyecektir. Gericiliğin bastırması üzerine liberalizmin nefesi tükenirken, devrimci proletarya ağır koşullarda mücadeleyi sürdürebilecek yegâne güç olduğunu bir kez daha kanıtlayacaktır.
Nitekim 1904 Aralık ayında Bakü’de gerçekleşen genel grev muhteşem bir örnek olarak tarihe geçer. Bu gibi örnekler işçi sınıfının kitle gücünü kanıtlarken, sınıf içinde yürütülen devrimci çalışmanın neticelerini de gözler önüne serer. Mücadelenin henüz kitleleri kucaklamadığı zor günler boyunca, devrimci öncülerin sınıf içinde iğneyle kuyu kazarcasına çalışarak gelecekte bin bir ürün verecek bir mayalanma yarattıkları açıktır. Eğer Büyük Ekim Devriminin ardında bir “mucizevî güç” aranacaksa sır buradadır ve işin bu sırrı özde günümüz açısından da değişmemiştir.
Rusya’da 1905 Ocak ayında Petersburg’da patlak veren kitle grevi de küçük görünen bir olayla başlar. Ünlü Putilov fabrikalarının iki işçisinin işten atılması üzerine bu fabrikalarda çalışan 12 bin işçi dayanışma grevine çıkmış ve bu arada Bolşevikler de grevci işçiler arasında devrimci ajitasyon faaliyetine hız vermişlerdir. İşçi sınıfının o dönemdeki somut koşullar çerçevesinde acil taleplerini dile getiren ekonomik ve siyasal istemler (sekiz saatlik işgünü, konuşma ve basın özgürlüğü gibi), işçi kitleleri tarafından benimsenmeye başlanmıştır. Olaylar, grevci işçi sayısının birkaç gün içinde 140 bine ulaşmasıyla gelişecek ve nihayet 22 Ocak günü 200 bin işçinin papaz Gapon önderliğinde Çarlık Sarayına yürüyüşüyle doruğa çıkacaktır. Rosa’nın çarpıcı ifadesiyle belirtecek olursak, disiplin cezasına çarptırılmış iki Putilov fabrikası işçisinin yol açtığı çelişki bir hafta içinde yeni çağın en muazzam devriminin önsözüne dönüşmüştür.
Çarlık Sarayına yürüyen işçilere karşı girişilen katliam Rusya’nın çeşitli bölgelerinde ve tüm sanayi merkezlerinde muazzam kitle grevlerine ve genel grevlere neden olur. Her yerde gösteriler düzenlenir, orduya karşı mücadeleler yürütülür, dönemin proleter devrimci örgütleri kitlelere seslenen sloganlarıyla güç kazanırlar. Rosa bu yükselen kitle grevleri dalgasını dikkatle inceleyerek bazı önemli sonuçlar çıkartır. Daha önceki kitle grevleri ve genel grevler devrimci durumun genel havası içersinde ve sosyal demokrat ajitatörlerin etkisi altında hızla politik gösterilere dönüşen, ayrı ayrı fakat birlikte akan ücret mücadelelerinden kaynaklanmışlardır. Bunlarda ekonomik uğrak ve sendikal parçalanma çıkış noktası iken, politik yürütümün sağlanması ve toparlayıcı sınıf eylemine ulaşılması elde edilen sonuç olmuştur. Şimdi ise hareket tam tersinedir. Ocak ve Şubat genel grevleri, sosyal demokrasinin yönetiminde birleşmiş devrimci eylemler olarak patlak vermekte, ancak bu eylemler kısa zamanda her bir şehirdeki, bölgedeki veya meslek kolundaki, fabrikadaki sonsuz sayıda yerel, kısmi ekonomik grevlere bölünmektedirler.
Rus devrimci süreci içinde gelişen kitle grevleri, ilerleyen süreçte Alman proletaryasını da etkileyecektir. Almanya’da ekonomik taleplerle başlayan grevler, işçi sınıfının anti-demokratik seçim yasasına karşı düzenlediği gösteriler neticesinde politik taleplerle bezeli grevlere dönüşür. Böylece Rosa Luxemburg’un kitle grevlerine ilişkin açılımları Almanya’da da 1918 devrim süreci içinde fiilen doğrulanır. Karşı-devrimin dipçikleri tarafından yaşamına son verildiği ana dek, mücadeleyi ve devrimci teoriyi geliştirmeye çalışan Rosa’nın kitle grevlerine dair değerlendirmeleri geçmişten günümüze uzanan devrimci bir kaynaktır.
Rosa ve kitle grevleri
1905’teki gelişmeler bir yana, işçi sınıfının daha 1891-93 yıllarında Belçika’da gerçekleşen siyasal grevleri Rosa Luxemburg’u derinden etkilemişti. Bu durumun bir ürünü olarak Rosa, 1902 yılının Nisan ve Mayıs aylarında siyasal kitle grevlerinin devrimci niteliğini irdeleyen iki ayrı yazı kaleme almıştı. 1905 dönemecinden itibaren, Avrupa, Rusya’daki proleter kitle eylemlerinin dönüştürücü gücü altında sarsılmaya başladığında ise Rosa konuya dair analizlerini geliştirdi. Ve vardığı sonuçları, Eylül 1906 tarihli Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı kitabıyla ortaya koydu. O ve onun gibi devrimci önderler proleter mücadelenin bu tür sorunlarına kafa yorarlarken, Alman Sosyal Demokrat Partisi liderliği ise Marksizme sözde bağlılık adına Marksizmi katletmekle meşguldü. Rosa gibi devrimci Marksistlerin işçi sınıfının kitle inisiyatifini hararetle destekledikleri bir dönemde, Alman sosyal demokrasisinin içi geçmiş reformist siyasetçileri sınıfın genel grev eylemlerini “genel saçmalık” diyerek küçümsemekteydiler.
Açıktır ki, bu anlayıştaki siyasetçilerin, Marx ve Engels’in kimi değerlendirmelerini çarpıtmalarında da şaşılacak bir yan yoktur. Örneğin, birkaç haftalık genel grevle sosyal devrimin tamamlanacağı yolundaki naif Bakuninci devrim anlayışına Engels’in yönelttiği haklı eleştirinin başına gelenler ortadadır. Engels’in 1873’te işçi hareketinin geri çekildiği koşullarda kaleme aldığı satırları içeriğinden tamamen kopartılmış ve reformist sosyal demokrat siyasetçilerin elinde, sınıfın genel grevini anarşistlikle suçlayan bir garabete dönüştürülmüştür.
Oysa Marksizm, teorik çıkarsamaların somut koşullardaki değişime bağlı olarak mutlaka gözden geçirilmesini şart koşar. Nitekim işçi sınıfının tarih sahnesine fiili kitle grevleriyle damgasını basmaya başladığı koşullarda genel grev konusunun mahiyeti de değişmiştir. Sınıf mücadelesinin değişime uğrayan yönlerini artık yeni gelişmeler ışığında analiz etmek zorunlu hale gelmiştir. İşte Rosa’nın da yapmaya çalıştığı bu olmuş ve kitle grevlerinin bundan böyle işçi sınıfının politik mücadelesinin en güçlü silahı olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekmiştir.
Gelişen olayların zorlamasıyla, Alman sosyal demokrasisi 1905 Jena Parti Kongresinde kitle grevini işçi sınıfının en etkili mücadele araçlarından biri olarak yorumlayacaktır. Fakat bunu yapmak durumunda kaldığında bile, SPD liderliği bu eylem biçimini yalnızca parlamenter seçim hakkının savunulmasıyla sınırlar. Rosa haklı olarak, bu yaklaşımın kitle grevine tamamen bir savunma karakteri kazandıracağını ve kitle grevi gibi önemli bir eylem biçimini parlamentarizmin kuyruğu haline getireceğini belirtir. Ayrıca Alman sosyal demokrasisinin, kitle grevini sanayi proletaryasının bir defaya mahsus olarak gerçekleştirdiği kusursuz bir siyasal grev gibi algılayıp kabul etmesi de ibret vericidir. Oysa tam bir anlaşma, disiplin, düzen ve önceden belirlenmiş kesin bir bilanço temelinde gelişip tamamlanacak bir kitle grevi anlayışı saçma ve şematiktir.
Bu tür ölü şemaların, Rusya’da yaşanan gerçek kitle grevleri deneyimiyle de bir ilgisi bulunmamaktadır. Rosa’nın altını çizdiği gibi, “eğer Rus devrimi bize bir şey öğretmişse, o da hepsinden önce kitle grevinin suni olarak ‘yapılamayacağı’, gelişigüzel ‘karar verilemeyeceği’, ‘propagandasının yapılamayacağı’, aksine, onun, belirli bir uğrakta tarihsel zorunluluk olan sosyal koşullardan çıkan tarihsel bir görüngü olduğudur.” (R. Luxemburg, Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar, Z Yay., Kasım 1990, s.16) Nesnel faktöre yapılan bu vurgu, yanı sıra öznel faktörün öneminin de belirtilmesiyle bütünlenir. Sınıfın devrimci partisi kuşkusuz pasif bir şekilde olayların gelişmesini ve devrimin günün birinde gökten zembille inmesini bekleyemez. Öncü, olayların gelişimini genel eğilimler itibariyle önceden kestirmek, örgütlü gücüyle sürecin gelişimini olumlu biçimde etkileyip hızlandırmakla yükümlüdür.
Fakat bu devrimci işlev, sınıfın önüne damdan düşer gibi kimi devrimci şiarları atmakla yerine getirilemez. Bu bakımdan, “kitle grevi” veya “genel grev” ya da “işçi denetimi ve yönetimi” gibi mücadele sloganlarının, her hal ve koşulda geçerli olabilecek sihirli formüller olmadığı bilinmelidir. Bunlar fiili eylem çağrıları olarak, ancak sınıfın içinde gün be gün ilerletici bir çalışma yürütmekle, devrimci şiarların anlamını ve gerekliliğini sınıfın örgütlü ve fiilen başı çeken bir kesimine kavratmakla etkili hale gelebilirler.
Diğer yandan, kuşkusuz, sınıf mücadelesinin akışını belirleyen somut koşulların varlığı ve etkisi asla göz ardı edilemez. Tarihin akışını önceden planlanmış “düzenli ve disiplinli” eylemler olarak algılayanların, sınıf mücadelesinin seyrini ve yaşanan gelgitlerin anlamını da doğru şekilde kavrayamayacaklarını söylerken haklıdır Rosa. Sınıf mücadelesinin düz bir çizgi üzerinde seyretmesi olanaksızdır. İşçi sınıfının kapitalist düzene karşı kitlesel mücadelesi uzun süren durgunluk dönemlerinin yanı sıra, bilinç ve örgütlülük düzeyinde ani sıçramalar yaratan patlamalı kesitleri de içerir. Nitekim Rusya’da Petersburg proletaryasının ani isyanı da, Rosa’nın ifadesiyle, milyonlarca işçinin sınıf bilincini ve sınıf duygusunu adeta bir elektrik şokuyla uyandırarak sınıfın kitlesine yönelik güçlü bir etkide bulunmuştur. Açıktır ki, siyasal nitelikli ve bütünsel görünümlü bir genel grevin, mücadelenin ilerleyişi içinde pek çok ekonomik greve bölünerek kitleye yayılmasında olumlu taraflar vardır. O halde, sınıfın uyuyan kitlesini uyandıran bu gibi yön değişikliklerini fırsatların kaçırıldığı bir gerileme olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Mücadelenin bu tür seyirleri bir yerde eşyanın doğası gereği geçilen momentlerden ibarettir.
Rusya’da devrimci süreç, büyük bir politik grevden yüzlerce ekonomik greve ya da yüzlerce ekonomik grevden büyük ve etkili bir politik kitle grevine yürümüş olan çeşitli örneklerle doludur. Bu bakımdan bu tarihsel kesit, vaktiyle Rosa’nın kitle grevleri bağlamında çeşitli dersler çıkarmış olmasını da tamamen anlaşılır kılan biçimde eğiticidir. Rusya’da işçi sınıfı, 1905 kitlesel grev dalgasıyla çeşitli sektörlerde ücret artışları sağlamış ve daha da önemlisi çok sayıda bölgede sekiz saatlik işgünü hakkını elde etmiştir. Daha Avrupa’nın pek çok ülkesinde sekiz saatlik işgünü hakkı kazanılmamışken, Rusya’da bunu mümkün kılan işçi sınıfının kitlesel mücadelesi olmuştur. O işçiler ki, uzun yıllar boyunca Çarlık rejiminin zulmü altında her türlü haktan ve örgütlülükten yoksun biçimde ezilip sersemletildikleri için mücadele edebileceklerine inanılmayan, hatta kendilerinin bile “bizden adam olmaz” diyerek kendilerinden umut kestiği işçilerdir. Tarih “olmaz” diye bir şeyin olmadığını, korkularından ve ataletlerinden sıyrılan işçi-emekçi kitlelerin inanılmaz mucizeler yarattıklarını kanıtlayan deneyimlerle doludur. Geçmiş dönemlerde yaşananlar günümüzde yaşanacak olanlara da ışık tutmaktadır.
1905 Rusya’sında yaşanan bazı kitle grevleri sınıf mücadelesinin karmaşık doğasını sergilemesi bakımından öğretici yönler içerir. Bu bakımdan öncelikle dikkat çeken hususlardan biri, egemen güçlerin baskı ve katliamlarının her zaman aynı sonucu yaratmayacağıdır. Kitlenin henüz korkusundan sıyrılamadığı ve kendi gücünü fark etmeye zaman bulamadığı koşullarda, bir kitle eyleminin baskı ve zulümle parçalanması müthiş bir gerileme yaratabilir. Fakat ok bir kez yaydan çıktıktan ve kitlede sınıf duygusu ve dayanışma azmi uyandıktan sonra sonuç tam tersi olabilmektedir. İkinci durumda egemen sınıfın baskı ve tehditleri, gerilemeye hiç de niyeti olmayan kitlenin öfkesini ve mücadele azmini büsbütün bilemekte ve proleter mücadeleyi daha da ileri fırlatmaktadır.
Örnekse, Kasım 1905’te Kronstadt bahriyelilerinin ve askerlerin ayaklanmasını takip eden olaylar hatırlanabilir. Egemen güçler görünürde isyanı bastırmış ve 1500 bahriyeli ile birkaç yüz askeri bir askeri mahkemedeki yargılama neticesinde ölüme mahkûm etmişlerdir. Ancak Petersburg işçilerinin dayanışma grevi bahriyelileri ve askerleri kurşuna dizilmekten kurtaracaktır. İşçi kitleleri arasında mücadele birliği ve sınıf dayanışması duygularının belirip yoğunlaşmaya başlaması, devrimci bir dönemin de başlıca göstergelerinden biridir. Rusya’da işçi sınıfının küçük bir kesiminin sorununun bile giderek sınıfın geneli tarafından dert edilmesi ve bu temelde kitle grevlerinin yükselmesi, devrimci sürecin bereketli bir ürünü olmuştur.
Fakat unutulmasın ki, bu tür örnekler yalnızca görkemli bir işçi devriminin yaşandığı Rusya’ya özgü değildir. Benzer yaygınlık ve düzeylerde olmasa da, pek çok ülkede proletarya devrimci süreçler içinde benzeri sınıf davranışları göstermiş ve sınıfın tarihine olumlu deneyim örneklerinin kaydını düşmüştür. Türkiye’de de 1980 öncesinin devrimci yükseliş ve mücadele günlerinde işçiler kesimsel ekonomik mücadele anlayışının ötesine geçerek bütünsel bir sınıf oluşturduklarını duyumsamışlar ve çeşitli dayanışma grevleri sergilemişlerdir. Kaldı ki günümüzde de işçi sınıfının uzun süren bir karanlıklar döneminin zincirlerini kırmaya başlamasıyla birlikte, sınıfın kitlesi içinde sınıf bilinci ve sınıf dayanışması duygusunun yine boy vermeye başladığı açıktır.
Rusya’da Ocak 1905’ten Aralık ayına uzanan o kısacık süreçte proletaryanın bağrında gerçekleşen bilinç sıçraması da muazzam bir örnek teşkil eder. Ekimde demiryolu işçilerinin başlattığı görkemli genel kitle grevi, artık politik bilinç unsurunun önemli rol oynadığını ortaya koymuştur. Rosa’nın deyişiyle, Ocak grevinin önsözü politik özgürlük için Çarlık Sarayına yapılmış bir rica ziyaretiyken, Ekim grevinin şiarı “Çarlığın meşrutiyetçi komedisine son!” olur. Ancak 1905 devriminin ilerleyişi içinde kitle mücadelesinin tepe noktasını Aralık ayı eylemleri oluşturacaktır. İşçi sınıfı son derece kısa süren bir anayasa düşünden uyanır ve bu kez politik eylem Ocak ayında olduğu gibi yüzlerce ekonomik greve parçalanmaz. Bunun yerine, bu defa mücadele tamamen bir üst düzeye sıçrar.
Mücadelenin diyalektik gelişimi, kitle grevinin Aralık ayında açık bir isyana dönüşümünde somutlanmıştır. Bu isyan, Moskova’yı dipten gelen muazzam bir dalgayla sarsan silahlı barikat ve sokak savaşları şeklinde seyreder. Böylece bir tepe noktasına ulaşan devrim, işçi sınıfının henüz yenecek güçte olmaması nedeniyle geri çekilecek ve Rusya 1906 yılıyla birlikte Duma (meclis) seçimleri ve Dumalı yönetim dönemine girecektir. Rosa’nın işaret ettiği gibi liberalizm yine ön plana çıkar ve bir kez daha konuşma, eylemin yerine geçer. Proletarya kendini daha yoğun bir gayretle sendikal mücadeleye ve örgütlenmeye adamak üzere bir müddet gölgeye çekilir. “Liberal retoriğin çatırdayan füzeleri gün be gün uçurulurken, kitle grevlerinin sesi duyulmaz olur.” (age, s.42)
Kitle grevleri deneyiminin dersleri
Rosa Luxemburg Rus devrim deneyiminin kopmaz bir parçası olan kitle grevlerine ilişkin pratiği başlıca kesitleriyle sergilemenin yanı sıra, bu yaşananlardan son derece önemli bazı genel sonuçlar da çıkarmıştır. Örneğin kitle grevleri politik ve ekonomik mücadelenin tüm evrelerini, devrimin tüm aşama ve uğraklarını içinde barındırır ve yansıtır. Çelişkilerle ve tezatlarla dolu devrim, en acımasız intikam sahnelerinin yanı sıra sürpriz ekonomik zaferleri de beraberinde getirir. Devrimci dalganın bu keskin iniş çıkışları arasında en değerli olan değişim, düzenin düşünsel çöküntüsüdür. Proletaryaya ekonomik ve politik mücadelesinde en sağlam teminatı sunan ve sıçramalı gelişim yaratan unsur ise, sınıfın moral ve kültürel büyümesidir.
Devrimci dalgalanmalar içinde sınıfın kitlesini kucaklayan bir ekonomik mücadelenin, işçi-işveren ilişkisini değişikliğe uğrattığını ispatlayan örnekler Türkiye’de de 1980 öncesinde yaşanmıştır. Özellikle o dönemin militan grevler örneğini somutlayan DİSK/Maden-İş sendikasının pratiği, mücadelenin dönüştürücü gücü içinde işçilerin fabrika ve işyerlerinde nasıl başları dik gezmeye başladıklarını ortaya koyar. İşçiler patronlara, kendilerinin onayı alınmadan sorunların çözülemeyeceğini açıkça hissettirmeye koyulmuşlar ve toplu sözleşmelere çeşitli düzeylerde işçi kurullarının oluşturulması için maddeler ekletmişlerdir. Bu durum Rosa’nın devrimci dönemler için dediklerini çağrıştırır: “Bütün önemli sanayi merkezlerinin en büyük fabrikalarında, kendi kendine olmuş gibi, işverenin tek başına görüşmeye oturduğu ve tüm anlaşmazlıklara karar veren işçi kurulları oluşmuştur.” (age, s.35)
Bu noktada durup geçmiş dönemi değerlendirdiğimizde, 1980 öncesinde Türkiye’de işçi sınıfının biteviye yükselen mücadele ve grev dalgası karşısında burjuvazinin duyduğu korkunun hiç de boşa olmadığını anlayabiliriz. Sınıf mücadelesinden galip çıkabilmek için tarihten ders almaya çalışan yalnızca proletarya değildir. Kuşkusuz burjuvazi de kendi düzenini sarsan tarihsel örnekler üzerinde durmadan edemez. O yüzden, 1980’lere ilerleyen süreçte Türkiye toprakları burjuvazinin hiç de alışık olmadığı işçi eylemleriyle sarsılırken burjuvazi de boş durmamıştır. Yıllarca despotik devletin koruyuculuğuna alışmış ve bu yüzden korku eşiği bir hayli düşük olan, fakat zalimlikte de kimseleri aratmayan Türkiye burjuvazisi, kitle grevlerinden devrimlere yükselen tarihsel örnekleri hatırlamış ve faşizme sarılmıştır.
Tarihsel deneyim, farklı tarihlerde ve birbirinden değişik koşullara sahip çeşitli ülkelerde işçi sınıfının mücadelesi karşısında sergilenen sınıfsal tutumların da aslında ne denli ortak noktalar içerdiğini gözler önüne serer. Günümüzde kendi ekonomik çıkarları söz konusu olduğunda sendika fonlarını har vurup harman savuran sendika bürokrasisinin, sıra militan grevlere geldiğinde sendika fonlarının yeterli olmadığı gerekçesiyle yan çizmesi geçmiş örnekleri hatırlatır. Vaktiyle Alman sosyal demokrasisi de, sendikalar ve onların fonları yeterince güçlü olmadan kitle grevlerinin başlatılmasının akılsız bir iş olacağını propaganda ederek mücadeleyi yokuşa sürmüştür.
Rosa’nın bu sınıf işbirlikçi ve mücadele kaçkını tutuma verdiği yanıt bugün için de önemini korur: “Olası bir Alman kitle grevinin olası bir denemesi için, mutlak bir önkoşul olarak önceden ele geçirilemez bir kale gibi inşa edilmesi gereken sağlam örgütler, Rusya’da tam tersine kitle grevinden doğmuşlardır! Ve Alman sendikalarının koruyucuları, en çok, örgütlerinin devrimci bir kasırgaya kapılıp değerli bir porselen gibi gürültüyle parçalara ayrılmasından endişe duyarlarken, Rus devrimi bize bunun tam tersi bir tabloyu göstermektedir: Sokak savaşlarının, kitle grevlerinin kasırga ve fırtınasından, ateşinden, kızgın korundan, Venüs’ün deniz köpüğünden yükselişi gibi taze, genç, güçlü ve yaşam dolu sendikalar yükselmektedir.” (age, s.36)
Alman sosyal demokrasisinin kitle grevleri konusunda geri basışını haklı göstermek amacıyla ileri sürdüğü, “yeterli fonlar var mı” gibi gerekçelere karşı Rosa’nın şu söyledikleri ne kadar çarpıcıdır: “Devrim öylesine muazzam halk kitlelerini sahneye taşır ki, hareketin masraflarının bir medeni hukuk davasında masrafların önceden çıkarıldığı gibi hesaplanması ve tanzim edilmesi tümüyle umutsuz bir girişim olarak görünür. … Gerçek, ciddi bir kitle grevi döneminin başladığı anda tüm ‘masraf hesaplamaları’ okyanusu su bardağı ile tüketmeye kalkışmaya dönüşür.” (age, s.53) Rosa’nın son derece yerinde bir tespitle belirttiği gibi, işten atılma tehlikesine karşı kendisine tam bir güvence verilmeden 1 Mayıs’ta hiçbir şekilde iş bırakmaya yanaşmayan bir sendikacı psikolojisiyle ne devrim ne de kitle grevi yapılabilir! Buna karşın, devrimci bir dönemin fırtınası içinde pek çok işçi, ihtiyatlı bir aile babasından, devrimci idealler için yaşamını bile feda etmeye hazır bir devrimciye dönüşebilmektedir.
Rosa Luxemburg kitle grevleri deneyiminden dersler çıkarmaya çalışırken, günümüzdeki mücadele açısından da aydınlatıcı olan pek çok hususa dikkat çekmiştir. Belirttiği üzere, devrimci bir süreçte grev eylemi aslında bir an bile durmaz. Sadece biçimi ve etki alanı değişikliğe uğrayabilir. Kitle grevleri gerçekte devrimin canlı nabzıdır ve aynı zamanda onun en güçlü işletme çarkıdır. Bu nitelikteki kitle eylemlerinin bir partinin kararıyla icat edilmeleri olanaksızdır, bunlar genel bir uyanış dönemi geldiğinde yaşamın içinden fışkırırlar. Ancak kuşkusuz bu, devrimci ve önder rol oynayacak sınıf partisinin kitle grevleri de dahil olayların gelişimi üzerinde bir etkisinin olmadığı ve olmayacağı anlamına gelmez.
Rosa da bu noktada gerçekliğin iki boyutunu birlikte düşünmüş ve olguyu diyalektik bütünlüğü içinde değerlendirmiştir. Kitle grevleri ancak, bu tür eylemleri yaşama geçirmeye muktedir azim ve kararlılıktaki işçiler tarafından gerçekleştirilebilirler. Ne var ki, devrimci bir dönemde işçi sınıfının önder partisine düşen son derece önemli bir görev vardır. Parti, sınıfın çeşitli mücadele biçimleriyle seyreden, kitlesel eylemler, ekonomik ve siyasal kitle grevleriyle ilerleyen süreçte politik idareyi ele alabilmelidir. Devrimci önderliğin “sonuca giden, kararlı, ileriye yönelik taktiği kitlede, güvende olduğu duygusunu, kendine güveni ve mücadele hevesini doğurur; proletaryanın küçümsenmesine dayanan zayıf, sallantılı bir taktik ise, kitleyi felç edecek ve şaşırtacak şekilde etki eder.” (age, s.54)
Rosa, kitle grevleri çerçevesinde izlenen hareketin yalnızca ekonomik mücadeleden politik mücadeleye doğru değil, tersi yönde de seyredebileceğini belirtmekle hassas bir noktaya işaret etmiştir. Çeşitli örneklerin kanıtladığı üzere, büyük politik kitle eylemlerinin her biri, politik doruk noktasına ulaştıktan sonra ekonomik grevlerden oluşan muazzam bir kütleye dönüşür. Politik mücadelenin yayılmasıyla ve güçlendirilmesiyle ekonomik mücadele gerilemez, tersine güçlenir ve yayılır. Kısacası, devrimci bir dönemde sınıfın ekonomik ve politik mücadelesi arasında tam bir etkileşim vardır. Yine Rosa’nın altını çizdiği gibi, ekonomik mücadele politik bir düğüm noktasını bir diğerine iletendir; politik mücadele ise ekonomik mücadele için gerekli zeminin periyodik şekilde tohumlanmasıdır. Bu karşılıklı ilişki bağlamında nedenler ve sonuçlar her an konumlarını değiştirirler ve böylece ekonomik ve politik uğrak noktalarının birliği kitle grevini oluşturur.
Devrim ve kitle grevleri arasındaki ilişkinin doğru biçimde ifadesi de büyük önem taşır. Rus kitle grevinin tarihi Rus devriminin tarihidir ve vaktiyle Rusya’da yaşanan olaylar bize kitle grevlerinin devrimci yükselişten ayrı düşünülemeyeceğini göstermiştir. Devrimi bir avuç öncünün değil kitlelerin yapacağı, Marksizmin en önde gelen kavrayışlarından biridir. “Her gerçek büyük sınıf mücadelesi en geniş kitlelerin desteğine ve katılımına dayanmak zorundadır ve sınıf mücadelesinin bu katılımı hesaba katmamış, sırf proletaryanın askeri disipline sahip küçük bir bölümünün güzel, uygun adımlarına dayandırılmış bir stratejisi daha başından acıklı bir fiyaskoya mahkûm edilmiştir.” (age, s.65) Rosa’nın dediği gibi, kitle grevlerini ciddi politik eylemler olarak yalnızca örgütlü olanlarla gerçekleştirme planı tümden umutsuz bir plandır. Eğer kitle mücadelelerinde başarılı olmak isteniyorsa, proletaryanın en geniş katmanları birlikte mücadeleye çekilmelidir.
Yine söz konusu dersler bağlamında Rosa’nın dile getirdiği bir tespit de ufuk açıcıdır: “Aydın Alman işçisinin sosyal demokrasi tarafından aşılanmış sınıf bilinci teoriktir, gizildir: Burjuva parlamentarizminin egemenliği döneminde sınıf bilinci genelde doğrudan kitle eylemi olarak işlev gösteremez.” Buna karşılık, “kitlenin politik sahnede bizzat göründüğü devrim içinde, sınıf bilinci, pratik ve aktif bir sınıf bilinci olur. Bunda dolayı 30 yıllık parlamenter ve sendikal mücadelenin Alman proletaryasına yapay olarak dahi vermeyi başaramadığı ‘eğitimi’, Rus proletaryasına devrim bir yılda vermiştir.” (age, s.67)
Rosa Luxemburg kitle grevlerinin verdiği esinle, işçi hareketinin tarihsel akışı içinde mücadele araçlarının değişen biçim ve önemi konusuna eğilmiştir. Bu bağlamda vurgulamak gerekirse, burjuva devrimler çağından işçi devrimleri çağına geçişle birlikte barikat savaşlarının belirleyici öneminin yerini kitle grevleri almıştır. Kitle grevleri işçi sınıfının yalnızca örgütlenme kapasitesini artırmakla kalmaz, yanı sıra sınıfın entelektüel gelişimini de hızlandırır. Bu bakımdan Rosa bu eylem biçimini, siyasal iktidarın devrimci fethi ve kapitalist sömürüye son vermede temel mücadele biçimi olarak değerlendirmiştir.
Rosa Luxemburg 1918 Alman devriminin ilerleyişi içinde de kitle grevlerinin önemli yönlerine dikkat çekecektir. Burjuva siyasal taleplerle başlayan bir devrimin sosyalist devrime dönüşümünde kitle grevleri vazgeçilmez bir role sahiptir. Rosa Spartakist Ligin Kuruluş Söylevi’nde sosyalizm için savaşın, kapitalizme karşı göğüs göğse bir mücadeleyle, her fabrikada, her işletmede işçileri patronlarının karşısına dikerek yalnız ve yalnızca kitlelerce yürütülebileceğini vurgular. Devrim işte ancak o zaman sosyalist bir devrim kapsamına ulaşabilecektir.
Unutulmamalı ki, proleter devrim sömürüye ve sınıf olgusuna son verecek derin bir tarihsel eylemdir. İşçi sınıfı kendi devriminde, burjuva devrimlerde olmadığı biçimde doğrudan ve kitlesel bir rol oynamalı ve bu nedenle de siyasal iktidar tepeden değil mutlak tabandan kazanılmalıdır. Yalnızca bu kadar da değil, devrimci bir iktidarı var edip yaşatabilmek ve sosyalizme ilerleyebilmek için işçi demokrasisinin tesisi zorunludur. Kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizme geçiş için, proletaryanın komün tipi demokrasisi olmazsa olmaz bir koşuldur. Tarih tarafından doğrulanan ve işçi sınıfının kitlesel gücü ve mücadelesi bağlamında Rosa tarafından da parlak biçimde dile getirilen tüm bu dersler külliyatı günümüzde de enternasyonalist komünist siyasetin köşe taşları olmayı sürdürüyor.
link: Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa /3, 28 Şubat 2009, https://marksist.net/node/2039