12 Eylül darbesinin bizler üzerinde nasıl bir etki yarattığı sorulduğunda, bu darbe sırasında çocuk yaşta olanlar, genellikle, darbecilerin bizzat mücadelenin içinde olanlara yaptıklarını, işkenceleri, idamları vs. düşünerek, o dönemin kendisi üzerinde bir etkisi olmadığını düşünürler. Oysa toplum üzerindeki ezme ve sindirme operasyonları sadece kısa bir döneme özgü olmadı; yıllarca hayatın her alanında, ailede, okulda, sokakta, işyerinde sürdü.
12 Eylül'ün hemen akabinde okullarda eğitime devam eden ya da yeni başlayanlar, baskı koşullarının okullarda da nasıl kendi ifadesini bulduğunu hatırlarlar. Tam bir hafıza silme operasyonunun yapıldığı yerlerden biriydi eğitim kurumları. Mücadele eden kuşak işkencehanelerde cezalandırılırken, onların çocukları da eğitim kurumları dahil her yerde korkutulup, sindirildi. Birisine yaptıklarının hesabı soruldu, öteki testiyi kırmadan dövülerek, bir öncekinin yaptığını yapmamasının garantisi sağlanmaya çalışıldı.
Herkes bir korku seline kapılmıştı. Kılını kıpırdatanın, başını kaldıranın canına okunuyor, tepesine yumruk iniyordu. Tam bu süreçte okullarda da genç beyinleri ve yürekleri ezme, sindirme operasyonları yapılıyordu. Darbeyle beraber sanki okullar yarı-açık hapishanelere döndürülmüştü. Okula gelmeyen gözünün yaşına bakmadan atılıyordu ve devam zorunluluğu okul dışında sistem için tehlikeli işlerle uğraşmayı engelliyordu. Çünkü iş ararken artık çok önemli olan bir kâğıt parçasını, diplomayı almak zorunluydu.
Okullardaki her türlü uygulama, belli bir merkezden alınmış kararların bir parçasıydı! Müdürler, yardımcıları ve öğretmenler, genç beyinleri ışıldatmaya çalışan eğitmenler değil, onları sisteme köle olarak yetiştirmeye çalışan köle terbiyecileri gibiydiler âdeta! Müdür odasını görmek hiçbir öğrencinin isteyebileceği bir şey değildi. Çünkü orası bir sorgu odası gibiydi! Bir müdür odasından içeriye, ancak suçlu ya da zanlı öğrenciler girerdi ve girer girmez ne yaptıkları, neden yaptıkları, suçlu olup olmadıkları sorulmaksızın, önce ağzı burnu kanayana kadar tekme tokat dövülürlerdi. Sonra da yine bir şey sorulmadan, suçlu bile olmasan suç atılacak biri olmaman gerektiği söylenirdi. Böylece, suçlu olmasan da ilerde burjuvazi için suç unsuru teşkil edecek bir şey yapmaya kalkacaksan suçlulara ne yapıldığını şimdiden öğrenmiş olurdun! Yılanın başı daha küçükken ezilmeliydi! Bu yılan ki, ilerde 'komünist' olabilirdi. Kazara idare odasından herhangi bir sıradan işlem için çağrılan bir öğrenciye çağrılma gerekçesi söylenmemişse, oraya gidene kadar 'acaba beni hangi suçlamayla çağırıyorlar' korkuları çekilir ve ayaklar titreye titreye gidilirdi.
Her gün olmasa da, haftada birkaç kere sıra dayağı artık alışılmış bir şeydi. Cetvelle parmak uçlarına vurma, kulağın bir çıtlama sesi gelene kadar çekilmesi, elin üst tarafına cetvelin ince tarafıyla vurulması, yüze bir kez elin içiyle hemen ardından elin tersiyle tokat atılması artık alışılmış durumlardı. Okuldan okula, bölgeden bölgeye, sağ görüşlü öğretmenlerin insafına göre çeşitlenebilen dayak atma teknikleri mevcuttu. O dönemi yaşamış olanlar biraz hatırlamaya çalıştıklarında belki çok daha ilginç teknikler hatırlayacaklardır.
Dayak atma gerekçeleri de çeşit çeşitti. Sınıfta bir kişi ders zili çaldıktan sonra kapıdan dışarı baktı diye, öğretmen girmek üzereyken içerde birkaç öğrenci yüksek sesle konuşuyor diye, sınıfta öğretmenin sorusuna doğru cevap verilmedi diye, ödevler yapılmadı diye, sınıfta yaramazlık yapan öğrenciyi diğer arkadaşları ispiyonlamadı diye, 12 Eylül diktatörlüğüne çocukça bir eleştiri geldi diye vs. vs. Daha unuttuğumuz birçok sebepten dolayı dayak eğitimin en önemli parçasıydı. Eğitiliyorduk, yani kelimenin gerçek anlamında terbiye ediliyorduk burjuva sınıfı için. Korkuyla besleniyorduk, uysallaştırılıyorduk. Burjuvazi için yapmamız gerekenleri eksiksiz yapacak, sopayı yiyince kafamızı kaldırmayacak, birbirimizi ispiyonlayacak, aramızda ayrık otları varsa onların temizlenmesine yardımcı olacak, asla burjuvaziye zarar verecek otlar olmayacaktık.
Birbiriyle iletişim kuramayan, örgütlenmeyen, asosyal insanlardan oluşan bir toplum gerekliydi burjuvazi için. Derslerde öğrencilere her fırsatta, yanlış arkadaşların nasıl insanın hayatını mahvettiği, hiç kimseye güvenmemeleri gerektiği anlatılıyordu. Eli sopalı nöbetçi öğretmenler, teneffüslerde, farklı koridorlardaki ve farklı yaş gruplarındaki öğrencilerin birbirleriyle sohbet etmelerini, kaynaşmalarını engelliyorlardı. Teneffüslerde bir koridordan diğerine inmek ya da çıkmak yasaktı, öğrenciler birbirlerinden izole ediliyorlardı.
Okulun giriş saatinde neredeyse 40 dakika önceden sıra olunur (lisede bile), okul bahçesine giren öğrenci serbestçe dolaşıp sohbet imkânı bulamadan, asker gibi sıraya girerdi. Sıralar, çok muntazam, kesin olarak düzenlenmiş boy sırasına göre yapılmak zorundaydı. Yoksa bir de bunun için sıra dayağı yenebilirdi! Her gün hiç bıkmadan saç, tırnak, kravat, çorap (boyu, rengi), ayakkabı rengi, etek boyu kontrolü yapılırdı. şaşmaz bir şekilde tek tip olmak gerekiyordu. Kılık-kıyafet yönetmeliğine uymayan öğrenciler (her nasılsa bütün yasaklamalara rağmen böyleleri de çıkıyordu!), askeri kışladaymışçasına sıraya girmiş öğrencilerin görebileceği yükseklikte bir kürsüye çıkarılırlardı. Burada genellikle bıyıkları hilal şeklinde aşağı doğru sarkmış bir öğretmen ya da müdür tarafından okuldan atılmakla tehdit edildikten sonra 'işe yaramaz sülükler, öğrenci müsveddeleri, ahmaklar vs.' diye hakaret edilir, ardından herkesin gözü önünde dövülür ya da aşağı doğru itilerek kürsüden atılırlardı. O öğrencilerin yerinde olmayı kimse istemezdi.
Hiçbirimiz, nasıl bir korku ve sindirilme yaşadığımızın farkında değildik. Birkaç ayda bir, okulda sigara, bıçak, sakıncalı kitap vs. aramak için, ev baskınına gelmiş polisler gibi ansızın sınıflara dalan, bağırarak ellerin havaya kaldırılmasını, kıpırdanmamasını emreden öğretmenler, müthiş bir korku yaratıyorlardı. Arama sonunda genellikle hiçbir şey bulunmuyordu ama o korkuyla bir süre yaşıyorduk.
İstiklal Marşı törenleri de dahil olmak üzere tüm törenler ayrı bir gerilim konusuydu. O yüksek kürsüde eğitim kurumunun vatana, devlete bağlı 'eğiticileri', törene geç gelen öğrencileri, kaçıp tuvaletlere saklananları, marş okunurken dudakları kıpırdamayanları, yalnızca dudaklarını kıpırdatıp söylemeyenleri tek tek tespit edip, her törenden sonra bir cezalandırma operasyonu düzenliyorlardı. Törenden kaçan öğrenciler, katlardan aşağı, tören alanına kulakları çekilerek getiriliyor, suratlarına tükürülüyor, vatan haini ilan ediliyorlardı. Sessiz bir filmde bu görüntüleri izleyenler, kafalarını aşağı eğmiş, utançtan yok olmak isteyen bu çocukların cinayet işlediğini sanabilirdi.
12 Eylül'den sonraki genç kuşaklar, yıllarca böyle bir terbiyeden geçti. Bu yıllar içinde aileler de sindirilmiş topluma uygun bireyler yetiştirme misyonunu fazlasıyla yerine getirdiler. Bugün korkuyla beslenmiş bir genç kuşağın, kendine güvensizliği, bu sisteme olan güvensizliğinin önüne çıkmaktadır. Yıllarca hiçbir şeye bulaşmasın diye hem ailede, hem 'eğitim' kurumlarında tüm sivrilikleri törpülenmiş, dünya meselelerine kafa yormaktan aciz bir kuşak yetiştirilmeye çalışıldı. Öyle ki, dünyayı anlamaktan aciz kafasıyla kendi küçücük meselelerini bile çözemeyip ailesine havale eden, üniversite kayıtlarına bile onların eteklerini tutarak giden bir kuşak çıktı ortaya!
Bugün, 12 Eylül'ü yaşamış ama yaşamadığını zanneden herkes, kendini 'son yirmi dört yılda yaşananlar benim üzerinde nasıl bir etkide bulundu?' diye sorgulamalıdır. Eylemlere katılmak yerine, 'ben evde oturmalıyım, başıma bir şey gelmesin' diye düşünenler, hakkını araması gerektiğinde 'daha kötü koşullarda çalışanlar var, bu halime de şükür' diyenler, imza kampanyalarına imza atmaktan korkanlar, herhangi bir eyleme ya da etkinliğe katılmadığı için kendini akıllı sananlar, mücadeleye atılmak yerine 'birileri benim yerime yapsın, ben paçayı yırtayım' diyenler, 12 Eylül'ün izlerini aramalıdırlar ruhlarında. Eğer insan olmak adına içlerinde ruh olarak bir şeyler kalmışsa!
link: Aylin Dinç, 12 Eylül'ün Hafıza Silme Operasyonunda 'Eğitim' Kurumları, 15 Ekim 2005, https://marksist.net/node/7182
Küreselleşme /5
'Çin Mucizesi'