İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının sonrasında başlayan “Soğuk Savaş” döneminde dahi sıcak çatışmanın yaşandığı, SSCB’nin dağılma sürecinden bu yana da gerginliğin eksik olmadığı bir bölge olan Kore yarımadasında gerilim yine had safhaya yükseldi. 26 Martta ABD ile birlikte gerçekleştirilen ortak bir askeri eğitim sırasında bir Güney Kore gemisinin Kuzey Kore tarafından torpillenerek batırıldığının yaklaşık iki ay sonra “keşfedilmesinin” ardından bölgede gerginlik kontrollü biçimde yeniden arttırıldı. Oysa pek çok Güney Koreli uzman bile geminin bir “kaza” sonucu ABD denizaltısı tarafından batırıldığı hususunda hemfikirdi.
Bu “keşfin” ardından Güney Kore bir önceki başbakanın Kuzey Kore’ye karşı “günışığı” siyaseti diye tanımladığı “ılımlı” siyasetini rafa kaldırdı ve Kuzey Kore’yi sert biçimde itham ederek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bu konuda yaptırım uygulanmasına dair karar almasını talep etti. Kuzey Kore ise suçlamaları kabul etmedi ve şayet bu yönde bir karar çıkarsa nükleer tesislerinin uluslararası izlenmesi ile ilgili işbirliğini artık kabul etmeyeceğini açıkladı. Böylece ipler kopma noktasına geldi ve bu iki ülke ilişkilerini bütünüyle kesti.
Emperyalist savaş sürecinin başlıca gerilim alanlarından biri olan Kore yarımadasında tırmanan bu gerginlik tüm dünyada yankısını buldu ve emperyalist savaşın soğuk rüzgârlarını bir kez daha hissettirdi. ABD’nin, İran’ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin uranyum zenginleştirme faaliyetini durdurmasına ilişkin kararına uymadığına istinaden, konseyden İran’a daha fazla yaptırım uygulanması için bir karar çıkarma çabası içerisinde olduğu bir dönemde yaşanan bu gelişme, emperyalist kavganın birçok cephede birlikte yükseldiğini gözler önüne seriyor. Ortadoğu’da, Afganistan-Pakistan bölgesinde yaşanan sıcak çatışmaların emperyalistler tarafından hızlı biçimde dünyanın çeşitli bölgelerine yayılabileceğini bir kez daha gösteriyor.
“Şer ekseni”nin Pasifik’teki ucu: Kuzey Kore
Çin, Rusya ve Japonya tarafından çevrelenen Kore yarımadasının kuzey yarısında yer alan Kuzey Kore, Güney Kore ile birlikte yüz yıldan fazla süredir bu büyük siyasi ve ekonomik güçlerin rekabetinin bir parçası olmuş ve bu durumun yarattığı etkilere fazlasıyla maruz kalmıştır. 1905 Rus-Japon savaşından 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının bitimine kadar Japonya’nın işgali altında kalan Kore toprakları, savaşın sonunda Japonya’nın teslim olmasının ardından güya kurtarıcı olarak gelen Sovyetler Birliği ve ABD orduları tarafından işgal edilmiştir. Ülkenin ikiye bölünmesinin hemen ardından 1950 yazında başlayan ve üç yıl süren savaşta ise, dünyanın çeşitli devletlerinin yanı sıra Türkiye de ABD emperyalizminin yanında saf tutmuş ve Kore’ye asker göndererek katliama ortak olmuştur. Sonuçta da Kore, bugüne kadar bir barış anlaşması yapmamış yani uluslararası hukuk açısından halen savaş halinde olan iki ülkeye bölünmüştür.
ABD ve SSCB’nin ve sonrasında da Çin’in nüfuz alanları olarak paylaşılan Kore, bu yıllardan sonra da tepişen fillerin altında ezilmekten kurtulamamış ve sürekli olarak onların rekabetinin belirlediği koşullara maruz kalmıştır. Güney Kore on binlerce ABD askerinin (bugün 28 bin 500) sürekli olarak üslendiği kapitalist dünyanın bir parçası olarak varlığını sürdürürken, Kuzey Kore ise SSCB ve Çin arasındaki gerilimin sağladığı durumu kullanarak iki ülkeye de belirli mesafede durabilen, ancak ikisinin de himayesinden yararlanan bürokrasinin diktatörlüğünde bir ülke olarak ayakta durmuştur. Bu durum Kuzey Kore’nin dünyanın en kalabalık dördüncü büyük ordusunu kurmasını ve kaynaklarının büyük bölümünü, rejimini ayakta tutmak için, bu ordunun ihtiyaçlarına akıtmasını da beraberinde getirmiştir.
SSCB’nin ve beraberinde diğer bürokratik diktatörlüklerin çözüldüğü yıllarda bu sürecin dışında kalan Kuzey Kore’nin, sonrasında da bu durumunda bir değişiklik olmamış, bürokrasinin ayakta kalma mücadelesi askeri harcamaların daha da fazla artmasına yol açmıştır. Özellikle SSCB’nin ve ona bağlı dünya düzeninin ortadan kalkmasıyla birlikte ABD’nin uygulamaya koyacağı politik hat da Kuzey Kore bürokrasisinin güçlü bir askeri varlık yaratma konusundaki tutumunu perçinleyecek, varlığını sürdürmesinin tek yolu olarak gördüğü nükleer silah sahibi olma çabasını arttırmasına neden olacaktı.
SSCB’nin dağılmasının ardından ABD’nin emperyalist rekabette nasıl bir yol tutturacağı, 1992 yılında hazırlanan “Savunma Planlama Rehberi” başlıklı bir raporla ortaya konmuştu. Bu raporda, yeni dönemde en önemli hedefin “ABD’ye rakip olabilecek bir süper gücün doğuşunu engellemek” olduğu belirtiliyor ve “Batı Avrupa, Ortadoğu, Doğu Asya ve dağılan SSCB olarak belirlenen dört coğrafi alanda, ABD çıkarlarını tehdit edecek küresel güçlerin oluşmasına müsaade edilmeyeceği” ifade ediliyordu.
Nitekim bu yönelim 2000’li yılların başında başkan George W. Bush tarafından ete kemiğe büründürüldü ve ABD, kendisi ile birlikte davranan irili ufaklı emperyalist güçlerle birlikte, dünyanın geri kalanını hizaya çekmeye girişti. Bush bu amaçla 2002’de “şer ekseni” olarak adlandırdığı Irak, İran ve Kuzey Kore’yi hedef tahtasına oturttu. Bu belirlemeyle birlikte emperyalist savaşın öne çıkan gerilim alanlarından biri olan Kuzey Kore’ye uygulanan basınç, yer yer geri adımlar atılsa da, genel olarak hep arttı. Kuzey Kore bürokrasisi de bu basınca nükleer silah edinme gayretlerini yoğunlaştırarak cevap verdi.
Nitekim Kuzey Kore, ABD’nin Irak’ı işgale hazırlandığı 2003 başında, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan (NPT) çekilme kararı aldı. ABD’nin Irak cephesine yoğunlaşmasından istifade ederek nükleer silah çalışmalarını ilerleten Kuzey Kore, 5 Temmuz 2006’da Japonya’yı vurma kapasitesine sahip uzun menzilli bir füze denemesi gerçekleştirdi. Bunun üzerine Japonya Kuzey Kore’ye savaş açabileceği tehdidinde bulundu. ABD yönetimi ise saldırı tehdidini zaten sürdürüyordu. Ancak o sırada ikinci bir cephe açma durumunda olmayan ABD’nin ve ondan askeri olarak bağımsız hareket etme kapasitesine sahip olmayan Japonya’nın bu tehditlerine Kuzey Kore yönetimi kulak asmadı ve 9 Ekim 2006’da ilk yeraltı nükleer bomba denemesini gerçekleştirdi.
Bu gelişmede elbette, son süreçte ABD’yle yakınlaşan Hindistan’ın 9 Temmuz 2006’da gerçekleştirdiği ve Çin’i menzili içine alan uzun menzilli nükleer başlıklı füze deneme atışları karşısında bir şeyler yapma ihtiyacı hisseden Çin’in de katkıları vardı. Böylece Kuzey Kore dünyanın nükleer silaha sahip dokuzuncu ülkesi haline geldi ve bürokrasi kendisini koruyacağını umduğu büyük bir güce kavuşmuş oldu. Bunun üzerine ABD, koşulların bir kısmını değiştirinceye kadar kendisine zaman yaratmak için geri adım atmak ve Kuzey Kore yönetimi ile diplomasi masasına oturmak zorunda kaldı.
ABD ve Kuzey Kore’nin yanı sıra Güney Kore, Çin, Japonya ve Rusya’nın katılımıyla gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda 13 Şubat 2007’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “nükleersizleştirme hareket planı” olarak adlandırdığı ortak bir bildiri yayınladı. Bu bildiriyle açıklanan anlaşmaya göre, Kuzey Kore uluslararası gözlemciler denetiminde nükleer silahlarından arınıp nükleer faaliyetlerini durduracak, bunun karşılığında da ABD Kuzey Kore’yi terörizmi destekleyen devletler listesinden çıkaracak, dolayısıyla yaptırımlar sona erecek ve Kuzey Kore’ye enerji alanında destek verilecek, aynı zamanda ekonomik yardım yapılacaktı.
Ne var ki ilerleyen süreçte ABD, anlaşmada yer almayan ek denetim talepleri gündeme getirip yardım taahhüdünü yerine getirmeyerek anlaşmayı büyük ölçüde boşa çıkardı. Bush’un ardından başkan seçilen Obama yönetimi de anlaşmayı yeniden ayağa kaldırmaya çalışmadı. Tersine, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Birleşmiş Milletler’de uydu roketi denemesi gerçekleştiren Kuzey Kore’ye karşı bir kınama yayınlattı ve yeni ekonomik yaptırımlar yapılmasını istedi. Böylece anlaşma çöpe atılmış oldu. Kuzey Kore görüşmelerden çekildi ve nükleer programına kaldığı yerden devam etti.
Böylece kimi dönemlerde geri adımlar atılıyormuş gibi gözükse de, “şahin” başkanların yerine “barışçı” başkanlar geçse de, emperyalist savaşın kendi mecrasında geri dönüşsüz biçimde ilerlediği ve dünyanın dört bir köşesini içine alarak genişleme eğiliminde olduğu da bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Kore yarımadasındaki gelişmeler de sürecin bu yönde ilerlediğinin kuvvetli göstergeleri sayılmalı.
Emperyalist savaş derinleşiyor ve genişliyor!
Kuzey Kore’nin nükleer silahlara sahip olması önü alınamaz biçimde çevresindeki ülkelerden, en başta da Japonya’dan başlayarak, Güney Kore’yi hatta belki de Tayvan’ı içine alarak genişleyecek bir nükleer silah sahibi olma eğilimi yaratacak gibi görünüyor. Bu da artık nükleer silahların gölgesinde yaşayacak, gerilimlerin daha da yükseldiği bir Kuzeydoğu Asya demektir. Bu gelişme aslında ABD, Rusya ve Çin de dâhil olmak üzere hiçbir önemli gücün tam olarak hazır olmadıkları bir durumdur. Bölgede İkinci Dünya Savaşından bu yana süren statükonun artık yürümediği ve bozulacağı kesindir. Ancak kendi lehine yeni bir statüko kurabilecek baskın bir güç bölgede henüz netleşmemiştir. Bu yüzden süreç hiçbir emperyalist gücün belirleyiciliğinde ve tek başına çizdiği rotada ilerlememektedir. Gelişmeler, örtülü ya da açık çatışmalar içerisinde, çelişkili eğilimler ve politikalarla birlikte yol almaktadır. Emperyalist boğazlaşmanın şiddetini giderek arttıracağı da açıktır.
Irak’ta işini büyük ölçüde bitiren ABD emperyalizmi bir an önce emperyalist savaşın ağırlık merkezini Afganistan-Pakistan hattına kaydırmak isteğindedir. Ancak emperyalist savaşın bu fay hattı, beraberinde Kuzeydoğu Asya’daki faylara da büyük yük bindirmekte, orada da büyük depremleri tetikleme potansiyelini bünyesinde taşımaktadır. Üstelik artık bu bölgede nükleer silahlara sahip bir Kuzey Kore gerçeği de vardır.
ABD, kontrol altına almak istediği büyük ve bölgesel güçlerin karşısına, onları da doğrudan ya da olası sonuçları ile tehdit eden unsurlar çıkarmaktadır. Böylece bu güçleri kendi yanında davranmaya ya da en azından nötralize etmeye çalışmaktadır. Afganistan ve Pakistan’daki “İslamcı örgütlerin” büyük bir tehdit olarak sunulması, İran ya da Kuzey Kore’nin “terörist devletler” olarak nitelendirilmesi bu amaca hizmet etmektedir. Kuzey Kore’nin nükleer silahlarının varlığı bahanesiyle bölgeye daha büyük bir askeri güçle yerleşmek de bu taktikten umulan faydadır. Ne var ki, oyunu kurmakta olan ABD emperyalizmi, oyunun istediği yönde gelişmesi konusunda eskiden olduğu gibi güçlü ve bol olanaklara sahip pozisyonda değildir. Bu yüzden diğer büyük emperyalist ve alt-emperyalistler güçler de bu emperyalist kavgaya giderek daha fazla etkide bulunmaya çalışmaktadırlar ve zaman ilerledikçe gelişmeler üzerindeki etkileri de giderek daha fazla olacaktır.
Emperyalist güçler arasındaki hegemonya ve yeniden paylaşım kavgası, Marksist Tutum sayfalarında defalarca altını çizdiğimiz gibi, derinleşerek ve genişleyerek yayılmasını sürdürecektir. Kore yarımadasında son günlerde ısınan sular da bu tespitin doğruluğuna dair bir işarettir. Bütün kapitalist güçler hazırlıklarını bu doğrultuda yapmakta ve bu gidişatta kendi çıkarlarına en uygun pozisyonu almaya çalışmaktadırlar.
Lenin’in altını belirgince çizdiği gibi emperyalizm çağı, savaşlar, karşı-devrimler ve aynı zamanda devrimler çağıdır. Dünya işçi sınıfı da kendi çıkarlarına en uygun olan yolu, yani işçi devrimleri için mücadele yolunu tutmalıdır. Bu da ancak işçi sınıfı devrimcilerinin örgütlüğünün sınıf içerisinde güçlendirilmesi ve bir dünya partisi haline getirilmesi ile mümkündür. Dünyadaki bütün politik gelişmeler bizlere bu ihtiyacın karşılanmasının yakıcılığını ve aciliyetini göstermektedir.
link: Selim Fuat, Emperyalist Kavganın Kore Cephesinde Gerginlik Tırmanıyor, 1 Temmuz 2010, https://marksist.net/node/2470
Emperyalist Arzular Test Sahasında
Büyüyen Yerli Silah Sanayii ve Sanayinin Militarizasyonu