Sınıf atlama hayalinden iş bulma kaygısına
Bu yıl 1,8 milyon kişinin katılacağı üniversite sınavı için geri sayım başlamış bulunuyor. Her yıl tekrarlanan ve 3 saatlik bir toplumsal cinnet halini alan bu at yarışı sonucunda 1,8 milyon kişiden sadece 150 bini dört yıllık bir devlet üniversitesinde örgün eğitim görme hakkını kazanabilecek. Geri kalan 1,5 milyon genç ise ya “şansını bir kez daha deneyecek” ya da bir iş bulma derdine düşecek.
Kapitalizmin genel olarak sıçramalı bir büyüme kaydettiği 1950-70 arası dönemde, Türkiye’de yetişmiş işgücüne olan ihtiyaç dolayısıyla üniversitelerin kapıları işçi sınıfının ve emekçilerin çocuklarına açılmıştı. Bu dönemde üniversiteye girebilmek için büyük çabalar sarf etmeye gerek yoktu. üniversite bittikten sonra da vasıflı bir eleman olarak rahatlıkla iş bulabiliyorlardı. O yıllarda değil üniversite mezunu olmak, lise mezunu olmak bile önemli bir ayrıcalık durumunda idi. Türkiye gibi azgelişmiş bir ülkede eğitim almış insanların çok daha iyi çalışma koşulları ve ücretlerle iş bulma şansına sahip olmaları, üniversite eğitiminin bir sınıf atlama aracı olarak düşünülmesini de beraberinde getirmişti. Kapitalist toplumun sınıflı doğasının henüz Batı ülkelerinde olduğu kadar net ve açık bir biçimde bilince çıkarılmadığı ve küçük-burjuvazinin son derece büyük bir ağırlığa sahip olduğu Türkiye’de, bu düşünce işçi sınıfı çocuklarına bizzat aileleri tarafından empoze edilmekteydi.
Zaman içinde o derenin altından çok sular aktı. Artık Türkiye azgelişmiş değil orta gelişmişlik düzeyinde bir kapitalist ülke. Ve artık değil lise mezunu olmak, üniversiteyi bitirmek bile bir iş bulabilmek için yeterli olmuyor. Ne var ki, yıllarca oluşmuş yargı ve değerler bir günde silinip atılamıyor. İşçi ve emekçi ailelerinin önemlice bir bölümü bu yanılsamalardan hâlâ sıyrılabilmiş değil. öyle ki bugün evini zar zor geçindirecek durumda olan işçiler dahi çocukları bir üniversiteyi kazansın diye çırpınıp duruyorlar. Hali vakti yerinde küçük-burjuva aileler cephesinde ise üniversite sınavlarına dönük hazırlıklar tam bir hastalıklı ruh haline dönüşmüş durumda.
Diğer taraftan üniversiteyi kazanmanın bir meslek edinebilmek ve insanca yaşayabilecek bir iş bulmak için zorunlu olduğu fikri, gerek eğitim sektörüne yatırım yapan burjuvalar tarafından, gerekse de küçük-burjuva aydınlar tarafından işçi sınıfına empoze edilmeye devam ediyor. Gençlerin her şeyleriyle kendilerini üniversite sınavını kazanmaya endekslemesi sınavın önemini bir kat daha arttırıyor. Yıllar boyunca ezberci bir yazılı sınav sistemi ile öğrenim gören gençlerin karşısına 3 saatlik bir test sınavı konuluyor. Bu noktada da devreye burjuvazinin bir başka kâr kapısı, özel dershaneler giriyor.
Eğitim-Sen’in yapmış olduğu bir araştırmaya göre, üniversite öğrencilerinin %88’i sınavı kazanabilmek için ya dershaneye gitmiş ya da özel ders almış. Yine üniversite öğrencilerinin %64’ü harcanan onca paraya ve emeğe karşın ilk girişlerinde sınavı kazanamamış. Bu iki veriyi yan yana koyduğumuzda boş üniversite hayallerinin kapitalistlerin kasasına para akıtmanın bir aracı haline getirildiği net olarak ortaya çıkıyor.
2004 yılı verilerine göre Türkiye genelinde dershane sayısı 2900’ü aşmış durumda. Bu dershanelerin yaklaşık 650 tanesi Türkiye’nin sanayi merkezi olan İstanbul’da. Ve yine yapılan araştırmalara göre Türkiye’de ailelerin eğitime harcadıkları para yaklaşık 11 katrilyon. Aynı yıl devletin eğitime ayırdığı bütçenin 12,5 katrilyon olduğunu düşünürsek, �toplumun eğitim bütçesiyle devletin eğitim bütçesinin yaklaşık olarak birbirine denk olduğunu görürüz.
üniversiteler emekçi çocuklarına kapatılıyor
Ne var ki, uğruna katrilyonlar harcanan “iyi bir eğitim” umudu boşa çıkmaktadır. 1998 sürecinden sonra değiştirilen sınav sistemi ile burjuvazi üniversitede okuyacak olanları daha sınava girmeden belirlemiş durumda. öSSde tercihler sınavdan sonra yapılsa da burjuvazi tercihini baştan yapmıştır: herkes sınıfını bilsin ve ona göre davransın!
Ortaöğretim başarı puanı denilen rezillik nedeniyle meslek liseleri ve devlet liselerinin çoğu sınavda baştan eleniyorlar. Meslek liselerinin önüne dikilen engeller, devlet okullarının ortaöğretim puanlarının düşük olması gibi etkenler üniversiteli olmayı her gün daha da zorlaştırıyor. Bugün bir meslek liseli öğrencinin kendi branşı dışında dört yıllık herhangi bir bölümü kazanabilmesi için sınavda sorulan 180 sorunun tamamını yapması bile yeterli olmuyor. Yani meslek liseli bir öğrenci Türkiye birincisi olsa dahi “iyi bir üniversitenin” istediği bölümüne giremiyor!
Burjuvazi işçi ve emekçi çocuklarını, “eşit eğitim ve adaletli sınav sistemi” yalanları ile uyutmaya çalışıyor. Oysa eşitlik aynı sınava girmenin bir adım ötesine geçmiyor. Sınava hazırlık süreci ve 11 yıllık eğitim süreci göz önüne alındığında eşitliğin lafta kaldığı açıkça görülüyor.
Fen veya Anadolu liselerinden (bu liseler de devlet lisesi olarak adlandırılsalar bile ilköğretim sonrasında sınavla öğrenci aldıkları gözden kaçmamalı) mezun bir öğrenci ile düz devlet liselerinden mezun bir öğrenci arasında daha sınava girmeden orta öğretim başarı puanı yüzünden 20 puana yakın bir fark oluyor. Bir tarafta en iyi ihtimalle dahi 50-55 kişilik sınıflarda eğitim alanlar, diğer tarafta 20-25 kişilik sınıflarda eğitim alanlar. Bir tarafta Türkiye’nin en büyük dershanelerinden ve en iyi öğretmenlerinden ders alan, özel dersler sayesinde açıklarını kapatan burjuva ve küçük-burjuva çocukları, diğer tarafta mahrumiyet koşullarında ders çalışmaya uğraşan, parası olmadığından dershaneye gidemeyen veya dershane parasını denkleştirmek için bir işte çalışmak zorunda olan işçi çocukları. Aldıkları eğitim kalitesindeki farklılıklar yetmezmiş gibi bir de puanlama sistemindeki uçurumlar! Bütün bunlar düz devlet liselerinden veya meslek liselerinden mezun olan öğrencilerin sınavı kazanamamaları için gerekli her şeyin yapıldığını gösteriyor.
Bu durum üniversite öğrencilerinin sosyal-sınıfsal yapısına da kaçınılmaz olarak yansıyor. Yine Eğitim-Sen’in araştırmasına göre, üniversite öğrencilerinin %41’i yüksek gelir düzeyindeki ailelerin çocukları iken, sendikaların açıkladığı açlık sınırının altında yaşayan ailelerden gelen öğrenciler ancak %20’yi bulmaktadır. üniversite öğrencilerinin %49’u, ailelerinin kendilerine aylık 300 milyondan daha fazla bir harcama yaptığını belirtmişler. Asgari ücretin de aynı düzeyde olduğu düşünülürse, bugün üniversitelerde okuyan öğrencilerin büyük bir bölümünün burjuva ve hali vakti yerinde küçük-burjuva ailelerden geldikleri açıkça ortadadır.
Vasıfsızlaşan üniversite diploması
Burjuvazi bir taraftan üniversite kapılarını emekçi çocuklarına kapatırken, diğer taraftan yine aynı emekçi çocuklarını kandırmaya ve onların her birinden dershaneler aracılığıyla yılda birkaç milyar söğüşlemeye devam ediyor. Eğitim sektöründe yatırım yapan burjuvalar ve onların çıkarlarıyla kendilerini özdeşleştiren öğretmenler, herkesin üniversite sınavına girmesi gerektiğini, bu sınavda elde edilecek başarının hayatın geri kalanını belirleyecek temel bir etken olduğunu vurguluyorlar. Diyorlar ki “eğer sınavı kazanırsanız gelecekte iyi, güzel bir işiniz olur, rahat yaşarsınız. Ama eğer sınavı kazanamazsanız yapacağınız tek şey bir fabrikaya girip çalışmaktır”.
Ne var ki, gerçeklik hiç de öyle değil. Büyük krizler içinde debelenen kapitalizm, artık yüksek öğretim diploması verilmiş on binlerce işgücünü mas edemiyor. Dahası sayılarının giderek artmasıyla birlikte üniversite mezunu olmak da artık iyiden iyiye sıradanlaşıyor. üniversite mezunu genç işçiler eski ayrıcalıklarını kaybediyorlar. Bu durum üniversite mezunlarının bulabildikleri işlerdeki çalışma koşullarına da doğrudan yansıyor. Geçmişin kutsal sayılan ya da gözde mesleklerini icra edenler bugün çalışma ve yaşam koşulları bakımından hızla mavi yakalı işçilere yaklaşıyorlar. Dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfının bir parçası olduklarını kabul etmeye pek yanaşmayan ücretli doktorlar, öğretmenler, avukatlar, mühendisler, iktisatçılar vb., artık büyük bir bölümü itibarıyla resmi yoksulluk sınırı dolayında yaşıyorlar.
Dahası yapılan istatistiklere bakılırsa üniversite mezunlarının %34’ünün işsiz olduğu görülüyor. Bu resmi oran, yine resmi genel işsizlik oranının yaklaşık 3 katıdır! Açık öğretim dışında, dört yıllık devlet üniversitelerini kazanma oranının %15 civarında olduğu da hesaba katılırsa, üniversite sınavına giren her 100 gençten sadece 10’unun üniversite bitirip iş bulabileceğini, diğer bir deyişle 90’ının ise vasıfsız işgücü olarak en azından başlangıçta işsizler ordusuna katılacağını görüyoruz.
Kapitalist toplum çelişkilerle yüklüdür. Bugün burjuvazi, var olan eğitim sistemini kendi güncel çıkarlarına uyduğu ölçüde Batı normlarına göre yeniden örgütlemek istiyor. Eğitimin paralı hale getirilmesine dönük adımların atılması, işçi sınıfının çocuklarının ortaöğretim aşamasında mesleki eğitime yönlendirilerek yükseköğrenimden dışlanması ve en parlak olanların ise özenle seçilerek ve burs vs. gibi araçlarla sisteme tam bağlılığı sağlanarak burjuvazinin uşakları haline getirilmesi hedefleniyor. Diğer taraftan aynı burjuvazi açısından, eğitim alanı, özel sektör kapsamına girdiği ölçüde tatlı kâr kapısı anlamına geliyor ve bu nedenle de emekçi kitlelerdeki üniversiteye dönük yanılsama ve hayallerin beslenmeye devam edilmesi gerekiyor.
Kapitalist toplumdaki üniversitelerin özel üniversite veya devlet üniversitesi olarak ikiye ayrılması, bu eğitim kurumlarının burjuvazinin çıkarları doğrultusunda faaliyet gösterdiği gerçeğini değiştirmiyor. Kapitalist sömürü sistemi ve buna bağlı olarak burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliği devam ettiği sürece, ilköğretiminden ortaöğretimine, üniversitesinden yüksek lisansına kadar var olan eğitim sistemi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda planlanan ve yönlendirilen bir süreçtir.
Marksistler dershaneler de dahil olmak üzere, paralı eğitim sistemine karşıdırlar. Ne var ki, parasız eğitim hakkının savunulması, tek başına yeterli değildir. İşçi sınıfının uzun yılları kapsayan mücadelelerle elde ettiği parasız eğitim hakkının elinden alınmasına karşı mücadele ederken diğer bir görev de, kapitalist toplumdaki eğitim sisteminin burjuvazinin çıkarlarına denk düştüğü gerçeğini bıkmadan usanmadan emekçi kitlelere ve onların çocuklarına anlatmaktır.
Eğitimde “fırsat eşitliğinin” sağlanabilmesi için üniversite sınav sisteminin değiştirilmesini değil, sınavın ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyoruz. Fakat gerçek eşitlikten ancak toplumsal anlamda bir eşitlik varsa söz edilebilir. Böylesi bir toplumsal eşitliğin sağlanmasının yolu ise tüm sınıfsal ayrıcalıklarla birlikte bizzat sınıfların ortadan kaldırılmasından geçiyor.
20. yüzyılın başlarındaki okullar hakkında, “kapitalistler için gerekli olan uşakları yetiştiriyor” diyordu Lenin. Burjuva eğitim sistemi bugün de aynı işlevini sürdürüyor ve yıkılmayı bekliyor. Ve bunu sağlayacak olan, burjuvazinin uşağı olmayı reddeden genç insanları da mücadele saflarında toparlayan devrimci işçi sınıfı olacaktır.
Burjuvazi bize, şarkıdaki gibi, “işçisin sen işçi kal” diyor. Bizler işçi olmaktan gocunmuyor, tersine hayatı her gün yeniden üreten temel güç olmakla övünüyoruz. Ama işçilik bu toplumda ücretli kölelik anlamına geliyor ve işte bu nedenle “işçi kalmaya” hiç de niyetimiz yok. Geleceğin sınıfsız toplumunda özgür üreticiler olarak var olacağız, ücretli köleler olarak değil!
Tüm çalışanlara parasız öğrenim hakkı ve öğrenim görme olanağı!
Tüm üniversite öğrencilerine iş olanağı!
üniversite sınavları kaldırılsın!
Dershaneler, özel lise ve üniversiteler parasız eğitim kurumlarına çevrilsin!
Gerici, şoven eğitime son! Bilimsel ve demokratik eğitim!
link: Vedat Karpat, Üniversite Sınavları ve Umut Tacirliği, 5 Haziran 2005, https://marksist.net/node/202
MKP’li devrimcilerin cenaze töreni
AB: Referandumlar Devrimci Marksistleri Doğruluyor