TC burjuvazisinin statükocu-devletçi kesimlerinin siyasal önderi durumundaki askeri bürokrasi, son dönemde yaptığı çıkışlarla AB yanlısı burjuva kesimler üzerinde ciddi bir siyasal basınç oluşturdu. Güya liberalizmin bayraktarlığını üstlenen omurgasız korkak AB yanlısı burjuva unsurlar ise, bu kesimleri doğrudan karşılarına alacak cesareti gösteremiyorlar. Zaten göstermeleri de beklenmemelidir. Sınıfsal çelişkilerin derinleştiği bu topraklarda ancak AB rüzgârını arkasına alarak “demokratikleşme”den söz edebilen AB yanlısı liberal burjuvalar, en temel demokratik hakları bile tutarlı ve kararlı biçimde savunamazlar. Emperyalizm çağı burjuvazinin tüm kesimleri ile siyasal olarak gericileşmesine tanıklık eder. Türkiye’deki AB yanlısı burjuva kesimler bunun istisnasını oluşturmuyor. Bugün AB yanlısı burjuva kesimler ile AB karşıtı burjuva kesimler arasındaki çatışmanın ana ekseni gerçekte, tarafların “demokratikleşme” ya da “ulusal bütünlüğün korunması” meselelerine bakışlarındaki farklılıklarla açıklanamaz. Bu daha çok, her iki tarafın da kendi çıkarlarına ve gelecek perspektiflerine toplumsal destek kazanabilmek üzere kullandığı bir retorikten ibarettir. Gerçekte çelişki AB’nin ileri sürdüğü şartlara uyum sağlanmasını isteyenler ile bu uyumun sağlanmasıyla çıkarları zedelenecek burjuva kesimler ve siyaseten güç kaybetme tehlikesiyle karşılaşan her düzeydeki kurumsal yapı arasındaki çatışma olarak tarif edilebilir.
Statükocu-devletçi kesimlerin önderliğinde AB karşıtlarının başlattığı atağa liberaller çeşitli yanıtlar veriyorlar. Ayrıca son dönemde gazetelerde eski cumhurbaşkanlarının demeçleri peş peşe yer alıyor. 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren “12 Eylül’ü düzenleyenin derin devlet” olduğunu söylüyor. Bu itirafın yüzsüzce ve pervasızca dile getirilişini bir yana bırakalım. Ne tesadüf ki hemen takip eden günlerde Süleyman Demirel ile yapılan diğer bir dizi röportajda da Demirel’in “derin devlet askerdir” sözleri yer alıyor ve bu sözler özellikle öne çıkarılıyor.
Liberaller Susurluk kampanyası ile güya “demokratik” olan devlete karşıt olarak biçimlendirilmiş “derin devleti” keşfetmiş ve kitleler nezdinde “derin devleti” bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösteren bir kampanya örgütlemişti. Kitleleri demokrasiyi savunmak adına ışık söndürmeye ve tencere tava eylemlerine yönlendirmişti. Sabancı Holdingin, İkiz Kulelerin ışıklarını söndürmek suretiyle aktif biçimde katıldığı bu pasifist eylem biçimi AB yanlısı burjuvazinin ekmeğine yağ sürüyordu. Sendika konfederasyonlarının “fırsattan istifade” dile getirdikleri 1 günlük genel grev önerisine, AB yanlısı pek demokrat burjuvalarımız tarafından hiç de sıcak yaklaşılmamıştı. Demokrasi savunulmalıydı ama “o kadar da değil”di! İşçiler ancak iş saatlerinin dışında (saat 21’den sonra) patronlarına hizmet edecek pasif eylemlere yönelebilirlerdi.
Devletin gerçekte ne olduğu, kimin devleti olduğu ve ne işe yaradığı meselesi üzerine burjuvazinin yarattığı yanılsamalar hem emekçi kitleler hem de sol çevreler nezdinde etkisini sürdürüyor. Türkiye’de Susurluk kampanyası ile türetilen ve siyasal literatüre dahil edilmeye çalışılan derin devlet söylemi, mevcut kafa karışıklığından beslenen hatta tabir caizse bu kafa karışıklığının üzerine “tüy diken” bir söylem oluşturuyor.
Marksizm, “devlet” olgusuna bilimsel (tarihsel materyalist) olarak yaklaşan yegâne ideolojidir. Her sorunda olduğu gibi yanılsamalardan kaçınabilmek, sadece geleceğe ilişkin hedeflerimizde değil, güncele dair siyasal sorunlarda da proletaryanın bağımsız devrimci siyasetini ifade eden açık ve net bir bakış açısına sahip olabilmek için Marksizmin ortaya koyduğu bilimsel önermeleri hatırlamaya ihtiyaç var.
Devlet egemen sınıfın aygıtıdır
Sınıflı toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir. Toplumsal sınıflar, üretim (ve mülkiyet) ilişkileri içerisindeki konumlanışları itibarıyla ortak çıkarlara sahip insan topluluklarıdır. Tarihin her döneminde, mülk sahibi azınlık, sınıfsal egemenliğini tesis etmek, pekiştirmek ve devam ettirmek üzere bir aygıta yani devlete ihtiyaç duymuştur. Mülk sahibi azınlığın, mülkiyet haklarını koruyacak-güvence altına alacak bir hukuka, bu hukuku uygulayacak yani mülksüzlere boyun eğdirecek bir baskı aygıtına ihtiyacı vardır. İşte devlet, bu baskı aygıtının ta kendisidir. Ordu-polis gibi kurumlar devletin basit birer kurumu değil, varlığının temel dayanak noktalarıdır. Diğer bir deyişle, bizlere sadece “bir kurumlar toplamı” gibi gösterilmeye çalışılan devlet, gerçekte bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Her devlet nihayetinde bir “sınıf devletidir”.
Kuşkusuz ki devlet, kamusal ihtiyaçları gideren pek çok kurumu da içerisinde barındırır. Ancak devletin “devlet” olarak varlık sebebi bu değildir. Üstelik devlet kamusal işlevlerini, mülk sahibi egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda icra eder. Devlet siyasal bir aygıttır. Sınıflar üstü (siyasal karakter taşımayan) bir devlet ne varolmuştur ne de varolabilir.
Burjuva devlet sınıflar mücadelesinin gelişimine paralel bir süreçte değişik biçimler almıştır. Anayasal monarşi, Bonapartizm, parlamenter demokrasi, faşizm gibi rejimlerin aralarındaki ayrımlar görmezden gelinemez. Ancak unutulmamalıdır ki özü itibarıyla hepsi de burjuva egemenliğinin örgütlenme biçimleridir.[*]
Kapitalizmin yükseliş döneminde burjuvazi, demokrasi mücadelesinin öncülüğünü üstlenebiliyordu. Ancak 1848 devrimlerinde de görüldüğü üzere sözkonusu dönemde bile bu demokrasi mücadelesinin sınırları son derece daralmıştı. Burjuvazinin devrimci barutu, ensesinde işçi sınıfının soluğunu hissedene kadardı! Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin ekonomide belirleyici rol oynayan tekelleri yarattığı emperyalizm çağında ise burjuvazi siyasal olarak bütünüyle gericileşmiştir. Dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler oluşmuştur. Kapitalizmin varlığını sürdürebilme kuralı, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimidir. Dolayısıyla kapitalist devletler arasında yürüyen rekabet, kapitalistler açısından yatırım ve pazar alanı olan dünyanın yeniden ve yeniden paylaşımını gündeme getirmektedir. Bu temelde her burjuva devletin rakipleri karşısında daha gerici-militarist bir yapıya kavuşması kaçınılmazdır.
Mali sermayenin egemenliği ile karakterize olan emperyalizm çağı aynı zamanda proletaryanın kolektif mülkiyete dayalı yeni bir toplumu inşa etmeye girişebileceği iktisadi zeminin de oluşmasına tekabül eder. Burjuvazi dünya pazarında yürüyen kıyasıya rekabet ortamında ayakta kalabilmek için kapitalizmi yıkma kapasitesine sahip işçi sınıfını daha yoğun bir sömürüye ve daha büyük bir baskıya tâbi tutmak zorunda kalır. Dolayısıyla burjuva devlet, sadece diğer kapitalist güçlere karşı değil içeride de yani işçi sınıfından gelen devrim tehdidine karşı da militarist bir örgütsel yapıya sahip olmak zorundadır. Emperyalizm çağında burjuva devletin “demokratikliği” işte bu sınırlar çerçevesinde belirlenir.
Burjuva devlet yukarıdan aşağıya hiyerarşik tarzda örgütlenir. Baskı aygıtları bu yapının asla vazgeçemeyeceği dayanak noktalarıdır. Dünyanın farklı kapitalist ülkelerinde farklı isimler alan istihbarat teşkilatı, gizli polis, Özel Harp Dairesi, özel harekât timleri, siyasi polis (artık “terörle mücadele” diyorlar), Savaş Bakanlığı (Milli Savunma Bakanlığı diyorlar), Kontrgerilla gibi yasal ve yasadışı, açık ve gizli örgütlenmeler militarist burjuva devlet aygıtının ayrılmaz parçalarıdır. Burjuvazinin yasadışı örgütlenmeleri genellikle yasal kurumları perde olarak kullanır. Yasal ve yasadışı örgütlenmeleri iç içedir ve bütünlük oluşturur. Suikast, provokasyon, kamuoyunu yanıltıcı ve yönlendirici propaganda, yalan-dezenformasyon, medyanın denetimi ve devlet sözcüsü kiralık kalemler, gözaltında kaybetme, yerinde infaz, katliam, işkence, sabotaj vb. burjuva devletin bilinen siyasal araç ve yöntemleri arasındadır. “Hukuk devleti”, “şeffaf devlet”, “pembe karakol” gibi ikiyüzlü-sahtekâr söylemler burjuva politikasının tamamlayıcı öğeleridir. Bunların gerçekte ne anlama geldiği ise kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele edenler tarafından gayet iyi bilinmektedir.
Dünya burjuvazisi işçi sınıfı tehdidine karşı ortak hareket ediyor
Burjuva devletin yasadışı “kontrgerilla” örgütlenmesi sadece Türkiye’ye özgü bir olgu değildir. Dünyanın en demokratik sayılan ülkelerinde de aynı işlevleri üstlenen yasadışı devlet örgütlenmelerinin var olduğu biliniyor. İtalya’da Gladio, Belçika’da SDRA8, Norveç’te ROC, İsviçre’de P26 ve Türkiye’de Kontrgerilla gibi adlar taşıyan bu gizli ordular, CIA ve İngiliz gizli servisi MI6 tarafından kuruldu, donatıldı ve eğitildi. Aralarındaki ilişki NATO bünyesindeki gizli bölümlerce sağlanan bu gizli ordular, toplumsal muhalefetin yükseldiği ülkelerde gerilim stratejisini uygulamaya girişiyorlar. Bu strateji Pentagon’un el kitabı olarak anılan “FM 30-31B”de formüle edilmiş bulunuyor.
Dünyanın en demokratik ülkelerinden biri sayılan İsveç’te 2. Dünya Savaşının ardından Sosyal Demokratlar yaklaşık 50 yıl boyunca tek başlarına hükümeti ellerinde tuttular. Geçtiğimiz yıl patlak veren bir skandal, Sosyal Demokratların iktidarda olduğu İsveç’te bile sosyalistlerin ve sendikacıların devlet tarafından gizlice fişlendiğini ve telefonlarının dinlendiğini açığa çıkardı. 20. yüzyılın başlarında Lenin, en demokratik kapitalist ülkelerde bile burjuvazinin “kara kaplı defterlerinden” söz ediyordu. Hükümetlerin değişmesi ile burjuva devletin sınıfsal özünün, yani onun burjuvazinin egemenlik aygıtı olduğu gerçeğinin değişmeyeceği Marksistler tarafından daima vurgulanmıştır.
Sınıflar üstü bir rejim gibi sunulan demokratik cumhuriyet gerçekte burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için diktatörlüktür. Burjuva demokrasisi, işçi sınıfının ikna yoluyla kandırılabildiği ve zapturapt altında tutulabildiği en olağan dönemlerinde bile “kara kaplı defterler” demektir. Tutulan fişlerin ne işe yaradığı herkesin malumudur. Kapitalist düzenin tehlikeye girdiği olağanüstü koşullarda, fişlenen vatandaşlar inançlarına, sınıfsal konumlarına, etnik kökenlerine ve hepsinden önemlisi siyasi görüşlerine göre “muameleye” tâbi tutulurlar. Hitler Almanya’sında da, Türkiye’de de, İsveç’te de kara kaplı defterler aynı maksatla tutulur. İnsanların fişlenmesi burjuvazinin yasalarına aykırıdır. Ancak fişler bizzat yasaların uygulayıcısı olan devlet aygıtı tarafından tutulur.
İtalya’da 1969’da 7,5 milyon işçinin katıldığı büyük grev dalgasını takiben uygulamaya konulan devlet terörü taktikleriyle İtalyan halkı korku ve dehşete düşürüldü. Latin Amerika ülkeleri de sınıf mücadelesinin ve devrimci mücadelenin her yükseldiği dönemde kan gölüne döndü. Latin Amerika ülkelerinde onlarca askeri darbe benzer yöntemlerin uygulanması ile yürürlülüğe sokuldu. Şili gibi ülkelerde bizzat dev kapitalist tekeller faşist çeteleri ve askeri darbeleri finanse etti. Afrika, Ortadoğu, uzak Asya ve Pasifik ülkelerinin yakın tarihinde, kapitalist düzenle ya da dev tekellerin çıkarları ile çatışma içine girmiş milyonlarca insan canından olmuştur. Sadece Endonezya’da faşist diktatör Suharto’nun devlet terörü ile öldürdüğü Komünist Parti üyesi insan sayısı 1,5 milyondur. 1939-1945 arası İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşında 50 milyona yakın insanın öldüğü sıkça telâffuz edilir. 1945-2000 yılları arasında dünyada yaşanan yerel çatışmalarda, iç savaşlarda ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinde yaklaşık 300 milyon insanın hayatını kaybettiğinden ise pek bahsedilmez. Kapitalizm sadece “Dünya Savaşlarında” değil olağan dönemlerinde de öldürür. Emperyalizm çağında militarist burjuva devlet aygıtı böyle kullanılmaktadır.
Lenin, emperyalizm çağının savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağı olduğunu söylüyordu. Emperyalizm çağında burjuva devletin, gizli, yasadışı (yani şu “derin” denilen) örgütlenmelerden ve hukuka aykırı uygulamalardan arındırılabileceğini iddia etmek, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse en hafifinden siyasal körlüktür.
TC’nin kuruluşuna totalitarizm damgasını basmıştır
Yaşadığımız topraklardan Avrupa ülkelerine bakan “demokrat”larımız söz konusu burjuva demokrasilerine imrenirler. Ama görüldüğü gibi, sınıf iktidarları tehlikeye girdiğinde, bu çok demokrat Avrupa burjuvazisi en kanlı kitlesel katliamlardan kaçınmamıştır ve yarın da kaçınmayacaktır. Türkiye burjuvazisinin egemenlik aygıtının, batı Avrupa’daki kapitalist devletlerden daha gerici, daha baskıcı olduğu doğrudur. Elbette bunun özgün tarihsel sebepleri vardır.
Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır.
Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.225)
Kuruluş sürecinden itibaren sivil-asker bürokrasinin siyasette belirleyici bir ağırlığa sahip olduğu TC, 20. yüzyılda yani emperyalizm çağında örgütlenmiştir. Hem de ilk işçi devletinin (Sovyetler Birliği’nin) yanı başında. TC’nin örgütlenişinde tüm bu tarihsel-siyasal-konjonktürel etkenler de ilâve bir rol oynamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki tüm bu saydığımız etkenler TC’yi şekillendiren özgün yönler içerse de nihayetinde TC de özü itibarıyla diğer burjuva devletlerden farklı değildir.
Temeli emekçi kitleler üzerindeki koyu bir diktatörlüğe dayanarak atılan burjuva cumhuriyette, sınıf mücadelesinin alabildiğine şiddetlendiği 1976-80 arası dönemde, Kontrgerillanın burjuvazinin sınıf iktidarını korumak üzere geliştirdiği strateji, devletin örgütlediği faşist çeteler aracılığı ile yürütülmüştür. Gerilim ve belirsizlik hedef saptırmayı, yaygın bir güvensizliği, kitle hareketini sindirmeyi ve genel bir geri çekilişi sağlamıştır. Bu ortamda devrimci inançlara sahip on binlerce insan faşist teröre karşı silahlı direnişe girişmek zorunda kalırken, kitlelerin mücadelesini devrimci taktikler izleyerek örgütleyecek devrimci bir önderliğin bulunmadığı koşullarda milyonlarca emekçi umutsuzluğa sürüklenmiştir. 5000 insanın ölümüne yol açan bu strateji 12 Eylül faşist darbesinin zeminini döşemiştir. Darbeci generallerin NATO gizli ordusundan destek aldığı da herkesçe bilinen bir gerçekliktir.
Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada da sınıf mücadeleleri tarihi bize bir gerçekliği gösteriyor. En “demokratiğinden” en gericisine tüm burjuva devletler, burjuvazinin iktidarının sorunsuz bir şekilde devamı için hiçbir türden yasadışı, gizli ve kirli işe girişmekten ve bunu gerçekleştirecek örgütler organize etmekten çekinmezler.
Dünyanın her yerinde işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerinde burjuvazinin baskı ve egemenliğini sürdürme aracı olan burjuva devlete son vermek ve bu amaçla proleter dünya devrimi mücadelesini ilerletmek boynumuzun borcudur. Ta ki dünya üzerinde tüm kapitalist devletler ortadan kaldırılana ve sınıfsız bir dünya kurulana dek!
[*] Olağanüstü burjuva rejimlerin Marksist bir tahlili için Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabına bakınız.
link: Serhat Koldaş, Derin Devlet mi, Burjuva Devlet mi?, 1 Haziran 2005, https://marksist.net/node/75
Örgütlenirsek Dünyayı Kazanabiliriz
Kapitalizm besinlerimize de ölüm karıştırıyor