Çin'in son yıllardaki ekonomik gelişmesi, önemli etkiler yaratan bir olgu olarak, tüm dünyanın ilgi odağı olmuş durumda. Sıradan insanlar genellikle Çin'in bu gelişmesine hayranlık ve gıpta ile bakıyor, sol maskeli milliyetçiler de bunu körüklüyor. Ama diğer yandan da ekonomik çıkarları zedelenen burjuva kesimler aracılığıyla bir anti-Çin propagandası yapılıyor. Bu durumda, Çin'de yaşananların gerçekten imrenilecek şeyler olup olmadığını işçi sınıfının bakış açısıyla ortaya koymak gerekiyor.
Çin'in ekonomik durumuna ilişkin bazı temel verileri ortaya koymakla başlayalım. Çin ekonomisi yılda %9-10'luk büyüme performansı ile dünyanın geri kalan tüm kapitalist ülkelerini geride bırakıyor.[1] Çin, bugün nominal fiyatlarla 1,3 trilyon dolarlık bir ekonomi. ABD ekonomisinin büyüklüğü ise 11,2 trilyon dolar. Bununla bağlantılı olarak, bugün dünya ticaretinin %7'sini elinde bulunduran Çin'in beş yıl içinde dünya ticaretindeki payını ikiye katlayacağı söyleniyor. Parasının değerini baskı altında tutarak çok büyük ihracat artışları kaydetti. Bu gelişmeler sonucunda geçen yıl ABD ve Almanya'dan sonra dünyanın üçüncü büyük 'tüccar ülkesi' olan Çin'in dış ticareti 1970'lerin sonunda 20 milyar dolarken 2000'de 475 milyar dolara, 2004 sonunda da 1,1 trilyon dolara fırladı. 1978'den 2004'e dünya ticareti 6,4 kat büyürken, aynı dönemde Çin'in dış ticaretinde 56 kat artış gerçekleşti. Bu ekonomik performans tüm dünyada burjuvazinin gözlerini Çin'e çevirmesine neden oluyor. Kimileri hayranlıkla ve özenerek Çin 'mucizesini' izlerken, kimileri de büyüyen rakipleri karşısında dehşete kapılıyor. Çin'deki büyümenin kendileri açısından hiç de hayra alamet olmadığını düşünüyorlar.
Çin'in dünya pazarlarında özellikle de bazı sektörlerdeki rekabet gücünü Türkiye piyasasından da takip etmek mümkün. 30 kadar sektörde Çin malları, Türkiye'deki kapitalistleri korkutuyor. Türkiye'de her 100 oyuncağın 95'i, 100 gözlüğün 45'i, 100 halının 25'i, 100 klimanın ise 50'si Çin malı. 'Ne alırsan 1 milyon' sloganıyla satış yapan mağazaların %90'ı Çin mallarını satıyor. Bazı sermayedarlar Çin'in rekabetine karşı 'markalaşma' ve yeni pazarlama stratejileri öneriyor. Bazı Türkiyeli büyük sermaye çevreleri ise Çin'de yatırım yaparak Asya pazarlarına açılmaya soyunuyor. Sermayedarlar özellikle de ihracat pazarlarında Çin'in kendi paylarını azaltmasından dolayı Çin'i tehdit olarak görüyor. Turizm gibi sektörler ise sayıları her geçen gün artan Çinli turistleri ülkelerine çekmenin hesabını yapıyor.
Çin dünyanın dev bir imalat merkezi haline geldi. Çin imalat sanayiinin ucuz maliyetleri karşısında diğer ülkelerin bu rekabetle başa çıkamayacağını düşünen burjuva kesimleri 'haksız rekabet' yaygarası koparıyor; kota ve çeşitli kısıtlamalar talep ediyorlar. Ne var ki Çin'deki bu 'elverişli' koşullardan faydalanma olanağı olan büyük çokuluslu şirketler Çin'e doğrudan yatırım yapıp, ürettiklerini dünya pazarlarına satmayı daha kârlı buluyorlar.
Çokuluslu şirketler Çin'e son 15 yıldır yılda yaklaşık 50 milyar dolarlık yatırım yaptılar. Günümüzde Çin sanayisinin ancak %40'ı devlet mülkiyetindedir. Tarımın büyük bir kısmı komün denilen köy toplulukları tarafından gerçekleştiriliyor. Özel sektör yatırımları ise daha ziyade tüketim malları ve ileri teknoloji gerektiren ürünleri üreten sektörlerde gelişmiştir. Bu yatırımlar, çokuluslu şirketler ile Çin'de siyasal iktidarı elinde tutan bürokrasinin yakın çevresinin, genellikle de ÖKP'nin güya 'komünist' liderlerinin çocuklarının sahip olduğu şirketler arasındaki ortaklıklar olarak biçimlenmiştir. Yabancı şirketler sermaye ve teknolojiyi; egemen bürokrasinin yakın çevresi ise Çin'de yapılan yatırımların yasal prosedürlerini 'halletmektedir.' Çin'de yapılan son Ulusal Halk Kongresinde alınan kararlar Çin'in dünya ekonomisi ile bütünleşme sürecine denk düşen yapısal dönüşümleri gündeme getirmişti. Özel mülkiyetin korunmasına ve güvence altına alınmasına yönelik kararların Anayasaya dahil edilmesinin yanı sıra yabancı sermayenin Çin bankalarındaki ortaklık paylarının arttırılmasının da önü açılmıştı.
Burjuva ekonomistlerin Çin ekonomisinin geleceğine dair pembe projeksiyonları 'sürdürülebilir kalkınma' ütopyasını temel almaktadır. Bu ekonomistler, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sorunsuz bir biçimde sürekli kılınabileceği iddialarına bu kez de Çin'i örnek gösteriyorlar. Oysaki üretici güçlerdeki gelişme ya da sermayenin büyümesi çelişkisiz bir süreç değildir. Sermaye büyürken kapitalizme içkin olan çelişkiler de bununla paralel olarak birikmektedir. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Kapitalizmin tarihinde çeşitli ülkelerde görece uzun büyüme dönemleri yaşanmıştır. Bu dönemler, artık kapitalizmin 'eski' bunalımlarını geride bıraktığına, bir daha çöküşlerin yaşanmayacağına dair burjuva söylemlerin pervasızca dile getirilmesine de zemin teşkil etmiştir. Ancak sonuç her seferinde hüsrandır. Çin'e gelince; Çin'in 70'li yılların sonlarından başlayarak bugüne değin hızlı bir büyüme süreci yaşayabilmesinin özgün sebepleri vardır. Bu sebepler ortaya konulduğunda 'sürdürülebilir kalkınma' koşullarının ilelebet payidar kalmayacağını öngörmek hiç de zor olmayacaktır.
İşçi sınıfının muazzam ölçüde sömürülmesi
Sermayenin aşağılık kalemşorlarının iştahla bahsettikleri 'Çin Mucizesi'nin; 'Çin'de artan refahın', 'Çin'de artan sermaye yatırımlarının ve büyümenin' üzerinde yükseldiği temel, Çinli emekçilerin canı, kanı ve alınteridir. Çin'de şu anda yaşananlar ile Engels'in 160 yıl önce kaleme aldığı İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu adlı ünlü eserindeki sefalet tablosunun benzerliği dikkat çekicidir. Günümüz Çin'inde işçi sınıfının yaşam koşullarını anlatan aşağıdaki satırlar, burjuva ideologların kapitalist vahşetin artık çok gerilerde kaldığı iddiasını çarpıcı bir şekilde çürütmektedir:
Yaşam kalitesinin düşüklüğü, köylülerin kırsal alandan şehirlere gitmesine yol açıyor. Birçok köylü, göçmen işçi haline geliyor. Köylüler geçici oturma izni için başvurmak zorundalar; aksi takdirde çalışamaz veya kalacak bir oda kiralayamazlar ve hatta zorla memleketlerine geri gönderilme riskiyle karşı karşıya kalırlar. (â?¦) Dahası pek çok rapor, bazı kişi ve örgütlerin izin işlemi üzerinde kontrolü ele geçirerek muazzam kârlar elde ettiklerini gösteriyor. Geçici oturma izninin yanı sıra köylülerin çalışma belgesi, aile planlama belgesi ve sağlık belgesine de ihtiyaçları var; ancak bu sayede, yakalanarak toplama evine götürülmeksizin ve ardından geri dönüş ücreti ödeyerek memleketlerine geri gönderilmeksizin şehirlerde çalışabilmeyi garanti altına alabilirler. (â?¦) Yabancı sermayeli Reebok fabrikasında, taşradan gelen 5000 genç kız, günde 10 saatten fazla ve haftada altı gün çalışıyor. Barınma harcı ve refah harcı kesilmeden önceki haftalıkları 128 yuan, haftalık çalışma süreleriyse ortalama 71 saat. Yeni model bir Reebok ayakkabının fiyatı yaklaşık 100 dolarken, bahsedilen Çinli genç kızlar bunun sadece 0,7 dolarını kazanabiliyor. 20 metrekarelik banyosuz bir odayı sekiz kız paylaşıyor. Herhangi bir sağlık güvencesinden, işsizlik sigortasından ya da emeklilik hakkından faydalanamıyorlar. (â?¦) 2003 Ocak-Ağustos döneminde maden kazalarında 4150 işçi hayatını kaybetti, bu günde 17 kişi demek. Kazalarda ölenlerin çoğu göçmen işçilerdi. Madenlerde güvenlik önlemlerinin olmadığı bütün Çin'de gayet iyi bilinmesine rağmen, göçmen işçiler düşük ücretler karşılığında, bir hayat sigortaları bile olmadan çalışmak için can atıyorlar. Ortalama olarak, Çin'de her 1 milyar ton kömürün çıkarılması, büyük çoğunluğu hayat sigortasına sahip olmayan 700 kişinin canına maloluyor. Bu 700 canın ardından, binlerce aile üyesi yoksulluk içinde kalıyor. Göçmen işçiler cüzi bir gelir için, yorucu saatler boyunca ve hayatlarını tehlikeye atarak çalışıyorlar, üstüne üstlük bazen ücretlerini zamanında alamadıkları gibi, bazen hiç alamıyorlar. (â?¦) Qinghai'deki Maping otoyolunun inşası sırasında, şantou'dan bir inşaat ekibi Gansu'lu göçmen işçileri işe aldı. Ödeme günü geldiğinde, inşaat ekibi ödeme yapmayı reddetti. Göçmen işçiler protesto amacıyla karşılarına çıktıklarında, inşaat ekibi onları dövmeleri için silahlı adamlar kiraladı, sonuçta bir kişi öldü, sekiz kişi yaralandı.[2]
Çin'in ucuz ve hatta bedava işgücüne dayanan rekabet gücü Türk burjuvazisini de yeni formüller aramaya yöneltiyor. Geçtiğimiz günlerde AKP'li Bakanlardan biriyle radyoda yapılan röportajda, Bakan, Türkiye'nin en yoksul 19 ilinde (çoğunluğu Kürt nüfusun yoğun olduğu illerdir) yabancı yatırımcılar için çekim merkezi oluşturabilmek üzere 'Çin benzeri' koşullar yaratma önerisini büyük bir iştahla anlattı. Bakan, söz konusu bölgede asgari ücretin brüt 200 YTL olarak belirlenip 10 yıl boyunca sabitlenerek, bölgede yatırım yapacak sermayedarların garanti altına alınmasını öneriyor.
Çokuluslu dev sermaye gruplarının Çin'de yatırım yapmasının en önemli itkisi, sendikal ve siyasal hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılan, korkunç bir yoksulluk ve baskı altında milliyetçi söylemlerle uyutulan yüz milyonlarca Çinli emekçinin ucuz işgücü arz etmesidir. Köy topluluklarından elde edilen gıda ürünleri 'köylülerden' (kentli olarak kayıt altına alınmayan herkes köylü sayılıyor) çok düşük fiyatlarla alınıyor. Buna rağmen Çinli bir işçinin aldığı ücret sağlıklı beslenmesine bile yetmeyecek kadar düşük. Çin'de halen siyasal egemenliği elinde tutan bürokrasi eşitlikçi söylemleri çoktan bir kenara bıraktı. Devlet işletmelerinde çalışanlara sağlanan konut, sağlık vb. güvenceler ise kaldırıldı. Büyüme ile birlikte toplumsal eşitsizlik her geçen gün daha da artıyor. Zenginlik ile yoksulluk arasında büyüyen uçurum Çinli emekçilerin gelişen duruma karşı nefret duyguları beslemesine sebep oluyor. Sosyal güvencelerden yoksun Çinli işçiler Avrupalı işçilerin harikulâde koşullara sahip olduğunu zannediyor ve şimdilik yaşanan sürecin kendilerine de aynı güvenceleri ve koşulları sağlayacağı beklentisi taşıyorlar. Dünya ekonomisiyle entegrasyon süreci Çinli işçileri de hem sosyal ve siyasal bakımdan, hem de tüketim standartları bakımından diğer kapitalist ülkelerdeki sınıf kardeşlerini referans almaya itmektedir.
Piyasa ve toplum üzerindeki sıkı devlet kontrolü Çin'in bugüne kadar kapitalizmin krizlerinden muaf bir büyüme sürecini sürdürmesini sağlayabilmiştir. Ancak kapitalizm geliştikçe ve piyasanın güçleri daha hâkim hale geldikçe krizler kaçınılmaz hale gelecektir. Çin'in Dünya Ticaret Örgütüne dahil olması ile birlikte yürürlülüğe giren düzenlemeler, uluslararası ticaretin serbestleşmesi, Çin'e akan ithal lüks tüketim malları, Çin'in resmi para birimi yuanın üzerindeki devlet kontrolünün zayıflaması ya da revalüasyon gibi düzenlemeler, Çin'in iç piyasasında ortalama fiyatların dünya piyasalarından ayrı seyir izlemesine son verecektir. İşgücünün yeniden üretim maliyeti ilelebet aynı seviyede kalamaz.
Çin'de devlet kapitalizmi
20. yüzyılın ikinci yarısında dünya, bir yanda emperyalist-kapitalizmin hegemonya alanı diğer yanda ise SSCB ve Doğu Bloku ülkeleri arasında bölünmüştü. Bu 'iki kutuplu' dünya konjonktüründe, bazı ulusal kurtuluş hareketlerinin önderlikleri Sovyet bürokrasisinin açtığı yoldan ilerlemiş ve iktidarı ele geçirdikleri durumlarda kendilerini bürokratik bir sınıfa, bürokratik diktatörlüklerin egemen sınıfına dönüştürmüşlerdir. Çin, Yugoslavya, Vietnam, Küba vb. bunun en bilinen örnekleridir. Elif Çağlı'nın kaleme aldığı Marksizmin Işığında kitabı SSCB ve benzeri rejimlerin oluşum sürecine ve sınıf karakterine ışık tutmaktadır.
SSCB'nin çözülüşüyle eski Doğu Bloku ülkeleri hızla kapitalist restorasyon sürecini tamamladılar. Ancak Çin'in durumu biraz farklı oldu. Çin, daha SSCB'nin çözülüşünden önce, 70'li yılların sonlarında kimi ekonomik reformlarla birlikte, bir kapitalist restorasyon sürecine girmişti. İlerleyen yıllar içinde bu süreç hızla ilerledi, ancak değişmeyen bir şey de vardı: Bürokrasinin egemenliği ve tüm toplumsal yaşam üzerindeki kontrolü. Böylelikle ortaya bürokratik bir devlet kapitalizmi çıktı. Çin bürokrasisi, SSCB'nin çözülüşünden de çıkardığı derslerle, siyasal ve toplumsal alan üzerindeki denetimini hiçbir şekilde gevşetmedi. Kapitalist restorasyon süreci bu denetim altında yürütüldü ve ardından dünya ekonomisine entegrasyon süreci de bu bürokratik kontrol altında işlemektedir. Geçmişte Çin'de özel mülkiyet anayasal bir hak olarak tanınmamış olsa bile bürokrasinin verdiği izinler ve koyduğu sınırlar dahilinde varlığını ve genişlemesini sürdürüyordu. 80'li yıllarda gerçekleştirilen reformlar bu süreci daha da hızlandırdı. Dahası Çinli kapitalist işletmelerle yabancı sermaye arasında ortaklıklar yeni değildir. 70'li yılların sonlarından itibaren hız kazanan bu ortaklıklar Çin'in içerisinde oluşturulan mal ve insan geçişinin gümrüğe tâbi tutulduğu 'serbest bölge' tabir edilen yerlerde faaliyet gösteriyordu. Bu serbest bölgelere akan yabancı sermayenin yarattığı gelişme-sanayileşme dinamiği Çinli egemenler için giderek vazgeçilmez hale geldi.
Çin'de yüz milyonlarca işçi, geçmişte SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde yaşayan işçilere kıyasla çok daha sefil koşullarda yaşamaktadır. Üstelik toplumsal eşitsizlik, zengin-yoksul arasındaki uçurum çok daha keskin durumdadır. Bu şartlarda yüz milyonlarca işçinin barındırdığı potansiyel tehdit Çin'deki egemenlerce de öngörülüyor. Egemenler kitleleri siyaset sahnesine çıkaracak siyasal reformlara girişmekten itinayla kaçınmaktadır. Büyüme sürecinin devam etmesi için, uluslararası sermayenin Çin'e akmaya devam etmesi; bunun için ise işçi sınıfı tehdidinin bertaraf edilmesi gerekmektedir. Bürokratik egemenliğin baskı aygıtları, devletin otoriter yapısı, siyasi özgürlüklerin zerresinin bile bulunmaması; işte sermayeye ucuz işgücü cennetini sunan ve garantileyen koşullar tam da böylesi bir rejim tarafından sağlanmaktadır.
Çin'de çelişkiler giderek derinleşiyor. Çin'de doğmuş Amerikalı bir sosyalist yıllar sonra Çin'e gittiğinde edindiği izlenimleri şöyle aktarıyor:
Çin'deki en zengin katmanın gizli servetleriyle ilgili doğru dürüst hiçbir istatistik bulunmuyor. Süper zenginlerin multi-milyoner oldukları kesin ancak bunlar servetlerini açıklamıyorlar. Bunların servetleri pahalı arabaların girip çıktığı ve özel koruma görevlileri tarafından korunan lüks konutlarında kendisini gösteriyor. Birçok zengin iş adamı servetlerini ve toplumsal konumlarını sergilemek için açıkça 'feodal bir geleneğe dönüş anlamına gelen' cariye bulunduruyorlar. (â?¦) Sokaklarda ellerinde yardım levhaları taşıyan ya da inşaat, ev taşıma işlerinde 'artık ne olursa' herhangi bir iş verilmesini isteyen çok sayıda işsiz var. Bunların ücretleri pazarlıkla belirleniyor. Ancak birçoklarına çalışmaları karşılığında ücret ödenmiyor. İşçilerin, özellikle inşaat şirketlerinden, ödenmemiş milyarlarca yuanlık ücret alacaklarının olduğu resmi olarak kabul ediliyor. Kimileri içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için intihar ediyor. (â?¦) Sadece işten çıkarılmış fabrika işçileri değil, ancak aynı zamanda üniversite mezunları da işsizlikle karşı karşıyalar. (â?¦) şehir merkezinin dışında evsiz insanlar var. Onları çoğu kez Guangzhou'nun şehir merkezindeki alışveriş yapılan caddelerde göremezsiniz. Bunun nedeni evsizlerin şehrin 'imajını' zedeleyecek olması, böylece bu insanları uzakta tutmak için her yerde sayısız güvenlik görevlisi görev yapıyor. (â?¦) Bugün Çin'de sağlık sistemi o derece pahalı ki birçok aile ciddi ya da kronik bir hastalığın tedavisi için gerekli mali güce sahip değil. Okuduğum bir resmi rapor kırsal kesimde yaşayan Çinlilerin yarısının sağlık hizmetlerinin kapsamı dışında kaldıklarını kabul ediyordu.[3]
Çinli emekçiler bundan 30 yıl öncesindeki yoksulluklarından farklı olarak bugün yanı başlarında yalnızca bürokratların değil artık onlarla son derece içli dışlı olmuş yerli ve yabancı burjuvaların müsrif, şımarık ve asalak yaşam tarzlarına her geçen gün daha fazla şahit oluyor ve dünyanın tüm diğer işçileri gibi tiksinti ve nefret duyguları ile birlikte sınıf kinini yeşertiyor. Yüz binlerce Çinli yoksul kadın fahişeleştirilip yerli ve yabancı burjuvaların zevklerini tatmin için peşkeş çekiliyor. Toplumsal yozlaşma-çürüme ve sınıfsal çelişkiler sermaye ile birlikte büyümektedir. Burjuvalar yüz milyonlarca Çinliyi ucuz ve hatta bedava işgücü ordusu olarak görüyor, ilelebet uyuyacaklarını farz ediyor; hatta kendi ülkelerindeki işçileri de aynı sefalet koşullarında yaşatmanın yollarını arıyorlar. Çin'in büyümesi ve dünya ekonomisiyle bütünleşmesi, bugün için uluslararası sermaye açısından, işçi sınıfını pervasızca sömürebileceği, kâr oranlarını yükseltebileceği bir yatırım ve pazar alanının varlığı anlamına geliyor. Oysa Çin yalnızca sermaye ve pazar alanı olarak değil, piyasa anarşisi ve krizleriyle birlikte dünya kapitalizmine entegre olmaktadır. Dolayısıyla devletin kontrollü olarak yürüttüğü küresel kapitalist bir güç haline gelme çabalarını yansıtan yapısal dönüşüm süreci, kapitalizmin küresel düzeyde biriktirdiği çelişkilerden fazlasıyla nasibini alacaktır. Proletaryanın sessiz bekleyişi sona erecek ve değişen koşullar Çin'deki yüz milyonlarca mensubu bulunan ve bugüne kadar ezilen, bastırılan, örgütlenmesi yasaklanan dev proletarya ordusunu mücadele sahnesine taşıyacaktır.
[1] Büyüme oranları, Asya'da ortalama %5-6, Japonya ve Avrupa'da %1-2, ABD'de ise %3 civarındadır.
[2] Anfanger, Çin'de 'Sosyal Olarak Savunmasız Grupların' Durumu, www.marksist.com
[3] Yirmi Birinci Yüzyılın Çin'inde Zengin ve Yoksul, wsws.org
link: Serhat Koldaş, 'Çin Mucizesi', 15 Ekim 2005, https://marksist.net/node/7183
12 Eylül'ün Hafıza Silme Operasyonunda 'Eğitim' Kurumları
İktisadi Mücadelenin Anlamı ve Sınırları