Sanat eserleri insanlara bir şeyleri anlatır. Mesela bir heykel sessizce, görsel olarak döneminden bahseder bizlere. Romanlar, bir olay çerçevesinde yaşanılan tarihten izler taşır. Sanatla acılar, sevinçler, heyecanlar da aktarılır nesilden nesle.
Yaşadığımız dönem olağanüstü bir dönem. Her yanından pislikler saçılan kapitalizm altında yaşıyoruz. Dedik ya, yapıtlar dönemini yansıtır. Bu dönemin yapıtları da içinden geçtiğimiz yozlaşmış sistemi yansıtıyor. Geçmiş unutturulmak isteniyor, geleceğe dair hayaller yıkılmak isteniyor. Muhalif sanatçılar hedef gösteriliyor. Sanat ve sanatçı susturuluyor, tıpkı toplumun susturulmaya, baskılanmaya çalışıldığı gibi. Sıkışmışlık içindeki baskıcı rejimin eleştirel hiçbir tutuma tahammülü kalmamış durumda. Kültürel anlamda ciddi bir çölleşme yaşanmakta ve iktidar kendi kültürünü dayatmakta. İktidar ve çevresinin söylemleri kültürel çölleşmenin yansımasıdır. Melih Gökçek’in geçtiğimiz yıllarda müstehcen bulduğu bir heykel için söylediği şu sözler durumu özetliyor: “Böyle sanata tükürürüm.”
Örneğin 2011 yılında gündeme gelen ve heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından Kars’ta, Ermenistan sınırında yapılan, soykırımı simgeleyen, kardeşliğe vurgu yapan İnsanlık Anıtı, 2011 yılında Erdoğan’ın “ucube” demesinin ardından kaldırılmıştır.
Bu yok etme yaklaşımını takiben eden estetik faciası “eserler” ortaya çıkmıştır. Sanat eseri olma niteliği taşımayan, insanın estetik ve soyutlama yeteneğine ilişkin hiçbir belirti içermeyen, muhafazakâr değerlere seslenen çeşitli tuhaflıklar her yanda görülür olmuştur. Artık şehirlerde meyve heykelleri, çatal ucunda zeytin, köfte heykelleri, ürkütücü çocuk ya da tarihsel figür heykelleri, 15 Temmuz’a dair simgeler karşılıyor bizleri. Özellikle belediyelerin tercih ettiği bu tarz yapılar tam da iktidarın istediği gibi ya sadece milliyetçi duyguları besleyen ya da hiçbir anlamı olmayan içi boş nesnelerdir. Türkiye’nin her tarafında pıtrak gibi biten heykel furyasında, ellerden akan leblebilerden, çataldan uzatılmış köftelerden, karpuzdan çıkan ürkütücü suratlı çocuklar var. Çoğalttıkça çoğaltabiliriz bu büyük oyuncaklara benzeyen heykelleri. Tabii bunlar sadece kültürsüzlüğün yansıması olarak yapılmıyor. İşin içinde bir de çok ciddi anlamda rant elde etme güdüsü var. Bu heykellerden bazılarını ortaya çıkaran firma sahibi şöyle anlatıyor: “Mimar, heykeltıraş değilim, benim işim ticaret. Daha evvelden toptan inşaat malzemeleri satıyordum. Bu işe tesadüfen girdik. Şimdi de çıkamıyoruz.” Dudak uçuklatan fiyatlarla yapılan bu büyük ucubeler yandaş sermayeye para akıtma kapısı olmuş durumda. Örneğin kayyum yönetiminde olan Diyarbakır Belediyesinin alay konusu olarak gündeme gelen karpuzdan çıkan çocuk heykeli 4 milyon 412 bin lira maliyetinde.
Binlerce yıl önce Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yaşamış Hitit ve Asur gibi uygarlıkların yaptıkları eserlerle şu anki dönemin heykelleri arasında kıyaslanamayacak derecede fark var. Ege kıyısında Yunan uygarlığının zirvesini simgeleyen heykelleri saymıyoruz bile. Aradan geçen binlerce yıla rağmen nasıl oluyor da bu estetik facialarla karşı karşıya kaldık? Tabii ki bunun Türkiye’deki baskıcı rejimle, onun kültürel birikimiyle doğrudan bağlantısı var. Karpuz heykel diye ucube şeyler yapanlar elbette ki Hasankeyf gibi bir kültürel bir mirası da önemsemiyorlar. Tarihi ve kültürel miras olan Hasankeyf’in sular altında bırakılması, bir tarihi ve koca bir kültürü yok etme çalışmasıdır. Şehirlerde ucuz görünümlü ama pahalıya mal edilen armut, portakal heykelleri de bu zihniyetin ürünüdür. İnsanlığın kültürel birikimini zerrece umursamayan, tek derdi kâr olan, sonradan görme, baskıcı ve sığ bir zihniyetin ürünü… Sermayenin büyümesi hırsıyla tarihi “üç beş çanak çömlek” ilan eden, sanatı “ucube” olarak gören, doğayı arsa-arazi denklemiyle değerlendiren, insanı, düşünmeyi, sorgulamayı baskıyla ezip sindirmek isteyen bir zihniyet… Çıkışsızlık içindeki kapitalizm koşullarında, baskı ve zorbalıkla ayakta kalmaya çalışan, her alanda niteliksizleşme yaratan bu iktidarın sanat ve kültür anlayışının var edebileceği ürünler ancak bu kadardır. Bu koşullarda sanat da kültür de toplumun üzerine çöken boğucu atmosferden fazlasıyla etkileniyor, kültürel çölleşme kaçınılmaz oluyor. Hasankeyf’in sular altında kalmaması, kardeşlik anıtlarına “ucube” denmemesi, sanata pranga vurulmaması için de mücadelenin şart olduğu açıktır.
link: İstanbul’dan bir üniversite öğrencisi, Kültürel Çölleşme ya da AKP Müteahhitlerinin “Sanat” Eserleri, 23 Temmuz 2021, https://marksist.net/node/7414
6. Yılında Suruç Katliamı: “Hiçbir Düş Yarım Kalmayacak!”
Eşitsiz Eğitim Kapitalizmden Kurtulmadıkça Bitmez