Koronavirüs salgınının başında sürekli aynı şey tekrarlanıyordu: “Bu virüs zengin yoksul dinlemiyor”, “bak işte parası olan da ölüyor olmayan da”, “insanlar bir virüs sayesinde eşitlendiler”, “herkes eve kapandı, kimsenin kimseden bir üstünlüğü kalmadı” vs… Kapitalist sistem altında bunun böyle olmayacağı, salgının da sınıfsal bir sorun olduğu defalarca yazıldı Marksist Tutum sitesinde. Günler geçtikçe yaşananlar da bunun doğruluğunu her seferinde ortaya koyar nitelikteydi.
“Yoksul-zengin herkes evine kapandı” dediler. Ama zenginler kocaman evlerinde, büyük bahçelerinde, çiftliklerinde, villalarında, yazlıklarında kâh şömine başında, kâh kocaman bahçelerinde köpeği ile oynarken, kâh ağaçtan meyve toplarken, kâh çok güzel bir manzaraya karşı kahvesini yudumlarken çekilmiş fotoğraflarıyla “evde kal” mesajları paylaşırken, işçiler koronavirüs korkusuna rağmen hiçbir önlem alınmayan işyerlerinde çalışmaya devam ettiler. Evde kalmak zorunda bırakılan işçiler ise daracık evlerde, 3-4 kişi günün 24 saatini bir arada geçirmek zorunda kaldılar, sosyal medyadan “evde kal” çağrıları yapanların fotoğraflarına bakarken.
Pandemi sürecinin başında İsviçre merkezli bir otel, müşterilerine, ekstralarla birlikte gecesi 4000 ile 40.000 TL arasında değişen fiyatlarla “karantina hizmeti” sunuyordu. Bu hizmet 5 yıldızlı konaklama, 7/24 doktor ve hemşire hizmeti, özel beslenme programı ve koronavirüs testini kapsıyordu. “Evde kalan” zenginlerin de sağlık taramaları için hastanelere gitmelerine gerek yoktu. Tüm taramalar için sağlıkçılar zaten evlerine geliyordu. Bir hafta içinde 4 ya da 7 defa test yaptırdığını söyleyen bakanlarımız, milletvekillerimiz vardı. Sosyal medyada çay ikram eder gibi test ikram edenleri izledik. Güya bu testler de sayılı gelmişti ve kesinlikle ayrımcılık yapılmayacaktı. Diğer tarafta ise her gün işe gitmek zorunda olan, sürekli bir arada olan işçilerin toplu test taleplerini dikkate alan olmadı. Patronlar işyerlerine gitmeyi riskli gördükleri için toplantılarını online yaparken, işçiler her gün o “riskli” çalışma alanlarına gittiler, “sosyal mesafe”ye uyulmayan ortamlarda çalıştılar. Pandemi sürecinde zenginler özel doktor ve hemşireleriyle tüm hizmetlerini aladursun, işçilerin cephesinde ise durum çok başkaydı. Yetersiz sağlık personeli, ekipman vb. nedeniyle aksayan sağlık hizmetleri nedeniyle tedavileri yarım kalan hastaların hastalıkları ilerledi. Kanseri ağırlaşan, tedavisi yarım kaldığı için bacağı kesilen, hastane kapısından çevrildiği için kalp krizinden ölen emekçiler oldu. Acil değilse, kanaman yoksa, bir uzvun kopmuyorsa devlet hastanelerinde ameliyat olman imkânsız hale geldi.
Bu süreçte sağlıklı ve nitelikli beslenmenin bağışıklık sistemini güçlendireceğinden bahseden uzmanları her gün televizyonlarda seyreden işçi ailelerinin mutfaklarında da, beslenmelerinde de birtakım değişiklikler olmadı değil tabii. Ücretsiz izne çıkarılıp günlük 39 liraya geçinmeye çalışan, gıdalara gelen zamlarla alım gücü giderek düşen işçilerin mutfağına daha az et, sebze, meyve girerken daha çok makarna ve ekmek girmeye başladı. Yapılan açıklamalarla yaşanan gerçekler o kadar çelişkiliydi ki! İşçiler değil salgına karşı kendini korumak, mevcut yaşam kalitesini bile koruyamayacak duruma geldi. Kimi işyerleri “salgını önlemek” için yemekhane koşullarını düzeltmek yerine sıcak yemekleri kaldırdı, zaten yeterli beslenemeyen işçileri her gün ekmek arası ile beslenmeye mahkûm etti.
Yaz geldi, sıcaklar bastırınca insanların serinleme ihtiyacı artar oldu. Evde kalanlar ve “örnek almamız gerekenler” yine aynı “duyarlılıklarını” tatillerinde de sürdürmeye devam ettiler. Asla kalabalık yerlere giderek hayatlarını riske atmadılar, yatlarında denizin ortasında “sosyal mesafe” kurallarına uygun tatillerini gerçekleştirdiler. Alışveriş için bile karaya ayak basmadıklarını övünerek anlattılar. Nasıl mı yaptılar tüm bunları? Çünkü onların her türlü işlerini gören çalışanları var ve kendilerini riske atmadan, başkalarının hayatını ise hiçe sayarak aylarca hatta yıllarca rahatlıkla yaşayabilirler.
İşçiler için hiç öyle mi durum? Kendimizi korumamız için “gerekli şartları sağlayan” işyerinin verdiği günlük bir adet maskeyle 30 derecenin üzerine çıkan sıcaklıklarda çalıştık. Maskenin içi sırılsıklam oldu biz çalıştık. Yeterli beslenemedik ama biz yine de çalıştık. Servislerde, minibüslerde, otobüslerde fiziksel mesafeyi hiçe sayarak yolculuk yaptık işe gitmek için. Uzmanlar “iyi dinlenmeniz lazım” dediler, biz ise fazla mesailere kaldık, 12-16 saat çalıştık. Cumartesi çalıştık, Pazar çalıştık. Sesimizi çıkarmadık, durmadan çalıştık çünkü biraz daha fazla ücret alabiliyorduk bu sayede. Kimimiz “artık yeter” dedik, koşullara isyan ettik, sendikaya üye olduk. Bunun üzerine fabrikada fazla mesailer olmasına rağmen ücretsiz izne çıkarıldık. Bunu ispat etmemize rağmen işe alınmadık. Sesimizi duyurmak istedik “pandemi süreci” dediler, “sosyal mesafe” dediler bizi derdest edip gözaltına aldılar. Nedense fabrikada çalışırken işçiler için kimsenin umursamadığı o pandemi ve fiziksel mesafe kuralları, hakkımızı aradığımızda hemen hatırlanıverdi!
Sonra havalar soğudu, kış geldi. Vaka ve ölüm sayıları artmaya başladı. İşçiler sevdiklerine virüs bulaştırmaktan korkarken, hangi ülkenin aşıyı bulacağına, ne zaman normale dönebileceğimize dair her haberi pür dikkat dinleyip anlamaya çalıştılar. Tüm dünyada aşı savaşları devam ederken, aşılar da yavaş yavaş piyasaya sürülmeye başlandı. Tüm ülkeler belirlenen adetlerde aldıkları aşıları yine belirledikleri öncelik sırasına göre “hiçbir ayrımcılık yapmadan” uygulayacaklarını ilan ettiler. Fakat nasıl oluyorsa İngiltere’de Knightsbridge Circle isimli bir seyahat kulübü aşı turizmine başladıklarını ve bunun öncüsü olduklarını iftiharla duyurdu! Bu kulüp öyle sıradan bir kulüp değil; yıllık 25.000 sterlin (250.000 TL) üyelik bedeli olan bir kulüp. Bu kulüp üyelerine Hindistan veya Birleşik Arap Emirlikleri’nde lüks bir tatil yaparken aşı olabilme imkânı sunuyormuş. Kulübün kurucusu Stuart McNeill, öncüsü oldukları bu hizmet için, “birkaç hafta güneş altında bir villaya gidiyorsun, aşını oluyor, sertifikanı alıyor ve evine dönüyorsun” diyor. Tabii ki villada temizlik çalışanlarından, aşçılardan tutun sizin tüm ihtiyaçlarınızı ve isteklerinizi yerine getirmek için görevli çalışanlar da var. Birleşik Arap Emirlikleri’nde 2 kişi için bir aylık aşı tatiline 40.000 sterlin (400.000 TL) vermeniz gerekiyor. Yani paranız varsa belirlenen öncelikler, önem sıraları, aşıların sayılı olması sizi etkilemez! İstediğiniz zaman aşınızı olursunuz. Hem de lüks bir tatil yaparak! Kulübün sahibi yaptıkları işi meşrulaştırmak için belli bir etik anlayışına sahip olduklarını ve 65 yaş altına henüz bu hizmeti sağlamadıklarını söylemiş. Ne büyük bir etik anlayışı! 65 yaş üstü olup da salgına rağmen çalışmak zorunda olan yüz binlerce emekçi varken, 65 yaş üstü zenginlere tanınan bu ayrıcalık etik oluyor öyle mi?
Bu örnekler tüm sorunlar gibi koronavirüs sorununun da sınıfsal olduğunu, işçi sınıfını ve patronlar sınıfını aynı şekilde etkilemediğini yeterince göstermiyor mu? Sorun sınıfsal ise çözümü de sınıfsaldır! Çözümünü de egemenlerden beklemek aymazlık olur. Hastalıkta da, sağlıkta da insana yakışır bir hayat sürebileceğimiz, kimsenin kimseden üstün ya da ayrıcalıklı olmadığı bir dünya istiyorsak işçi sınıfı olarak birleşmekten ve bu sömürü düzenine karşı mücadele etmekten başka seçeneğimiz yok.
link: İstanbul’dan MT okuru bir kadın işçi, Pandemi Süreci, Artan Çelişkiler ve Aşı Turizmi, 3 Şubat 2021, https://marksist.net/node/7162
İngiltere’de Öğrenciler Kira Grevine Hazırlanıyor
Özel Okul Patronları İstiyor, MEB Veriyor!