Çelişkilerle dolu bir sistem olan kapitalizmin neresinden tutarsanız elinizde kalıyor. Sistemin bütün mantığı ihtiyaçlar değil de kâr güdülü rekabet üzerine kurulu oldukça da bu hep böyle devam edecek. İnsanları ve doğayı hasta eden bu çürümüş sistemi yerle bir etmeden insanlık kurtulamayacak. Bir taraftan patlayan nükleer santrallerle milyonlarca insanın yaşamı riske atılıyor, insanlar ölüyor; öte taraftan bu büyük risk biline biline yenileri kuruluyor. Bir taraftan aşırı stoklar, satılamayan mallar; diğer yandan tam da bu nedenle yaşanan ekonomik kriz. Gene dünyanın bazı ülkelerinde yaşanan obezite ve aşırı kilo sorunu, öte taraftan açlık çeken milyonlar... Sistemin akıl dışı olduğunu gösteren yüzlerce çelişki saymak mümkün.
Dünyanın birçok yerinde ve Somali’de bugün açlık sorunu yaşanıyor. Somali’de açlıktan her 6 dakikada bir çocuğun öldüğü söyleniyor. 15 milyon insanın ekmek, su gibi en temel ihtiyaçları karşılanamıyor ve her geçen saat açlıktan yüzlerce çocuk ölüyor. Fakat gene aynı yaşanılası dünyada şişmanlıktan ve aşırı kilolardan muzdarip insanlar var. Kabaca biri yokluktan diğeri bolluktan ölüyor.
Obezite, aşırı şişmanlık hali. Bu duruma çevresel ve genetik faktörler yol açıyor. Her sorunun çözümü için olanak varken; eşitsizlik ve sömürüye dayalı bu kapitalist sistemde, en küçük bir sorunda bile çözümsüzlükle karşı karşıya kalınabiliyor. Kapitalizm, kâr ettirmeyen bütün çözümlere kapıları kapatan bir zihniyetle işliyor. Obezitenin temel nedeni besin değeri düşük ancak kalori değeri yüksek yiyeceklerdir. Protein içeren besinlerin, yani etin, sütün, peynirin vb. pahalı olması insanları karbonhidrat değeri yüksek besinlere yöneltiyor. Yani daha ucuz olan makarnaya, patatese, hamur işlerine vb. Sağlık Bakanlığı ve Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre, Türkiye’de sekiz buçuk milyon civarında obez var. Avustralya’nın Melbourne Üniversitesi bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre, dünyada obez yetişkinlerin sayısı 1,5 milyarı geçmiş durumda.
Çin’de her 20 kadından biri obezken, bu sayı ABD’de her üç kadından birine çıkıyor. ABD veya Avustralya’nın batısında obezitenin, insan sağlığı için sigaradan daha büyük tehdit oluşturduğuna değiniliyor. Ayrıca şişmanlık artık yoksul ülkelerde de görülüyor. Bu verileri ortaya döken bilimadamlarının çözüm olarak önerdikleri ise sadece bir vergi düzenlemesinden ibaret: Boston’daki Harvard School of Public Health, hükümetlerden şişmanlığın önüne geçebilmek için sağlıksız gıda ürünlerine ve içeceklere ek vergi getirmesini istedi.
ABD’de zayıflamaya ve obezite tedavisine harcanan para, yılda 40 milyar doları geçiyor. Hal böyle olunca bunun kendisi bile başlı başına bir sektör. Devlet politikaları bu sorunu çözmeye değil, tekelci sermayenin bu sorundan kâr edebilmesini teşvik etme mantığına dayanıyor. Zayıflama ile ilgili olan cihazlara muazzam yatırımlar yapılarak estetik sektörü hızla büyüyor. Diğer taraftan, diyet ürünleri sektörü de her geçen gün çığ gibi büyüyor. Televizyon programlarında diyetisyenleri ya da zayıflama programlarını görmemek mümkün değil.
Tıp alanındaki yatırımların önemlice bir bölümü “estetik sanayiine” kaymış durumda. Zayıflatma çayları, bitkileri, sabunları gibi pek çok ürün var. Light ürünler pahalı olmalarına karşın büyük bir hızla tüketiliyor. Diyet sektörü gitgide büyüyor. Bunu medyanın, televizyon programlarının, modanın her gün nasıl gündeme getirdiğini hatırlarsak bu sektörün daha da büyümeye devam edeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Reklâmlarda, bir yandan bağımlılık yapan bol kalorili yiyeceklerin tanıtımı yapılırken, öte yandan “zayıflık ve güzellik” gündemden düşmüyor. Gelecek nesillerin sağlığını, gelişimini engelleyen obezite sorunu sözüm ona çözülmeye çalışılırken, tüm sorunlarda olduğu gibi bu soruna da samimiyetsiz ve sahtekârca yaklaşılıyor. Tüm sektörlerde olduğu gibi gıda sektöründe de satılabilecek olandan çok daha fazla bir üretim söz konusu. Bu yüzden toplum sürekli olarak aşırı tüketime yönlendiriliyor. Ancak işçiler aldıkları asgari ücretlerle sadece bol kalorili, ucuz ve sağlıksız besinler tüketebiliyorlar. Gece vardiyalarında ve işyerlerinde çıkan yemeklerle mideler besin değeri düşük, sağlıksız yiyeceklerle doldurulmuş oluyor. Patronların ya da devletin işin sağlık kısmıyla ilgilendikleri yok. Patron için önemli olan maliyeti en düşük yemeklerle, işçileri yeniden işbaşına göndermek. İşçinin sağlığı umurlarında değil, çünkü işsizler, yani yedek işçi ordusu emirlerine amade. Zenginler şişmanladıklarında aletlerle, diyetlerle, sporla zayıflayacak vakti ve nakdi bulabilirken, işçiler ve işçi çocukları sağlıksız ve dengesiz beslenerek şişmanlıyor. Sağlık Bakanının çözüm olarak ileri sürdüğü argümanlar işçilerin aldıkları ücretlerden ve çalışma koşullarından habersiz olduğunu gösteriyor.
Ücretsiz havuzlardan, spor salonlarından, sağlıklı gıda ürünlerinin fiyatlarında indirim yapılması gereğinden ya da ucuz etten hiç söz etmeyen Sağlık Bakanı Recep Akdağ, obezite sorunu ve sağlıklı bir yaşam için, “yavaş yemeyi” ya da 5 ara öğün yemeyi öneriyor. İşyerlerinde yemek molaları 20 dakikaya düşmüşken ya da işbaşında su içmek bile yasakken, işbaşında su içtiği için işten atılan işçilerin olduğunu bilmezmiş gibi konuşuyorlar. Aynı Bakan, “okul kantinlerinde taze meyve, süt satılacağını müjdeleyerek önümüzdeki dönem sağlıksız ürünlerin yasaklandığını” belirtiyor. Asgari ücretle geçinen işçi ailelerinin çocukları her gün nasıl taze meyve ve süt alacaklar? İşçi çocuklarına beslenme ücretini ödemeyi her nedense akıl etmiyorlar! Birçok okulda çocuğun okula yiyecek getirmesi yasak, kantin fiyatları ise ortada. Çözüm gerçeklikten uzak. Tokluk sorununa yüzeysel yaklaşan bürokratlar, açlık sorununa da aynı yüzeysellikte yaklaşıyorlar. Birkaç demeç verip ilgileniyormuş gibi gözükerek sorunu çözecekleri yanılsamasını yaratmaktan geri durmuyorlar. Oysa işçilerin ne konut, ne işsizlik, ne obezite, ne de açlık sorunu onların umurlarında.
Dünyadaki kitlesel kronik açlık sorunu kuşkusuz işçi sınıfının mücadele etmesi gereken bir konu. Buna işçi sınıfının duyarsız kalmaması, dayanışma bilincinin gelişmesi çok önemli. Ancak bu doğal ve insani tepkiyi suiistimal eden burjuva devletler, kendilerinin nasıl yardımsever ve güçlü birer ülke olduklarını gösterme peşindeler. Oysa açlık sorunu dönemlik yardım kampanyaları ile çözülecek bir sorun değil. İşçilerin bugün aldıkları asgari ücretlerden bağış yapmaları istenirken, patronların yatırımlarından, milyar dolarlık kârlarından söz edilmiyor. Çalışan biziz kazanan onlar, tasarruf istenen biziz savuran onlar.
Sağlık Bakanı, Diyanet İşleri Bakanı vb. büyük sermayeye, gıda ve ilaç tekellerine seslenmek yerine işçilerden online bağışta bulunmalarını ya da SMS göndermelerini istiyorlar. Hatta Diyanet İşleri bağışlanacak fitre miktarını SMS ile göndermelerini istemekte. İşçilerden tırtıklayarak vicdanları sömürmeye çalışanlar, patronların nasıl yardım edeceklerine dair fikir yürütmeye bile korkuyorlar. Onların kampanyalarla sorunu ertelemeye çalıştıkları, çözümden yana olmadıkları ortada. Olsa olsa kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyorlardır.
Arap halkları açlık ve işsizlik sorununa ayaklanarak tepki gösterdiler. Krizlerin ve açlık sorununun kaynağı kapitalizm ve kapitalist hükümetlerin politikalarıdır. Onların kâr hırslarıdır. O çok övdükleri kapitalist sistemin insanlığı nasıl açlığa mahkûm ettiği görülmeli ve buna karşı mücadele edilmelidir.
Açlık sorunu ne tsunami gibi habersiz, ani gelen bir dalga ne de patlayan bir volkan felâketidir. Kitlesel açlık sorunu devletlerin ve BM’nin ve onlara bağlı bütün örgütlerin gözleriyle gördükleri, izledikleri, bildikleri bir olgudur. BM, Dünya Gıda Örgütü (FAO), Dünya Sağlık örgütü (WHO) ortaya koydukları raporlarla böylesi bir insanlık sorununun kapsamını ve sonuçlarını çoktan ortaya koymuşlardır. Ancak sadece sorunlar ortaya konulup, çözüm üretmediklerinde sorunu havanda su döverek geçiştirmiş oluyorlar. Yardım çadırları kapitalist devletlerin sorunun üzerini örtmeye çalıştıkları ne ilk ne de son kampanyalardır.
Kapitalist sistemde bu sorun aşılabilir mi? Gelinen gelişmişlik düzeyi ve teknolojiyle, insanlık doğa üzerinde büyük bir denetim gücü elde etmiş durumda. Uzay teknolojisinden, genetik biliminden, insansız uçaklardan, onlarca katlı plazalardan, dağların yarılıp yollar açılmasından vb. bahsettiğimiz bir çağdayız. Ama kapitalist sistemde yatırımın ve teknolojinin nereye ve kime hizmet ettiği ortada: Milyonlarca işçi aç ve yoksul. Oysaki bütün zenginlikleri yaratan işçi sınıfıdır. Bu kapitalist sistemin nasıl çelişkili ve nasıl akıl dışı olduğunu gösteriyor. Bir yandan inanılmaz bir zenginlik ve üretkenlik, öte yandan ölümler ve açlık.
Emperyalist tekeller ve onların emperyalist hükümetleri, örgütleri, açlığın sorumlusu olarak kendileri dışında her şeyi gösteriyorlar. Kuraklık, sel, don olayları, çok çocuk yapma, israf vb. nedenler sıralanıyor. Oysaki bugün üretici güçlerdeki gelişim dünya nüfusunun temel besin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde. Tüm bunlar olurken gıda fiyatları neden bu kadar yüksek, neden tarıma kota konuluyor ya da tarım alanları sadece daha çok kâr getirecek gıdalarla sınırlandırılıyor? Tarım tekelleri, tekel dışı üretimi nasıl caydırıyor, bunlardan söz edilmiyor. Metalde, kimyada, tekstilde kıyasıya olan rekabet insan yaşamı gözetilmeksizin gıdada da devam ediyor. Açlığın sorumlusu kim? Kapitalistler mi, dünyanın her yerinde çalışmaya hazır işçiler mi? IMF, Dünya Bankası, ABD, AB, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok kapitalist devlet, tarım politikalarını uygularken sonuçlarını bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar, ancak onlar işçilerin, yoksulların sorunlarıyla değil, patronlara sağlayacakları kârla ilgileniyorlar.
Çözüm kapitalist hükümetlerin kendilerini aklamaya çalıştıkları geçici ve yetersiz yardımlarda değildir. Çözüm, üretime hükmeden, insanları açlığa mahkûm eden, savaşlarda insanları ölüme gönderen, kimyasal atıklarla, radyasyonla bütün bir insanlığı zehirleyen kapitalist sistemin yıkılmasındadır. Kapitalizm felâketler yaratarak ayakta kalmaya çalışırken, burjuva ekonomistler insanlığı bundan daha iyi bir sistemin olamayacağına inandırmaya çalışıyorlar. Oysaki işçilere ve yoksullara dayatılan açlık ve ölümden kurtulmanın tek yolu var, örgütlenmek ve kapitalizmi yıkmak. Açlığa, savaşlara, hastalıklara, düşük ücretlere karşı olan ve insanca yaşama inanan tüm işçiler örgütlenerek bunu başarabilir.
link: Ilgın Çevik, Bir Yanda Zayıflamaya Çalışanlar, Diğer Yanda Açlıktan Ölenler, Ekim 2011, https://marksist.net/node/2793
Benden Selam Söyle Anadolu’ya!
İşsizlik Artıyor, AB ve ABD’de Kriz Gittikçe Derinleşiyor