Kapitalist dünya sistemi kriz bataklığında çırpınmaya devam ediyor. Buna paralel olarak da emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgası var gücüyle sürüyor. ABD emperyalizminin “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırdığı coğrafya uzun bir süredir emperyalist savaşın cenderesinde. Afganistan’ın işgaliyle başlayan süreç, Irak’ın yerle bir edilmesiyle devam etti. Ardından Yemen, Pakistan, Somali, Libya ve son olarak Mali, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin askeri operasyonlarının ve bombardımanlarının hedefi haline geldi. Bugün emperyalist savaş davulları, güney ve doğu Asya’da da daha büyük bir gürültüyle çalınmaya başlamışken, yanı başımızdaki Suriye’de emperyalist güçlerin de doğrudan müdahil oldukları bir iç savaş tüm hızıyla sürüyor.
Hiç kuşku yok ki bu emperyalist barbarlığa karşı gerek emperyalist metropol ülkelerin gerekse de diğer ülkelerin işçi-emekçi kesimlerinden tepkiler de yükseliyor. Başta işçi hareketi ve sosyalist hareket olmak üzere, duyarlı aydınlar, devrimci gençlik, toplumun çeşitli ezilen ve dışlanmış kesimleri emperyalist barbarlığa karşı seslerini yükseltme çabası içerisindeler.
Diğer taraftan, emperyalist sisteme, onun dünya ölçeğindeki kurumlarına ve savaş sorununa dair olarak yaygınlaşıp derinleşen ve üstelik de çeşitlenen bir kafa karışıklığı söz konusudur. Dünya sosyalist hareketini uzun yıllar boyunca hegemonyası altında tutan Stalinist ideolojinin ve buradan türetilen “Üçüncü Dünyacı” anlayışların bu kafa karışıklığında belirleyici bir faktör olduğu apaçıktır. Bu anlayışın sonucu olarak emperyalizm yanlış tahlil edilmekte, buradan yanlış ve sınıf işbirliğine dayanan “anti-emperyalist mücadele” anlayışları türetilmekte ve buna paralel olarak kapitalizme karşı mücadeleyi belirsiz bir geleceğe erteleyen aşamacı yaklaşımlar halen savunulabilmektedir. Bu yanlışlıklar devrimci görünümlere bürünenlerinden en pespaye reformist eğilimlerine kadar küçük-burjuva sosyalizminin bütününe damgasını vurmaktadır. Dahası, bir dönem dünya çapında kazandığı fikirsel otorite nedeniyle, bu yaklaşımın temel yönleri, söylemleri, sloganları vb. “emperyalizme” şu ya da bu şekilde muhalif olan sosyalist hareket dışı çevreler tarafından da kendi dünya görüşleriyle harmanlanarak sürdürülmektedir.
Bu kafa karışıklığı tüm dünyada olduğu gibi yaşadığımız topraklarda da hayli yaygın. Bir yanda, emperyalizmin artık başkalaştığı iddiasıyla “insani” amaçlarla emperyalist müdahaleden yana tutum alan sol-liberal, sosyal-demokrat ya da reformistler; diğer yanda, anti-emperyalist oldukları iddiasıyla burjuva despotları, diktatörleri vb. açıkça ya da üstü örtük biçimde destekleyen türlü oluşumlar. Bir yanda, dayandıkları sınıfsal temele, siyasal pratiklerine ve programatik hedeflerine bakmaksızın, emperyalist devletlerle çatışma ya da çekişme içerisinde olan tüm İslamcı hareketleri anti-emperyalist olarak onurlandıran ve onlarla ilkesiz cepheler inşa eden bir oportünizm; diğer yanda İslami sembolleri, söylemleri vb. görür görmez, İslamofobik reaksiyonlar göstererek tüm İslamcı grupları siyaseten gerici, karşı-devrimci vb. olarak yaftalayan iflah olmaz bir sekterlik.
Emperyalist paylaşım kavgasının bugünkü ağırlık merkezi olan Ortadoğu’nun göbeğinde yer alan Türkiye’de böylesine büyük kafa karışıklıklarının bertaraf edilmesi bilhassa önem taşımaktadır. Keza yanı başımızdaki Suriye’ye dönük olarak gerçekleşecek bir emperyalist saldırı ve işgalin, tüm Ortadoğu’yu bir savaş cehennemine çevirmesi ve TC’nin de cehennem zebanilerinden biri olarak bunun göbeğinde yer alması oldukça muhtemeldir. Peki kızışan savaş ortamında ABD’nin ve diğerlerinin yanı sıra TC’nin Suriye’ye NATO şemsiyesi altında müdahale etmesi olasılığına karşı nasıl bir mücadele hattı çizmeliyiz? Bu soru, bugün bir kez daha, emperyalizme, emperyalist kurumlara ve anti-emperyalist mücadeleye dair doğru tutumu bu somutlukta özetlememizi gerekli ve yararlı kılıyor.
Emperyalist müdahaleye hayır!
Emperyalist savaşlar işçi sınıfı nazarında haksız savaşlardır. Ne var ki emperyalist savaşlar, doğrudan büyük emperyalist güçler arasındaki savaşlardan ibaret değildir. II. Dünya Savaşını takip eden dönemde inanılmaz bir yıkım gücüne ulaşan emperyalist ordular, o günden bu yana doğrudan karşı karşıya gelmediler. Ama dünya, emperyalist büyük güçlerin daha geri kapitalist ülkelere karşı yürüttüğü yağma savaşlarının yanı sıra arkasında yine büyük emperyalist güçlerin olduğu, daha geri kapitalist devletlerin nice haksız savaşına da şahitlik etti. Yine emperyalist güçlerin hegemonya kavgasının bir parçası olarak kışkırttıkları iç savaşlar, etnik çatışmalar, soykırım girişimleri eksik olmadı emperyalizm çağında. Özellikle SSCB’nin çöküşünden bu yana emperyalistler arası hegemonya kavgasının ve paylaşım savaşlarının dizginlerinden boşaldığını görüyoruz. Son çeyrek yüzyıla damgasını vuran gerçeklik budur. Temeline bunu koymayan, emperyalistler arası yeniden paylaşım ve savaş sürecini hareket noktası olarak almayan siyasal tahlillerin hiçbir geçerliliği olamaz.
Savaşlar, iç savaşlar, etnik çatışmalar vb. hiç şüphe yok ki, o topraklarda yaşayan emekçi halk kitleleri açısından büyük acılara, ölümlere, travmalara ve insanlık dramlarına yol açıyor. Ancak bu gerçeklikten hareket ederek, bu çatışmalara son vermek, katliamların önüne geçmek, despotları, diktatörlükleri devirmek amacıyla emperyalist büyük güçleri ya da onların küresel çıkarlarının ifadesi olan emperyalist kurumları göreve çağırmak, en iyi durumda, emperyalizme insani bir makyaj yapmaya girişmek anlamına geliyor. Emperyalistlerden insaniyet beklemek, şeytandan iyilik beklemekten bile daha beyhudedir. Emperyalistler, kendi çıkarlarına olmadığı sürece, insani değerlerin ve özgürlüklerin şövalyeliğini yapmak şöyle dursun sözcülüğüne bile soyunmazlar. Aslında bu tarz insani dramların yaşandığı pek çok durumun arkasında emperyalist güçlerin kışkırtmalarının olduğunu görmek hiç de zor değildir. Bir emperyalist güç o ülkeye müdahalenin meşru zeminini yaratabilmek için iki tarafı birbirine karşı kışkırtabildiği gibi, sahne önünde gerçekleşen çatışmanın aslında sahne arkasındaki büyük emperyalist güçlerin çatışmasının bir yansıması olduğu birçok durum da mevcuttur. Bu gerçeklerin üzerinden atlayarak, emperyalist yeniden paylaşım ve savaş sürecinden geçtiğimizi unutarak, meseleyi sahne önünde çatışan güçlerle sınırlayan bir bakış açısı, emperyalist burjuvazinin şu ya da bu kesiminin dümen suyuna girme yazgısından kurtulamaz.
Reformistler ve her türlü burjuva sol eğilimin, yakın geçmişte Afrika’daki etnik çatışmalar ve iç savaşlarda, Bosna-Hersek ve Kosova’daki savaş ve soykırım girişimlerinde, Irak’taki Saddam diktatörlüğü sorununda ya da dün Libya’daki Kaddafi diktatörlüğü sorununda veyahut da bugün Mali ve Suriye konusunda takındıkları tutumların affedilir bir tarafı yoktur. İnsanların yaşadığı acılardan dem vurarak, aslında bu acıların baş sorumlusu olan emperyalistlerden medet ummak, BM’yi ya da NATO’yu göreve çağırmak, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmek, onlara soldan destek sunmak anlamına gelmektedir.
Bugün Suriye’de yaşananlara da bu pencereden bakmak zorundayız. Başlangıçta Ortadoğu’yu saran özgürlük, demokrasi ve adalet talepleri temelinde gelişerek ilerici bir dinamik taşıyan kitle hareketi, kendisine doğru yönü gösterebilecek gerçek bir proleter devrimci önderliğin yokluğunda hızla deformasyona uğradı. Mısır ve Tunus’tan gerekli dersleri çıkaran Batılı emperyalist güçler, kitle hareketini manipüle ettiler. Esad rejiminin göreli sağlam yapısı, ordu ve devlet aygıtının bütünlüğünü korumaktaki göreli başarısı, kitle hareketinin hazırlıksızlığı ve gerçek bir örgütlülükten yoksun oluşuyla birleşince, hızlı bir başarının hayal olduğu ortaya çıktı. Kitleler geri çekilirken güya onlar adına öne atılan küçük silahlı grupların önderliğinde hareket yozlaştı, devrimci-demokratik dinamiğini hızla yitirmeye başladı. İlerici, devrimci-demokratik taleplerle yükselen rejim karşıtı muhalefet hareketi kendi karşıtına dönüşerek, Batılı büyük emperyalist güçlerin ve alt-emperyalist TC’nin himayesindeki çoğunluğu küçük silahlı İslamcı muhalif gruplarla sınırlandı. Bugün Suriye’de yürüyen iç savaşı, bölgede yürüyen emperyalist paylaşım kavgasından bir nebze bile olsun bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Artık savaş, esas olarak, gerici ve zorba Esad diktatörlüğüyle demokrasi ve siyasal özgürlük taleplerini yükselten emekçi halk kitleleri arasında değildir. Savaş bugün esas olarak Batılı emperyalist blok (ki başını ABD, İngiltere, Fransa ve TC çekmektedir) ile Çin ve Rus emperyalizmi ve onların desteğini alan İran’ın oluşturduğu blok arasında cereyan etmektedir. İşçi sınıfının örgütsüzlük koşulları sürdüğü sürece, Suriye’deki Esad rejiminin kaderini belirleyecek olan gerçekte bu iki blok arasındaki çatışmanın sonucu olacaktır.
Esad rejimi savunulamaz
Marksistlerin, Batılı emperyalistleri ve onların küresel kuruluşlarını görev başına çağırmaları düşünülemez bile. Onlar zaten Suriye konusunda, fazlasıyla devrede ve görev başındadır. Bizler, Suriye’ye emperyalistlerin açık bir saldırısına ve askeri müdahalesine kesinlikle karşı çıkıyoruz. Ancak bu hiçbir şekilde, Suriye’deki despotik Esad rejimini desteklediğimiz ya da ehven-i şer olarak gördüğümüz anlamına da gelmiyor. Esad rejimi, emekçi halkı iliklerine kadar sömürüp kan kusturan, Kürt halkını ve diğer etnik grupları boyunduruk altında tutarak ezen, mezhep ayrımcılığı yapan, eli kanlı baskıcı despotik bir burjuva diktatörlüğüdür. Bu rejimin en kısa sürede devrilmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin olduğu kadar Suriye’de yaşayan tüm halkların da çıkarınadır. Ne var ki, amaç demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ve emekçilerin insanca yaşayabilecekleri bir topluma giden yolun açılması olduğu sürece, bu düzenin ipini işçi-emekçiler ve ezilen halklar çekmelidir, emperyalistler ya da diğer gerici burjuva klikler değil. Onların doğrudan eylemi, kitle seferberliği ve devrimci enerjisiyle yıkılmadığı ve yine işçi-emekçi iktidarıyla sonuçlanmadığı sürece, hareket, bıraktık kapitalist düzene darbeler indirmesini, demokratik taleplerini bile tam, tutarlı ve kapsamlı biçimde elde edemeyecek, yarıda kesilecek, pörsüyecek ve kitleler kısa sürede yeniden baskıcı burjuva rejimlerin altında inlemeye başlayacaktır. Mısır ve Tunus bu tarihsel gerçeğin acı birer yeni kanıtı olmuşlardır.
Ama Esad rejimi ABD’ye karşıdır, dolayısıyla desteklenmelidir diyor küçük-burjuva sollar. Onlara göre ABD’ye karşı çıkan herkes anti-emperyalisttir. Oysa Marksistler açısından sorun dün olduğu gibi bugün de büyük-küçük ya da güçlü-zayıf zıtlıklarıyla açıklanabilecek bir sorun değildir. Bizler açısından esas belirleyici olan, taraflardan birinin haklı, meşru, tarihsel olarak ilerici bir savaş yürütüp yürütmediğidir. Benzer şekilde, siyasi-hukuksal statüsü itibarıyla bağımsız bir burjuva devletin, ezilen ulus olarak değerlendirilmesi de kabul edilemez:
“Bugünün dünyasında, büyük kapitalist ülkelerle küçükler arasında da çeşitli çekişmeler, çıkar çatışmaları yaşanıyor ve burada sorun ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele kapsamında değildir. Yanlış anlaşılmasın; emperyalist ülkelerin daha küçük ve güçsüz kapitalist ülkelere yönelik çeşitli müdahaleleri ve dayatmaları nedeniyle, bu ülkelerdeki emekçi kitleler katmerli biçimde ezilmektedirler. Ancak, burjuvazinin kapitalizm öncesi ilkel ve gerici yapılanmaya karşı ulusun önünde ilerici bir tarihsel rol oynayabildiği sömürge ülkelerdeki koşullardan tamamen farklı olarak, artık karşımızda derinleşmiş sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir ulus vardır. Şimdi karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne çıkan «ezen ve ezilen ulus» sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında «ezen ve ezilen sınıf» sorunu almıştır.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., 2. bsk., s.72-73)
Ezen-ezilen ulus ayrımı, siyasi-hukuksal konumu itibarıyla bağımsızlığa sahip olmayan, kendi devletini kurma hakkı gasp edilmiş uluslar ile bu ulusları boyunduruk altında tutan uluslar arasındaki bir ayrımdır. Bu siyasi-hukuksal bağımsızlığın, kapitalist sistemde biçimsel olduğu zaten apaçıktır. Bunun ötesine geçerek, büyük emperyalist güçlerin daha geri burjuva devletler üzerindeki mali, askeri, siyasi baskı ve tahakkümünü ezen-ezilen ulus kapsamında yorumlamak doğru değildir. Bu, sistemin doğasıdır. Bundan hoşlanmayanların tutması gereken tek yol, kapitalist sistemi devirmektir. Ama ısrarla bu yanlış kategorilendirmeyi temel alanların esas derdi de zaten bir şekilde işçi-emekçi iktidarına giden yolun önünü tıkamaktır:
“Bu kategorileştirme, savaşın nedenlerini, amaçlarını, niteliğini göz ardı ettiği gibi, «ezilen» konumunda görülen ülkenin sınıfsal yapısını, sınıfsal güç ilişkilerini tahlil etme gereğini de ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla komünistlerin asıl odaklanması gereken şey olan sınıf savaşı otomatik olarak devre dışı bırakılmakta, burjuva devleti savunup destekleme pozisyonuna düşülmekte ve bütün mücadele saldırıya uğrayan burjuva devletin saldıran güç karşısındaki zaferine indirgenmektedir. Bu uğurda da proletaryaya «kendi» burjuvazisiyle birlikte ortak bir savunma savaşı yürütmesi salık verilmektedir.” (İlkay Meriç, Emperyalist Savaşlara Karşı Sınıf Cephesini İnşa Etmek, MT, Şubat 2013)
Emperyalizm ve anti-emperyalizm nedir, ne değildir?
Öte yandan sırf belli bir emperyalist devlete ya da bir emperyalist bloka kafa tutuyor diye, bir burjuva devleti ya da belli bir siyasal hareketi anti-emperyalist olarak adlandırmak kesinlikle yanlıştır. Eğer emperyalizm, büyük ve güçlü devletlerin dış politikası demek olsaydı, bu politikaya karşı çıkmak anti-emperyalizm olarak adlandırılabilirdi. Ama Lenin’in de ısrarla vurguladığı ve Kautsky gibileri eleştirdiği nokta, emperyalizmin, bir dış politika, bir politik tercih vb. olmadığıdır. Emperyalizm esas olarak, banka ve sanayi sermayesinin kaynaşmasıyla ortaya çıkmış olan mali sermayenin tekelci egemenliği demektir, kapitalizmin ulaşmış bulunduğu gelişmişlik aşamasıdır.
“Kapitalizmin emperyalist aşamasının en temel özelliklerini burada bir kez daha kısaca vurgulayalım. Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan kapitalist dünya sistemidir. Emperyalizm, tekelci rekabet üzerinde yükselen bir yayılmacılık tarzıdır. Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanları bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür. Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin küresel hareketliliği sayesinde aşmaya çalışır. Emperyalist-kapitalizmi günümüz dünyasında iyice belirginleşen bu son özelliği bakımından tanımlayacak olursak, kapitalizmin bu en üst aşaması eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının işleyişi temelinde yol alan küresel ekonomi demektir. Dünya kapitalist sistemi, ana basamakları itibarıyla «ileri, orta ve az gelişmiş» diye nitelenen bir hiyerarşi piramidi oluşturur ve çeşitli kapitalist ülkeler bu piramit boyunca güçlerine göre sıralanırlar. Bu güçler piramidinin en üst basamağında yer alan ileri derecede gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalist diye nitelediğimiz ülkelerdir.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009)
Bu büyük emperyalist devletlerin izledikleri politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki kopmaz bağlantıyı bile isteye göz ardı eden küçük-burjuva demokratlar, buradan sözde bir anti-emperyalizm türetmektedirler. Aslında emperyalizmin karşısına “tam bağımsız”, “ulusal kapitalizm” hayalini dikmekten öte gitmemektedirler: “Nüansları bir yana bırakacak olursak, tüm küçük-burjuva sol akımlara egemen olan «anti-emperyalizm» anlayışının özü şudur; ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş olan sözde bir emperyalizm karşıtlığı! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı «politikalara karşı» tutum almaktan ibarettir.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, s.47)
Durum bu olunca, sabah akşam emperyalizme küfreden İran’daki burjuva molla diktatörlüğü de, Venezuela’daki Bolivarcı egemenler de, geçmişteki Saddam ve Kaddafi de, Sırp Miloseviç de, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki Hamas ya da Afganistan’daki Taliban da bir çırpıda anti-emperyalist olarak adlandırılabilmektedir. Hepsi ve hepimiz ABD karşıtı değil miyiz diye soranlar var. Mesele “şeytan ABD” olarak konulduğu sürece, Rus ve Çin yönetimlerine de haksızlık etmemek gerekir, onlar da pekâlâ anti-emperyalist sayılabilirler! Demek ki, genel bir ABD karşıtlığı ya da ABD emperyalizmine cephe almak, anti-emperyalist olmak için yeterli değildir. Örneğin İran, ABD emperyalizmine tavır alıp uzak dururken, Alman ve Fransız emperyalizmiyle her türlü işbirliği içindeydi; bugün de Rus ve Çin emperyalizmleriyle işbirliği yapmaktadır. İşçi sınıfının tüm sendikal ve siyasal haklarını ortadan kaldıran, dizginsiz bir sömürü cenneti yaratan ve bunu devam ettirebilmek için İranlı işçi önderlerini halen hapislerde çürütüp darağacına yollayan molla rejiminin, emperyalist-kapitalist işleyişe karşı olduğunu söylemek, İranlı işçilere açıkça ihanet etmek anlamına gelmektedir.
Anti-emperyalizmi anti-kapitalizmden koparmak mümkün değildir. Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak değil, dünya kapitalist sisteminin organik bir parçası olan ülke içi kapitalist işleyiş olarak algıladığımızda, hareket noktasının tam da ülke içindeki egemen burjuva sınıfa karşı anti-kapitalist bir mücadele olması gerektiği ortaya çıkacaktır. Böylelikle, ezilen ve sömürülen işçi-emekçi yığınlarının dikkati de, soyut ve ulaşılmaz bir yabancı dışsal unsurdan somut ve yanı başlarındaki gerçek sınıf düşmanlarına çevrilebilecektir. Ama sakın küçük-burjuva demokratların ısrarla kaçınmak istedikleri de bu olmasın?
“Anti-kapitalist mücadeleden bağımsız bir anti-emperyalizm söylemi, ulusalcılığı savunan burjuva ve küçük-burjuva siyasetlerin göz boyamacılığıdır. Emperyalizme karşı mücadeleyi ülke içinde kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmeyen ve böylece emperyalist-kapitalist işleyişe gerçek anlamda cephe almayan bir siyaset, işçi sınıfının devrimci stratejisi açısından anti-emperyalist değildir. İşçi sınıfını yalnızca yabancı kapitalist kuruluşlara karşı öfkelendirip, kendi yerli burjuvalarına –yani bizzat onları sömüren patronlarına– daha dostane duygularla donatan siyasal akımlar, işçi mücadelesini zayıflatan etkenlerin başında gelir. Keza, işçi sınıfını bir bütün olarak kapitalist sisteme karşı mücadele ruhuyla doldurmayıp, onu yalnızca kapitalist seçenekler arasında taraf tutmaya yönelten –AB’ye katılmış bir Türkiye kapitalizmi mi; yoksa katılmamış bir Türkiye kapitalizmi mi biçiminde örnekleyebileceğimiz– sözde bir anti-emperyalizmin de Marksist tutumla bir ilgisi yoktur. Benzer şekilde günümüzde küreselleşme karşıtlığı adı altında kendi ulus-devletini savunan tutumların da Marksizmle bir ilişkisi yoktur.” (Platformumuz, madde 43, marksist.com)
Dışarıda arama, emperyalizm de NATO da içeride!
Sorunun bam teli de burasıdır. Biz, Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke düzeyine ulaştığını belirtirken, bunu yalnızca Türkiye’nin bilimsel sosyo-ekonomik tahlili açısından vurgulamıyoruz. Çok daha önemlisi, bu konuma ulaşmış bir ülkede emperyalizme karşı mücadeleden bahsedenlerin her şeyden (ABD emperyalizminden bile) önce kendi ülke burjuvazisinin emperyalist ataklarına, yayılmacı girişimlerine, askeri maceralarına vb. açık ve net bir tutum alması gerekliliğidir. Oysa Türkiye’yi hâlâ mazlum, ABD ya da AB emperyalizminin tahakkümü altında, ezilen, yarı ya da yeni-sömürge olarak değerlendiren küçük-burjuva yaklaşımlar, eninde sonunda, bir çeşit yurtseverliğe, vatanperverliğe, ulusalcılığa vb. yelken açmakta ve kaçınılmaz olarak çeşitli ittifak ve cephe politikalarıyla burjuvazinin şu ya da bu kesimiyle işbirliğini savunmaktadırlar. Aslında ulusalcılık ve sınıf işbirliği politikası, varılan mantıki sonuç olmaktan ziyade, tam da daha baştan varılmak istenen, aklanmak ve gerekçelendirilmek istenen noktadır.
Küçük-burjuva sol, TC ile başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçler arasındaki ilişkiyi de yanlış tanımlıyor. Onlara göre, TC basit bir uşak, iradesiz bir taşeron, sıradan bir işbirlikçi konumundadır. Tüm bu adlandırmalar TC’yi büyük emperyalist güçler karşısında ezilen bir konumda göstererek milliyetçi duyguları okşamak üzere bilinçli olarak tercih edilmektedir: “Siyasal kavramlar, hele de söylemin temel eksenini oluşturan siyasal kavramlar, doğru çağrışımlar yapmak durumundadır. Şayet bunlar kitlelerde ete kemiğe bürünecekse… Peki, söz konusu kavramların çağrışımları nelerdir? Açıktır ki, bu kavramlar, Türkiye’deki egemenlerin bağımsız bir iradeye sahip olmadığını, yaptıkları her şeyin ABD tarafından kukla oynatırcasına dikte edilip yaptırıldığını ve tüm bunlardan Türkiye kapitalizminin bir çıkarının olmadığını çağrıştırır.” (Levent Toprak, Emperyalist Arzular Test Sahasında, MT, Temmuz 2010)
Elbette TC, emperyalist güçlerle işbirliği yapmaktadır, ama bunu kölece bir itaatkârlıkla değil kendi burjuvazisinin emperyalist-kapitalist çıkarlarını geliştirmek için yapmaktadır. Onun konumu, büyük emperyalistlerin (bugün itibarıyla esas olarak ABD’nin) şemsiyesi altında onunla ortaklık kurmaktır. Türkiye, ABD’nin uşağı değil, küçük ortağı ve dolayısıyla ABD’nin işlediği insanlık suçlarında doğrudan suç ortağı konumundadır. TC’nin arkasından dolaşarak emperyalizme ve onun kanlı örgütü NATO’ya karşı olmak mümkün değildir.
Bizler, NATO’nun kapitalist sistemin küresel bir örgütü olduğuna, üyesi olan tüm kapitalist devletler için de dışsal değil içsel bir olgu olduğuna vurgu yapıp, “dışarıda arama emperyalizm de NATO da zaten içeride” derken, küçük-burjuva demokratlar, bunları dışarıda aramaya devam ediyorlar. Dikkatleri Türk burjuvazisinin işlediği suçlardan uzaklaştırıp yabancı güçlere odaklamak isteyenler, geçmişte de bugün de, emperyalizme ve NATO’ya kapıları kapatmaktan, onları “yurt” içine sokmamaktan bahsediyorlar. Sanki zaten içeride değillermiş gibi! Türkiye’deki NATO üslerinin kapatılması, TC’nin NATO’dan çekilmesi, NATO’nun lağvedilmesi için mücadele etmek, füze kalkanına vb. karşı çıkmak elbette ki işçi sınıfının görevidir. Ama eğer emperyalizmin militarist boyutlarına karşı mücadele yürüteceksek, TC’nin yurtdışındaki her çeşit askeri varlığını da sürekli gündeme getirerek buna kararlı bir biçimde karşı çıkmak da gerekmiyor mu? Ama TSK’nın o emperyalist NATO’nun kopmaz bir parçası ve ikinci büyük gücü olduğunu; TC’nin yurt dışında askeri üsleri bulunduğunu; Bosna’da, Afganistan’da, Somali’de, Lübnan’da, Güney Kürdistan’da askeri birlikleri olduğunu; Kıbrıs’ın işgal altında olduğunu; Kürt coğrafyasının bir iç sömürge durumunda tutulduğunu vb. nedense bu küçük-burjuva demokratlardan ya hiç işitmiyoruz ya da nadiren duyuyoruz. Onlar “ama Türkiye de paylaşılma tehlikesiyle karşı karşıya” düşüncesine vurgu yapmayı tercih ediyorlar.
Anti-kapitalizm bayrağı altında işçi sınıfının örgütlülüğünü güçlendirelim
Kriz ve emperyalist savaş yaygınlaşarak devam ediyor. Bunlara karşı tutarlı bir mücadelenin yolu işçi sınıfının bağımsız devrimci örgütlülüğünün ve bağımsız politik hattının geliştirilmesinden geçiyor. Dün Irak’a olduğu gibi yakın bir dönemde Suriye’ye veya İran’a yönelik bir emperyalist saldırı durumunda, Türkiye işçi sınıfının devrimci öncüleri bu saldırılara karşı mücadele edeceklerdir. Suriye’de ve İran’da emperyalist saldırılara karşı ayağa kalkacak milyonların, işçi sınıfının hegemonyası altında birleşerek, gerek yabancı emperyalist burjuva ittifaka karşı gerekse de kendi ülkelerinin egemen burjuvalarına karşı üçüncü bir cepheyi, yani bağımsız sınıf cephesini yaratmaları gerektiğini savunacağız:
“Bu cephede proletarya, hem işgalci güçlere hem de yerli burjuvaziye karşı, iktidarı ele geçirme perspektifiyle savaşmalıdır. Bu gibi hallerde yerli burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda «anti-emperyalist» bir söylem tutturması, mağdur ve mazlumu oynaması, emekçileri yanıltmak ve peşine takmak için her türlü sahtekârlığa başvurması sıkça görülen olaylardır. İş, burjuvazinin bu tuzağına düşmeksizin bağımsız bir proleter sınıf hattı yaratabilmeyi ve bu hat doğrultusunda mücadeleyi örebilmeyi başarabilmektir. Burjuvazi kitleleri «ulusal çıkar» adına kendi çıkarlarının peşine takmaya çalışırken, komünistler proletaryanın sınıf çıkarlarını merkeze alarak sorunu «kapitalizm mi yoksa sosyalizm mi, kapitalist kamplardan birinin zaferi mi yoksa proleter devrim mi» şeklinde ortaya koymalı ve buna uygun bir mücadele hattı benimsemelidirler.” (İlkay Meriç, agm)
Bu tip durumlarda Paris Komünü örneği bize doğru yolu göstermektedir. Ama unutmayalım ki, doğru bir politik hat ancak sınıf içinde gerçek bir devrimci faaliyetle yaratılmış güçlü ve etkin bir devrimci örgütlülüğü şart koşar. Güçlü bir örgütlülük olmadığı sürece en doğru gözüken politik çizginin bile gerçek hayatta pek bir karşılığı olamaz. Böylesi bir örgütlülüğe sahip olmayanlar, hele de dikkatleri vaktiyle bunu yaratmaya çekmemişlerse, zor zamanlar çıkageldiğinde politika yapmak adına kendiliğindenciliğe saplanmaktan ve burjuvazinin şu ya da bu kesiminin peşine takılmaktan kurtulamazlar. Uzak tarih gibi yakın tarih de bunu defalarca göstermiştir. O halde işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü geliştirmek için var gücümüzle çalışmak, temel görevimiz olarak önümüzde durmaya devam ediyor.
link: Oktay Baran, Suriye Sorunu Aynasında Anti-Emperyalist Mücadele, Mayıs 2013, https://marksist.net/node/3242
Bir İşçi Sınıfı Ozanı: Pablo Neruda
ODTÜ’de Reyhanlı Protestosu