Ortadoğu’da yaşanan “Arap Baharı”nın rüzgârı tüm bölge halklarını etkiliyor. İsrail, kurulduğundan bu yana hep toprak gasplarıyla, savaşlarla, Filistin halkına uygulanan mezalimle, ABD emperyalizminin kanlı politikalarıyla birlikte anılagelmişti. Siyonizmin ve militarizmin cenderesinde yaşayan İsrail halkı 60 yıldır ilk defa Siyonist İsrail burjuvazisinin kanlı rejiminin karşısına yüz binlerin katıldığı kitlesel eylemlerle dikiliyor.
Eylemlerin başlama ve gelişme biçimi Tunus ve Mısır’daki halk hareketleriyle benzerlik gösteriyor. Yaklaşık 3 ay önce genç bir kadının evinden atılması üzerine meydanda çadır kurarak başlattığı küçük çaplı eylem günden güne büyüdü. Önce üniversite gençliği ve genç diplomalı işsizler ordusu çadır kurma eylemine sahip çıktı. Tıpkı Mısır’da Tahrir Meydanı’nda olduğu gibi kent meydanlarında çadırlar kuruldu. İşçi sınıfı ve çöküş içerisindeki orta sınıflar da kendi ekonomik ve demokratik talepleriyle birlikte hareketin içerisinde yerlerini aldılar. Önce on binler, ardından yüz binler sokağa indi. Eylül ayı başında 500 bin kişinin katıldığı kitle grevi İsrail’in tarihinde ilk defa Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman nüfusu meydanlarda yan yana getirdi. 7,5 milyon nüfuslu ülkede bu büyüklükte bir eylem daha önce yaşanmamıştı.
Evinden atıldığı için, evsizliği meydana çadır kurarak protesto eden kadın, İsrail’de işçi sınıfının ve orta sınıfların can alıcı bir sorununa parmak basıyordu: Konut Sorunu. İsrail 1996 yılında sosyal konut projelerini durdurdu. Konut yapımı, inşaat şirketleri için muazzam kârların döndüğü bir alan halini aldı. Başkent Tel Aviv’de 100 metrekare bir apartman dairesinin fiyatı 600 bin dolar, kenar semtlerde ise 200 bin dolar gibi astronomik rakamlara ulaşmış durumda. Mortgage kredileri konut fiyatlarına endeksli olduğu için krediyle ev alan insanlar yıllarca çalışıp ödeme yapmalarına rağmen, konut fiyatlarının yükselmesi yüzünden borç batağından kurtulamıyorlar. Yürüyüşlere katılan bir protestocu, durumu, “bankaların rehinesi haline geldik” diye özetliyor.
Eylemler toplumun çoğunluğunun canını yakan konut sorunu üzerinden son derece meşru bir zeminde başladı. Ardından özellikle genç nüfusta daha trajik boyutta yaşanan işsizlik sorunu, gelir dağılımındaki uçurum ve sosyal adaletsizlik gibi sorunlar üzerinden hareket giderek genişledi. Resmi verilere göre İsrail’de kişi başına düşen milli gelir 25 bin ilâ 30 bin dolar arasında seyrediyor. Ancak bu rakam kâğıt üzerinde böyle ve gelir dağılımında müthiş bir adaletsizlik söz konusu. Milli gelirin %50’sine en zengin 20 kapitalist aile el koyuyor. Nüfusun %23’ü açlık sınırının altında, %29’u ise açlık sınırında yaşıyor. Sosyal adaletsizlik kitle gösterilerine “Halk Sosyal Adalet İstiyor” sloganıyla yansıdı. Parasız eğitim, parasız sağlık ve sosyal konut talepleri yükseltildi.
Ekonomik taleplerle gelişen kitle hareketi, “zorunlu askerliğin kaldırılması” gibi militarizmi eleştiren politik taleplere doğru uzandı. “Mübarek! Esad! Bibi Netanyahu!” sloganı ve “Mısırlılar Gibi Yürüyelim” dövizleriyle Arap kitlelerinin ayaklanmaları selamlandı. Başbakan Netanyahu’nun cani diktatör Mübarek ve Suriye halkının ayaklanmalarına katliamlarla yanıt veren Esad ile aynı kefeye konması manidardır. Taşınan Che Guevera resimleri ve “devrim” sloganıyla tutulan tempo meydanları inletti. Bir televizyon muhabiri “devrim” sloganını haykıran gence yaklaşarak neden “devrim” diye slogan attığını sorduğunda şu yanıtı aldı: “Dinle! Orta sınıf çöküyor, mezun olan öğrenciler iş bulamıyor, ev alabileceğim günleri göremeyeceğim, iki yakamı bir araya getiremiyorum. Üniversite mezunuyum, master derecem de var ama yetmiyor, devrim istiyoruz, umut istiyoruz!”
İsrail’de cılız da kalsa, öteden beri militarizme, zorunlu askerliğe ve Filistin’e yönelik askeri operasyonlara karşı bir muhalefet vardı. Son eylemlerde ekonomik talepler ön planda yer alsa da, bütçenin %20’sinin silah harcamalarına gitmesi, terör ve güvenlik sorununun bahane edilerek tüm çelişkilerin üzerinin örtülmesi ciddi bir biçimde sorgulanmaya başlandı. Askeri harcamalarla konut sorunu arasında ilişki kuran dövizler bunun tipik göstergeleriydi. Dövizlerden birinde “Irkçılıkla Konut Sorunu Birbiriyle İlişkilidir” yazıyordu. Gösterilerde yer alan genç bir kadın kameralara haykırıyordu: “Terör terör terör… Başka bir şey dedikleri yok! Bunlar bizi aldatmaya yetmiyor artık!”
Militarizme karşı zorunlu askerliğin kaldırılması talebi, Filistinliler ve diğer Arap halklarıyla barış içerisinde yaşama özlemleri mitinglerde yer buldu. Yaşam alanları kalın duvarlarla birbirlerinden ayrıştırılmış Filistinlilerle Yahudilerin ve Hıristiyanların sınıfsal taleplerle meydanlarda birleşmesi, sınıf mücadelesinin birleştiriciliğini ve kitlelerin eylem içerisinde önyargılarını alt ederek dönüşebileceğini bir kez daha gösterdi.
Filistin sorunu ve İsrail işçi sınıfı
İsrail’de ulusal sorunun tarihsel boyutlarıyla özgün ve çetrefilli bir biçimi yaşanıyor. Yahudi sorununun emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda burjuva temelde “çözümü”, Filistin sorununun doğumuna yol açtı. İsrail, Filistin toprakları üzerinde uzun süren bir kolonileşme süreci sonunda kuruldu. Tüm dünyaya yayılmış durumdaki Yahudi burjuvalar, Yahudi sorununun çözümü olarak “vaat edilmiş topraklarda” Yahudi devleti kurmayı öne sürdüler. “Kenan Diyarı” diye anılan ve tanrının Yahudilere vaat ettiği öne sürülen topraklar, kuzeyde Fırat nehrinden güneyde Nil nehrine kadar uzanıyor. İsrail burjuvazisi, Yahudi inancını ırkçı bir milliyetçilikle harmanlayarak Yahudi halkını yalanlarla kandırıp, oldukça geniş bir coğrafyayı gasp etmeyi hedefliyor.
İsrail 1948’deki kuruluşunu takip eden yıllar boyunca Filistinlilerin yaşadıkları toprakları gasp ederek sürekli genişledi. Filistin halkı, sürgünlerle, katliamlarla ve tarifsiz acılarla dolu onyıllar yaşadı. İsrail egemenleri, Filistinlilerden gasp ettikleri arazilere, dünyanın dört bir yanından göçmen olarak gelen ve getirtilen Yahudileri yerleştirdiler. Ataları sürgün edildiği için, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Yahudiler kendilerine ait hissedebilecekleri bir ülkeye yani İsrail’e göç ederlerken, İsrail burjuvazisinin tertiplediği katliamlara ve sürgünlere uğrayan Filistinli kitleler başta Ürdün, Lübnan, Mısır ve Suriye olmak üzere çevre ülkelere göç etmek zorunda kaldılar. 1948-49 yıllarında 400’e yakın Filistin köyü boşaltılmıştı. 1967’de Arap-İsrail savaşını İsrail kazandı ve Filistin’in büyük bölümüne el koydu. İsrail devleti bununla da yetinmedi. İşgal ve ilhak sürecini kesintisiz bir biçimde sürdürdü. Son 60 yılda yüzlerce köy daha boşaltıldı. Bugün çevre ülkelere dağılmış yaklaşık 6 milyon Filistinli mülteci var.
Güney Afrika’dan İsrail’e Apartheid
Güney Afrika’da 1948’den 1994’e kadar hüküm süren ırkçı Apartheid rejimi ile İsrail’deki ırkçı Siyonist rejim arasında benzerlikler bulunuyor. İsrail devleti 2002 yılından bu yana, Filistinlilerin yaşadığı bölgeleri hem Yahudi yerleşim birimlerinden ayıran, hem de birbirinden tecrit eden yüzlerce kilometre uzunluğunda yüksek duvarlar inşa ediyor. Toplamda 760 kilometreye ulaşması planlanan duvarlar, İsrail'in Filistinlilerden çaldığı kaynakları ve toprağı daha da genişletecek biçimde Batı Şeria’nın içine doğru kıvrılıyor. %85’i Batı Şeria sınırları içerisinde kalan duvar, Batı Şeria’nın %46’sını ilhak ederek, Filistinlileri gettolara ve “askeri bölgelere” hapsediyor. Gazze’nin etrafı, 1994 yılından bu yana bariyerlerle çevrili ve dünya ile bağlantısı koparılmış durumda. Kısacası Filistin, bir dizi açık hava hapishanesinden oluşuyor.
Kendi vatandaşlarına konut sorunu yaşatan İsrail devleti Filistin’e inşa ettiği bu tecrit duvarlarının inşaatına 2 milyar dolardan fazla para harcıyor. İsrail nüfusunun yoğunlaştığı kentlere sosyal konut yapmayan devlet, işgal ettiği bölgelere yerleşimcileri iskân etmek, Filistinlileri bastırmak ve militarizmin doymak bilmez midesini doldurmak için milyarlarca dolar harcıyor.
İsrail işçi sınıfının daha baştan işgalci bir koloni toplumunun parçası olması, sınıf bilincinin gelişiminin önüne muazzam bir engel olarak dikildi. İsrail egemenlerinin geleneksel politikası Musevilik üst kimliği ile sınıf çelişkilerini perdelemektir. İçeride ve dışarıda düşmanlarla çevrili sürekli savaş hali yaşayan bir ülke olmak, İsrail burjuvazisine, güvenlik sorununu sürekli gündemde tutarak toplumun demokratik geleneklerinin gelişmesine set çekme olanağı sağlıyor. Yahudilerin yakın geçmişte yaşadığı soykırımlar, sürgünler, aşağılanma ve dışlanma, İsrail işçi sınıfının zihnini felçleştiren ve enternasyonalist bilincin gelişimini engelleyen bir işlev görüyor.
Göç ederek terk ettikleri ülkede Yahudilerin yaşadığı mezalimin anılarını ailelerinden dinleyerek büyümüş kuşaklar, şu an yaşadıkları ülkede üzerine bastıkları toprağın militarist İsrail rejiminin saldırganlığıyla elde edildiğini bilmelerine rağmen, varlık koşullarını sürdürebilmek için kendilerini bu durumu onaylamak zorunda hissediyorlar. Milliyetçilik zehri, her zaman olduğu gibi işçi sınıfının beynini felçleştiren, bilincini dumura uğratan uğursuz rolünü icra ediyor.
İşçi sınıfının ilacı: Enternasyonalizm
İsrail’in daha baştan işgalci bir koloni devlet olarak kurulması ve nüfusun neredeyse tamamının göçmen-yerleşimci olması dünya çapında kimi sol çevrelerin ve akademisyenlerin, “İsrail’de işçi sınıfının bilincinin burjuva milliyetçiliğinden ve Siyonizmden arınamayacağı” yorumlarına neden oluyor. İsrail İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Histadrut) İsrail devletinin militarist-şovenist saldırganlığını tüm gücüyle desteklemesi bu tür yorumları güçlendiriyor.
İsrail’in özgün yapısı, ilk bakışta şovenizm için tükenmez bir kaynakmış gibi görünüyor. Ancak, kitlelerin bilincini ve ruh halini tek bir etken belirlemez. Toplumsal yaşamın tüm çelişkileri siyasal yaşamda şu ya da bu biçimde karşılığını bulur. Güçlü propaganda aygıtlarıyla kuşanmış İsrail burjuvazisi, psikolojik savaşı profesyonelce yürüterek kitleleri kanlı politik çıkarlarının destekçisi haline getirebiliyor. Ancak burjuvazinin yalan makineleri şu gerçeği değiştiremez: Yahudi işçilerin gerçek çıkarı Filistin halkıyla dayanışmak, Hıristiyan ve Müslüman işçilerle birlikte 20 kapitalist ailenin başını çektiği İsrail plütokrasisinin kanlı egemenliğine başkaldırmaktır. İsrail proletaryasına gerçekleri anlatmak, Arap halklarıyla enternasyonal dayanışma zeminini döşemek, farklı dinlere mensup işçileri kitle örgütlerinde birleştirmek bölgedeki komünistlerin asli görevleridir.
Nesnel zorlukları bahane etmek, kitlelerin burjuvazi tarafından teslim alınan bilincini ilelebet değişmez kabul etmek devrimcilikle asla bağdaşmaz. Toplumsal koşulların dinamizmini kavrayamayan tüm yaklaşımlar yanılmaya mahkûmdur. “Arap Baharı” ile açılan yeni dönem geçmişin önyargılarını alt-üst ediyor. Mısır’da Hıristiyanlarla Müslümanların diktatör Mübarek’i devirmek için meydanlarda birleşmesi, Ortadoğu işçi sınıfının enternasyonalist bilincinin mayalanması açısından önemli bir gelişmeydi. Bu sürecin İsrail işçi sınıfı üzerindeki olumlu etkileri, kitle eylemlerinde açıkça gözlemlenebildi. Gösterilere katılanlardan bazıları, İsrail devletinin, kitle hareketlerinin önünü kesmek üzere savaşı kışkırtabileceğini söylüyordu. İsrail’de de devletin kirli oyunlarının farkında olan kesimler elbette var. Kitle eylemleri içerisinde yer alan genç işçiler milliyetçi gözbağlarından kurtulma yönünde mesafe kat ettiler.
Türkiye’de de Kürt sorununun çözülmemesinin Türkiye işçi sınıfının zihnini nasıl felçleştirdiğini yıllardır görüyoruz. Marksistler, işçilerin, ezilen ulusun demokratik haklarını sahiplenmedikleri sürece kendi özgürlüklerine de kavuşamayacaklarını gayet iyi bilirler. İşçi kitlelerinin burjuva rejime milliyetçi temelde destek vermesi, kendi ayağına kurşun sıkmasıdır. Türkiye işçi sınıfının önemli bir kesimini baskı ve zulümden kaçarak batıya göç etmiş Kürt işçiler oluşturuyor. Ulusal sorun sadece Türk işçileri değil, Kürt işçileri de sınıf mücadelesinden uzak tutabiliyor. Kimlik sorunu, hem Türkiye’de hem Kürdistan’da yaşayan Kürt işçilerin sınıfsal sorununu perdeliyor.
Türkiye’de de Ortadoğu’da da işçilerin birliği ancak enternasyonalist bir perspektifle sağlanabilir. Ezen ulus işçilerinin ezilen ulusun demokratik haklarını sahiplenmesi, ezen ve ezilen ulus işçilerinin birliğine giden yegâne yoldur. Burjuva devletin başka uluslara yönelik zalimliğine onay veren bir işçi sınıfı, kendisini sömüren patronlar sınıfının kölesi haline gelir. Özgürlük ise başka bahara kalır!
link: Serhat Koldaş, İsrail’de Bahar Rüzgârı, 3 Ekim 2011, https://marksist.net/node/2754
Ulucanlar Katliamı 12. Yılında da Unutulmadı