İzmir’in Aliağa ilçesinde sökümü planlanan ve tonlarca asbest taşıdığı ve ayrıca radyoaktif kirlenmeye maruz kaldığı tespit edilen “Nae Sao Paulo” isimli uçak gemisi ile ilgili tartışmalar gündemdeki yerini koruyor. Brezilya donanmasına ait bu savaş gemisinin Türkiye’ye doğru yola çıkacağı açıklanmış, başta çevre örgütleri olmak üzere kamuoyunda bu ölümcül yolculuğun engellenmesi için ciddi bir tepki oluşmuştu. Bunun üzerine Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum gemide 9,6 ton asbest bulunduğunu söylemiş, kamuoyunu metin olmaya davet etmişti. Oysa iş güvenliği uzmanlarının dikkat çektiği gibi değil 9 ton, 9 kilogram bile olsa asbest ve diğer kimyasalların zararları göz önüne alındığında böyle bir sökümün yapılmasına asla izin verilmemeli. Hayatımız kapitalistlerin kârları için heba olmamalı.[1] Asbestin nasıl bir madde olduğuna ve diğer kimyasal maddelerle birlikte yol açtığı ölümcül tehlikelere birazdan değineceğiz. Ancak bundan önce OECD üyesi tek gemi söküm endüstrisine sahip ülke olan Türkiye’de bu sektörün neden ve nasıl geliştiğine kısaca bakalım.
“Gemi söküm faaliyeti 1970’lere dek Amerika ve Avrupa ülkelerinde yapılmasına karşın, gelişmiş kapitalist ülkeler 1970’ten sonra bu sektörü tıpkı diğer emek yoğun sektörlerde olduğu gibi Asya ülkelerine kaydırmayı tercih ettiler. Bu tercihin altında yatan sebep, yoğun emek gücüne dayalı bu sektörde işçi sağlığı ve güvenliği ile çevrenin zarar görmemesi için alınması gereken önlemler konusundaki mevcut standartların maliyetleri arttırmasıdır. Yani yasal tüm prosedürler kapitalistlerin kârlarını azaltacak, sektöre olan iştahlarını kaçıracaktır. Dolayısıyla Avrupa sermayedarları astarı yüzünden pahalıya gelen bu sektörü, tıpkı çöp meselesinde olduğu gibi başka kapıya süpürmek istemiştir. Diğer yandan Çin, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Türkiye gibi ülkeler için de söz konusu sektörün diğer sektörlere nazaran daha az sermaye yatırımı gerektirmesi, daha ziyade emek gücüne dayalı bir sektör oluşu muazzam bir kâr kapısı anlamına gelmektedir. Kaldı ki bahsedilen iş güvenliği ve çevre koruma önlemlerinin alınmasının bu gibi ülkelerde pek bir kıymeti yoktur. Bu ülkelerde yasal mevzuat kolaylıkla delinebilmekte, örgütsüz işçiler kötü çalışma koşullarına razı gelmekte, dolayısıyla sömürü mekanizması tıkır tıkır işletilebilmektedir.”[2]
Başta Güney Asya ülkeleri olmak üzere sektörün geliştiği yerlerdeki işçilerin çalışma şartları bu duruma çarpıcı örnekler sunuyor. Yukarıda belirttiğimiz üzere sektördeki binlerce işçi ağır sömürü koşulları altında, güvencesiz ve can güvenliği olmaksızın çalıştırılıyor. Bangladeş’te gemi söküm tersanelerinde her yıl rekor düzeyde ölüm oranları meydana geliyor. Kimi STK’ların yaptığı araştırmalara göre geçtiğimiz yıl Hindistan, Pakistan ve Çin’de gemi söküm işlerinde çalışan yüzlerce işçi yaşamını kaybetti. Öte yandan sektörün geliştiği ülkelerin çoğunda söküm işi ulusal ve uluslararası mevzuatlar hiçe sayılarak yapılıyor. Dahası kimi Güney Asya ülkelerinde kâğıt üzerinde bile kurallar yok. Tersane patronları kuralsız, denetimsiz ve çoğu zaman yasa dışı yönettikleri bir kâr imparatorluğu kurmuşlar ve bu imparatorluk işçilerin kanı üzerinden yükseliyor.
İş cinayetleri ve yasal mevzuatın hiçe sayılması bakımından Türkiye’de de benzer durumlar yaşanıyor. Gemi sökümü denilince akla İzmir Aliağa geliyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) geçtiğimiz günlerde yayımladığı bir raporda, son 10 yılda İzmir Aliağa’da en az 97 işçinin iş cinayetinde hayatını kaybettiğini, iş cinayetlerinin yüzde 28’inin gemi sökümünde yaşandığını belirtiyor. Aynı raporda durumun vahametinin anlaşılması için şu ifadeler kullanılıyor: “Özellikle gemi söküm sektörüne dikkat çekmek istiyoruz. Son bir yılda bu sektörde gerçekleşen 7 işçi ölümü kulağa az gelebilir. Zira Türkiye’de her yıl 2000 civarında işçi çalışırken ölüyor. Ancak ilçede 1500 civarında gemi söküm işçisi bulunduğunu, oran olarak baktığımızda Aliağa gemi söküm sektöründeki ölümlerin oranının Türkiye’de resmi olarak açıklanan işçi ölüm oranının 30 katına denk geldiğini belirtirsek durum daha iyi anlaşılacaktır.”
İzmir Aliağa’da bulunan gemi söküm işletmelerinde mevzuata hiçbir şekilde uyulmuyor. Gemi sökümü sırasında polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH), poliklorlu bifeniller (PCB), tributiltin gibi maddeler, kurşun, krom, kadmiyum gibi ağır metaller çevreye yayılıyor ve yaşam alanlarına zehir saçıyor. Söküme gelen geminin sintine sularında, gemi tipine bağlı olarak atık yağlar, boyalar, temizlik maddeleri bulunabiliyor. Bu maddeler bulaştıkları ortamlarda kirliliğe neden oluyor ve canlı hayatını önemli derecede etkiliyor. Sökümü yapılan gemilerden çevreye bulaşan atık sular özellikle kıyı sularında organik madde, azot ve fosfor artışına neden oluyor. Böylece gemi söküm işlemi, iş cinayetlerinin yanı sıra çok yönlü çevresel tahribatlara yol açıyor. Bu noktada asbest ve ona bağlı olarak ortaya çıkan ölümcül hastalıklara özel olarak değinmek gerekiyor. Zira havaya, suya ve toprağa karışan bu maddelerden özellikle asbestin, asbestozis, akciğer zarı kanseri (mezatolemya), gırtlak kanseri gibi ölümcül hastalıklara neden olduğu 1900’lü yıllardan beri biliniyor.
Asbest ısı ve elektrik konusunda güçlü bir yalıtkan ve oldukça dayanıklı bir mineral olması nedeniyle uzun yıllar boyunca pek çok alanda kullanıldı. Bu kullanım alanlarının başında inşaat/yapı sektörü ve gemi sanayii geliyor. Yanmazlık özelliği nedeniyle gemilerde makine dairesinin, mürettebat kamaralarının yalıtımında, boruların ve elektrik kablolarının izolasyonunda kullanılmaya devam ediliyor. Oysa insan sağlığına ve çevreye ciddi zararlar verdiğinin ilk kez tespit edilmesinden neredeyse yüz yıl geçtikten sonra 1990’larda Avrupa’da, 2010 yılında ise Türkiye’de üretimi ve kullanımı yasaklandı. Yasağa rağmen asbestli gemilerin sökümüne devam edilmesi, söküm işleminin insan ve çevre sağlığının hiçe sayılarak gerçekleştirilmesi ve tersanelerde yaşanan can pazarı sermaye vampirinin nasıl bir canavar olduğunu gösteriyor. İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanında araştırmacı ve uzman, Fransız sosyolog Annie Thebaud-Mony’nin yazdığı kitap[3] kapitalizmin kanlı geçmişiyle bugünkü durum arasındaki bağlantıyı göstermesi bakımından çarpıcı örnekler içeriyor.
Kitapta asbest (diğer adıyla amyant) bazlı üretim yapan bir fabrikada kadın işçilerin asbest karşıtı direnişi ayrıntılarıyla anlatılıyor. Amisol 20. yüzyıl başında, asbest bazlı elastik bant, örgü şerit ve şilte üreticisi bir fabrikadır. Kadın ve erkek işçiler, 65 yıl boyunca bu fabrikada başka işletmelerin ihtiyaçlarını karşılamak için amyant öğütürler. Amisol’de 1940’larda çalışmaya başlayan işçiler 1968’de düşük ücretlere karşı başlattıkları sendikal mücadeleyle ücretlerini arttırmayı başarırlar. Ancak fabrikada hâlâ asbestten kaynaklı ağır çalışma koşullarında bir değişiklik yoktur. İşçilerden birisi o yıllarda Amisol’deki koşulları şöyle anlatır: “Amyant, Amisol’e yığma halinde paketlenmeden geliyordu. Açıkta öğütülüyordu. Üç metre ötedeki insanı göremeyecek kadar tozla kaplıydı ortalık.” Ancak işçiler henüz asbestin nasıl bir tehlike olduğunu öğrenmemişlerdir. Bu ancak 1974 yılında patronun fabrikayı kapatacağını duyan kadın işçilerin fabrikayı işgal etmesiyle gerçekleşecektir. Fabrika işgali sırasında ruhunu sermayeye satmamış kimi bilim emekçileri direnişçi kadınlarla iletişime geçer ve asbestin tehlikeleri üzerine bir toplantı düzenlerler. Burada işçiler yıllar boyu nasıl bir ölüm çukurunda çalıştırıldıklarını dehşetle öğrenirler. Artık direniş işsizlik tazminatı ya da işe geri alınma için değil, asbestin yasaklanması için örülür. Fabrikada uzun yıllar çalışmış ve işinden atılmış kadın işçilerin başlattıkları mücadele Fransa’da asbest kullanımına karşı verilen toplumsal mücadelenin kilometre taşı olur. Yıllar boyu süren ve çeşitli fabrika ve sektörlerden işçilerin, sendikaların, bilim insanlarının ve sivil toplum kuruluşlarının desteklediği mücadele sayesinde Fransa’da asbest kullanımı 1997 yılında yasaklanır. Bu arada 1906 yılında yapılan bazı araştırmalarda asbestin tehlikeleri ortaya çıkarılmıştı ve dönemin egemenleri durumdan haberdardı. Ancak Mony’nin de belirttiği üzere, sanayiciler binlerce kadın ve erkek işçinin yüzyıl boyunca amyanta maruz kalmasını, işçilerin ölümleri pahasına umursamamışlardı.
Asbestin etkilerinin uzun yıllar sonra ortaya çıkması nedeniyle Amisol’de çalışan kadın ve erkeklerin kimisi torunlarını sevemeden kimisi ise çocuğunun büyümesini göremeden öldü, daha doğrusu öldürüldü. Benzer şekilde fabrikanın çevresinde oyun oynayan çocuklar da, tarlasını ekip biçmeye gelen çiftçiler de ilerleyen yıllarda asbest nedeniyle yaşamını yitirdi. Ölenlerin çoğu mezatolemya yani akciğer kanseri hastalığına yakalanmıştı. Mezatolemya akciğer zarı, karın zarı ve kalp zarı gibi mezotel doku üzerinde oluşan bir tümördür. Nedeni ise asbeste maruziyettir. İngiltere merkezli maden şirketlerinin asbest madeni çıkardıkları Güney Afrika’da bu hastalık binlerce insanın canına kast eder. Çoğunluğu siyahlardan oluşan binlerce insan bu asbest madenlerinde bir süre çalıştıktan sonra hastalanmaya başlar ve birçoğu ölür. Burada yine Amisol fabrikasında olduğu gibi dikkat çekici nokta, asbest ile herhangi bir şekilde temasta bulunan bir insanın kaçınılmaz olarak mezotelyomaya yakalanmasıdır. Örneğin asbest madeni şirketinin gönderdiği madenci kıyafetlerinin ceplerini boşaltan genç çamaşırcı kız, asbest atıklarını yol yapımında kullanan yol işçisi, asbest çuvallarının kamyonla nakliyesini sağlayan köylü… Hepsi de akciğer zarında oluşan kitlesel tümörden yaşamını yitirir.
Aliağa gemi sökümde çalışan işçilerin de yaygın bir şekilde kansere yakalandıkları ve asbestin sadece çalışanları değil yakın çevrede oturanları, hatta rüzgâra bağlı olarak ilerleyen yıllarda Foça, Menemen gibi yerleşim bölgelerini de etkileyebileceği uzmanlar tarafından dile getiriliyor. Nitekim bugün Aliağa ve çevresi son derece büyük tehlikeleri barındıran bir bölgeye dönüşmüş durumda. Bölgedeki kimi köyler kanser köyleri olarak tarif ediliyor. Bu köylerden biri olan Horozgediği köyünde son yıllarda yaşanan ölümlerin yüzde 70’inin kanserden kaynaklandığı belirtiliyor. Yine yapılan bazı araştırmalarda Aliağa’da 15-20 senenin üzerinde yaşayanlarda kanser görülme riskinin ortalamanın çok üstünde olduğu söyleniyor. Aliağa’daki kanser oranının Türkiye ortalamasını fersah fersah aştığı ve bu haliyle bölgenin yeni bir Dilovası’na dönmeye başladığı da dile getirilen başlıca tehlikelerden. Şüphesiz tüm bunlar ağır sanayi tesisleri, gemi söküm tesisleri ve termik santrallerle etrafı kuşatılmış bir bölgede yapılan denetimsiz ve tedbirsiz üretim anlayışından kaynaklanıyor. Aliağa ve çevresinde oturan insanların gazeteye verdikleri röportajlarda bölgedeki bu felâketin her geçen gün büyüdüğü de söyleniyor. Yıllardır yapılan gemi söküm işlemi sonucunda tonlarca asbestin ve diğer kimyasal bileşiklerin suya, toprağa ve insan kanına karıştığı bölgede araştırma yapan uzmanlar tarafından uzunca süredir vurgulanıyor. Bugün tartışmaların odağındaki Nae Sao Paulo gemisi de dâhil olmak üzere geçmişte sökümü yapılan kimi gemilerin nükleer denemelerde kullanılmış olması da egemenlerin halk sağlığını umursamadığının çarpıcı bir örneği…
Çevre Bakanlığının verilerine göre Aliağa’da 2016-2021 yılları arasında 714 gemi söküldü. Bakanlık 250 tonu asbest olmak üzere, 74 bin 325 ton tehlikeli atığın “usulüne göre” bertaraf edildiğini övünerek açıklıyor. Oysa bugün Horozgediği köyünde ölen her on kişiden sekizinin kanserden ölmesi gemi sökümündeki bu kapitalist iştahla doğrudan bağlantılıdır. Bu bakımdan Aliağa’da yıllar içinde nasıl bir yıkım yaratıldığına yakın tarihten birkaç örneği hatırlayarak bakmakta fayda var. Bundan yedi yıl önce Şubat 2015’te Kuito adlı gemi, söküm için Aliağa’ya getirildi. Ancak Angola’dan yola çıkan gemi ülke kara sularına girmeden önce gemide radyoaktif atık olduğu ortaya çıktı. Yani gelmekte olan nükleer bir tehditti. Raporlarda yüksek miktarda radyoaktif madde içerdiği tespit edilmesine rağmen söküm yapacak şirket ve gemi sanayicilerinin kurduğu GEMİSANDER iddiaların mesnetsiz olduğunu söyledi ve geminin sökümü yapıldı. Bir yıl sonra bu kez Fransa bandıralı Ethane gemisi geldi Aliağa’ya. İzmir Barosunun geminin geri gönderilmesi için açtığı davada yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Ancak karar çıkana dek gemi çoktan sökülmüştü! Bu gemi ise hiçbir ülkenin kabule yanaşmadığı sıvılaştırılmış doğalgaz taşıyan bir gemiydi. Bunun gibi daha onlarca örnek var. Yıllardır sökümü yapılan bu gemilerden tonlarca asbest ve kimyasal atık çevreye zehir saçtı. Bugün Aliağa’nın tam bir çevre felâketleri ve kanser vakaları cehennemine dönmesi işte bu yüzdendir.
Bu gerçeğe rağmen Aliağa’da sökümü yapılması planlanan Nae Sao Paulo gemisinin getirilmesindeki kapitalist ısrar tehlikenin daha da büyüyeceğine işaret ediyor. 2000 yılında, Fransız Donanması o zamanki adı FOCH olan uçak gemisini Nae Sao Paulo adıyla Brezilya’ya sattı. Geçen yıl Brezilya donanması gemiyi hurdaya ayırmaya karar verdi ve gemi açık artırma sonucu Sök Denizcilik şirketine satıldı. Gemi 1950’lerin teknolojisi ve malzemeleriyle üretildi. Bu yıllarda asbestin kullanım genişliğini düşündüğümüzde gemide bulunan asbest miktarının tahminlerin ötesinde olması güçlü bir olasılıktır. Oysa yetkililer geminin envanter bilgilerini paylaşarak gemide sadece 9,6 ton asbest kontamine malzeme olduğunu ileri sürüyor. Bu envanterlerin nasıl uyduruk raporlarla hazırlandığı geçmişteki pek çok örnekle de sabittir. Üstelik bahsi geçen geminin ikiz kardeşi olarak tarif edilen Clemenceau adlı gemide en az 600 ton asbest bulunuyordu. Sao Paulo’da geminin sadece %12’si örneklenirken bu oranın Clemenceau’da %82 olduğunu da belirtelim. Gemi henüz Brezilya’dayken ihale prosedürlerinin uygun bir şekilde yerine getirilmemesi, çevrenin korunması ve tarihi mirasın değerlendirilmesi gerekçeleriyle dava açıldı. Davanın görüldüğü Rio de Janeiro 16. Federal Mahkemesi, 4 Ağustosta ihtiyati tedbir kararı alsa da Sök Denizcilik bu kararı dikkate almadı ve gemi yoluna devam etti. Yani gemi adeta kaçırıldı!
62 yaşındaki bu gemi 31,5 bin groston tonajlı ve 280 metre uzunluğunda bir uçak gemisi. Üstelik geminin künyesine baktığımızda bu geminin 2015 yılındaki Kuito adlı geminin barındırdığından çok daha fazla radyoaktif madde barındırması da güçlü olasılıktır. Bunun yaratacağı ekolojik tahribatın ve sağlık tehlikesinin büyüklüğünü Aliağa’daki mevcut durum yeterince anlatıyor. Sermayenin işçilerin canını hiçe sayarak pervasızca hareket etmesi ancak mücadeleyle engellenebilir. Bu ölüm ve zehir gemisinin Aliağa’ya girişinin ve sökümünün önüne geçilmesi de ancak işçilerin, emekçilerin verdiği mücadelenin büyümesiyle mümkün olabilir.
[2 Başak Güler, Ölü Gemiler Ölüm Getiriyor, https://marksist.net/basak-guler/olu-gemiler-olum-getiriyor
[3] Annie Thebaud-Mony, Çalışmak Sağlığa Zararlıdır, Ayrıntı Yay.
link: Can Aytekin, Sao Paulo Gemisi ve Ölüm Saçan Kapitalizm, 25 Ağustos 2022, https://marksist.net/node/7733
Afgan Kadınlar Taliban Rejimini Protesto Ettiler
“Orada Korkunç Bir Güzellik Doğar!”