Son günlerde ağızlarından salya akıta akıta sokaklara salınan faşist it sürüleri Kürt halkına karşı bir saldırı kampanyası organize etmeye çalışıyorlar. Gözlerimizin önünde tırmandırılmaya çalışılan bu sahneler ilk değildir. Tarih boyunca halkların arasındaki dostluğa, kardeşliğe balta vurmak isteyen egemen güçler bu saldırıları bizzat organize etmişlerdir. Halkları birbirlerine karşı kışkırtmak, linç kampanyaları düzenlemek ve toplumu bir anda birbirine düşman haline getirmek, kapitalist sistemde tepede oturanların işidir. Oysaki yıllardır yan yana yaşayan halklar, her türlü dertlerinde birbirlerinin yardımına koşarlar. Düşmanlık yoktur aralarında. Kin, öfke ve nefret yoktur. Hepsi dostturlar. Ama egemenler, kendi çıkarları doğrultusunda, bir anda toplumun yakasına kini musallat ederler. Milliyetçilik zehri insanların beyinlerine işlenmeye başlanır. Halkları birbirine düşman edecek dedikodu kazanı yakında yutacağı binlerce insan için ısıtılır. Yılların dostluğu bir anda yok edilerek insanların gözlerine öfkeden bir bağ bağlanır. Artık insanlar göremez olur.
Tüm bunları geriye püskürtmek, işçiler ve emekçiler arasındaki kardeşlik bağını güçlendirmekten geçiyor. Yaşadığımız topraklarda egemenlerin gerçekleştirdikleri bu tür kışkırtmaları ve katliamları bilmek, yenilerine geçit vermemek için önemlidir. “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabında Dido Sotiriyu, Türkiye tarihine ışık tutarak, halklar arasındaki kardeşliğin nasıl da baltalandığını anlatıyor. Bu gerçekleri aktararak hem yaşlı kuşakların yaşanan acıları unutmamasını hem de genç kuşakların tüm bunlardan dersler çıkartarak egemenlerin oyunlarına gelmemesini sağlamaya çalışıyor.
Dönem Birinci Dünya Savaşının önceleri ve henüz halklar arasında bir husumet olmadığı dönemlerdir. Romanın kahramanı Manoli, Rum bir çiftçi ailesinin oğludur. Bugünkü Şirince’de (o zamanki adıyla Kırkıca’da) toprağı ekip biçerek yaşayan halklar arasında bir düşmanlık yoktur. Her evin kapısı aynı sokağa açılır. Çocuklar birlikte büyür. Ama savaş hayatın akışını sekteye uğratır. Bir anda “kendi zenginliğimize sahip çıkalım, bu vatan, bu topraklar bizimdir, tüm gâvurlar defolup gitsinler” sesleri yükseltilir. Savaş başlamıştır. O güne kadar ortada olmayan düşmanlık, kara bir bulut gibi çöker halkların üzerine. Cephede alınan yenilgiler, kendinden olmayan ötekilere öfkeyi iyice yükseltir. Savaşı kaybeden Osmanlı ağır yenilgiler aldıkça, geri çekilmeye ve yalnızca Müslüman askerleri cephelerden uzaklaştırmaya çalışır. Geri hizmetteki “azınlık tohumları” ise ön saflara sürülerek kaderleriyle baş başa bırakılırlar. Terk edilen gayrimüslim askerler arasında açlık ve salgın hastalıklar baş gösterir. Binlerce insan ölüme terk edilir. Bir yandan da geri çekilen ordu yakılmadık, talan edilmedik Ermeni ve Rum köyü bırakmaz.
Rum ve Ermeni askerlerin tek düşüncesi ordudan kaçıp bu rezil hayattan kurtulmak ve sıcak yuvalarına geri dönebilmektir. Ancak Türk ordusu bir sürek avı başlatır. Ordudan kaçan Türk askerleri kullanılır avcı olarak. Kendisi de asker kaçağı olan Türkler, asker kaçağı olan Rum ve Ermeni askerleri buldukları yerde öldürme, türlü türlü işkencelerden geçirme ve devlete teslim etme hakkına sahiptirler. Cepheden kaçıp savaş suçlusu sayılmamalarının tek garantisidir gayrimüslim askerler. Kelle uçuran her bir asker, kendi kellesini kurtaracaktır. Ama artık insanlığını kaybederek canavarlara dönüşecektir. Bir yanda da başıboş serseri çeteler, gayrimüslim halklar için bir tehdit olurlar. Gayrimüslim halkların köylerine baskınlar düzenleyen çeteler buldukları herkesi kılıçtan geçirirler. Öylesine işkenceler yapılır ki insanın aklı almaz. Ermeni köylerinin birinde güzel kadınlar toplanır köy meydanına, tespih yapacağız diye meme uçları kesilir. Evler yakılıp yıkılır.
Dost olan halkların bir anda bu hale gelmesine kimse akıl sır erdiremez. “Düşman kimdir?” sorusu zihinleri kurcalar durur. Cevap, Rusya’dan, işçilerden gelir. Emperyalist paylaşım savaşının tam gaz gittiği bir süreçte, işçiler Rusya’da iktidarı ele alırlar. Devrim, savaşın tüm gerekçelerini boşa çıkarmıştır. Devrim, halkların kendileri için değil patronlar ve düzenin devamı için savaştığı gerçeğini tüm dünyaya haykırarak, dünya işçilerinin talep ve özlemlerini dile getiren güçlü bir ses olur. Bu yankı Anadolu’ya da ulaşır. Anadolulular devrime duydukları özlemi şöyle anlatırlar: “Bir sakallı varmış orda, başa geçmiş. Başa geçer geçmez de, savaş bitecek demiş. Ve savaş da bitmiş işte… Başka işler de görmüş o sakallı: ‘bundan böyle zengin de yok, fakir de…’ demiş. Herkes birmiş Rusya’da… Bütün tımar ve hasları alıp bölüştürmüş, saraylardan dışarı dehlemiş bütün prenslerle paşaları.”
Birinci Dünya Savaşı 1918’de sona erer, ancak Anadolu topraklarında savaş ve halkların çektiği acılar devam eder. Gayrimüslimler yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda bırakılırlar. Aileler parçalanır. Sürgün boylarında yürüyemeyen ve hayatta kalan Ermeni kadın ve çocuklar, çiftlik sahiplerine köle olarak verilir. Örneğin, kaçıp dağlara sığınan bir grup Ermeni arasında bebekli bir kadın vardır. Bebek ağlamaya başlar. Etrafındakiler “sustur çocuğu” der. Bebek açtır ve henüz laftan anlamaz, avazı çıktığı kadar bağırmaya devam eder. Etraftakiler “sustur şu çocuğu” dedikçe çaresiz anne çocuğunun ağzına eline geçirdiği paçavraları bastırır ve bebek oracıkta ölür. Çünkü bebek susmasa dağlara sığınanların yerleri belli olacaktır. Anne topluluğu kurtarmak için bebeğini feda eder. Ancak bu acıya dayanamayıp kendini de öldürür. Parçalanan aileler, ırza geçilen kadınlar, Türk ailelerinin yanına verilen köle çocuklar, ibret olsun diye meydan ortasında öldürülenler…
Akıl tutulması yaşanır. Yiğitlik ve mertlik, insana saygı, kendine saygı, her şey biriken kinin altında yok olur. Milliyetçilik zehri öyle bir zehirdir ki, bir kere içilmeyegörsün. Ölmekten ve öldürmekten başkaca hiçbir şey düşünülemez. Yüreğe kazınan acıysa yıllarca çıkmaz. Manoli, en sonunda şöyle der: “Biz mi yaptık bunları size? Siz bize ne yaptınız? Biz birbirimize ne yaptık? Acı mıydı bizim payımıza düşen? Kim tuttu bunun kârını? Kim güttü bizi? Kardeşler, dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden, Kör Mehmet’in damadı! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını versin!”
Kim tuttu bunun kârını? Halkların düşmanlığından kâr edenler, işçiler ve emekçiler değildir. Düşmanlıktan ve kinden beslenenler patronlar sınıfı ve egemenlerdir. Aslında halkların, kültürlerin çeşitliliği bir toplumun zenginlik kaynağıdır. Bu zenginlik kaynağını insanları birbirine kırdırmanın bir aracı olarak kullanan ve kan deryasından kâr eden patronlar sınıfına karşı halkların kardeşliğini yükseltelim.
link: Dicle Yeşil, Benden Selam Söyle Anadolu’ya!, 1 Kasım 2011, https://marksist.net/node/2792
Polis Terörü ve Tutuklamalar Devam Ediyor
Bir Yanda Zayıflamaya Çalışanlar, Diğer Yanda Açlıktan Ölenler