Kapitalizmin dünya kriziyle şekillenen ve Erdoğan rejiminin izlediği politikalarla çok daha yıkıcılaşan ekonomik kriz tüm toplumsal alanlar gibi eğitim alanında da kendini dışa vuruyor. Sadece son bir yılda 1 milyon civarında öğrenci lise eğitimini terk etmiş durumdadır. Milli Eğitim Bakanlığının (MEB) geçtiğimiz günlerde yayınladığı 2023-2024 örgün öğretim istatistikleri[1], eğitimi bırakan öğrencilerin sayısının sıçramalı biçimde arttığını gösteriyor.[2] Geçen yıl liselerde toplam 6,8 milyon öğrenci eğitim görürken, bu yıl bunun 5,8 milyona düştüğü görülüyor. Aradaki yaklaşık 1 milyon kişi nereye kaybolmuştur? Bunlar her türlü eğitim kurumlarıyla ilişiğini kesen, eğitimi terk eden kitledir ve bu kitlenin ezici ağırlığını da açıköğretim liselerindekiler oluşturmaktadır.
Bu tablo aslında 4+4+4 uygulamasıyla getirilen sistemin iflas ettiğinin çarpıcı bir göstergesidir. Zira bu sistemle lise eğitiminde örgün eğitim şartı kaldırılmış, açıköğretimin önü açılmıştı. Kız çocuklarını okutmak istemeyen aileler için sözde bir yasal yol olarak oluşturulan bu alternatif, çalışmak zorunda kalan yoksul ailelerin çocukları için de bir çıkış niteliği taşıyordu, böyle de lanse edilmişti. Ne var ki açıköğretim liselerinin gerçekte hiçbir anlamının olmadığı, bir kandırmacadan ve istatistik şişirmeden ibaret olduğu belliydi. Güya örgün ortaöğrenimi terk etmek zorunda kalan öğrenciler bu şekilde eğitimlerine devam edip bir diploma alabileceklerdi. Oysa ister bir işte çalışsınlar ister çalışmasınlar, zorunluluğun ve buna uygun bir sosyal ortamın olmadığı koşullarda gençlerin ders çalışıp sınavlara girerek açıköğretim liselerinde başarılı olmaları hiç de kolay değildir. Bugün ortaya çıkan tablo bunun ispatıdır. Geçen yıl güya eğitim almakta gözüken 1,8 milyondan fazla açıköğretim liselinin yarısından fazlası kendisini bu garabetin dışına atmıştır. Ama sorun bitmiyor. Çünkü geçtiğimiz yıl yaklaşık 1/3 olan açıköğretim liselilerin oranı, bu çıkışların ardından bile halen yaklaşık 1/5 gibi hayli yüksek durumdadır, yani yaklaşık 1,1 milyon genç halen aslında bir eğitim almayıp güya alıyor gözükmektedir! Sevindirici gelişme bu gençlerin örgün eğitim kurumlarına geçiş yapması olurdu. Oysa yaşanan gerçeklik, eğitimle ilişkilerinin tümüyle ve kâğıt üzerinde bile kesilmiş olmasıdır.
Son 22 yılda eğitim alanında devrim yapmakla övünen AKP’li Eğitim Bakanı, şimdi 4+4+4 sisteminin revize edileceğini açıklıyor. Buna göre lise düzeyinde zorunlu eğitim 3 yıla indirilecek ve 3 yıl okuyana “normal lise” diploması, sonrasında 1 yıl daha okuyana da “ileri lise” diploması verilecekmiş! Okulu terk etseniz de diploma vereceğim diyor MEB. Böylece sistem, pratikteki çöküşe uyarlanmış, çöküşün üstü örtülmüş olacaktır. Lisans düzeyinde üniversite eğitimi içinse “ileri lise” diploması şart olmaya devam edecekmiş.
Bu taklalarla yalnızca sistemin çökmüşlüğünün üstünü örtmeyi değil, hem kendi yandaş sermaye gruplarına yeni rant kapıları yaratmayı hem de tarikat ve cemaatlere yeni olanaklar sunmayı amaçladıklarından da kuşku duyulmamalı. Bunu nasıl yapacaklarının detayları “yeni proje” şekillendikçe açığa çıkacaktır. Ama şunun bir kez daha altını çizelim ki, AKP iktidarlarının bugüne kadar reform adı altında sağlık ve eğitim sisteminde yaptıkları değişikliklerin hiçbirinde temel motivasyon halkın çıkarları olmamıştır, olamaz da.
Her sözde yeni projenin de gösterdiği üzere, bilhassa 2010’lardan beri AKP’nin eğitim alanında üç temel ilkesinden bahsetmek mümkündür: Birincisi, imam-hatipleri yaygınlaştırmak, cazip hale getirmek, düz liseleri de imam-hatipleştirmek ya da en azından din derslerinin sayısını arttırmak, tarikatları yapılan çeşitli protokollerle düz liselere resmi olarak sokarak orada yasal faaliyet yürütmelerini mümkün kılmak, çocukları ve gençliği tarikatlara yönlendirip onların eline mahkûm etmek. İkincisi, devlete ait okulları tedricen tasfiye ederek başta kendilerine yakın olanlar gelmek üzere özel okulları teşvik etmek, AKP yandaşı şirketlere mümkün olan en büyük avantayı yaratacak projeler geliştirmek. Üçüncüsü de, iktidarda oluşlarının kaçınılmaz bir gereği olarak sermayenin genel çıkarlarını da gözeterek, hem küçük işletmelere hem de büyük sermayeye daha da ucuz ve hatta bedava eğitimli işgücü sağlayacak şekilde mesleki-teknik okulları elden geçirmek.
“Mesleki eğitim” sömürüsü
Mesleki eğitim konusunu o denli parlatıyorlar ki, iktidar yalakası eğitim sendikasının başkanı bile, meslek liseliler oranında OECD ortalamasının ve hatta Almanya’nın bile önüne geçtikleriyle övünebiliyor. Haksız sayılmazlar, gençlerin ve çocukların beden ve emeklerini sermayeye peşkeş çekmekte kimse ellerine su dökebilecek durumda değildir.
Meslek liselerindeki 1,7 milyon genç, çeşitli adlar taşıyan uygulama ve programlar aracılığıyla ucuz ve hatta bedava işgücü olarak büyük sermayenin hizmetine koşuluyor. Büyük sermaye daha fazlasını talep ettiğinde iktidar onun talebini karşılamak için canla başla yeni olanaklar yaratıyor. Bu doğrultuda Milli Eğitim Bakanlığı mesleki eğitim konusunda proje üstüne proje geliştirip, çocuk ve genç emeğinin sömürüsünü arttırmak ve yaygınlaştırmak için yeni yollar yaratıyor.
MEB’in açıkladığı “mesleğini yapan liseliye maaş desteği” adlı program da bu çabanın son ürünlerinden biridir. Güya amaç meslek lisesi mezunlarını eğitim aldıkları alanda çalışmaya teşvik etmekmiş! Sanki çoğu mezun için bu durum zaten arzu edilir değilmiş, alanlarında cazip çalışma fırsatları varmış da onlar buna itibar etmiyormuş gibi! Kendi mesleğini yapmayı cazip hale getirmekle kastettikleri şey emekçilerle alay etmekten başka anlama gelmiyor. Şöyle diyor Bakan: “Yani diyelim ki çocuk, motor bölümünden mezun olmuş. Mezun olduğu bölümle alakalı bir yerde çalışıyorsa asgari ücret kadarını işveren versin. Üstüne yüzde 10-20 destek verelim, cazip hale getirelim. Motorcu diye yetiştirdiğiniz çocuk 500 lira, 1000 lira fazla ücret verildiğinde motokurye olarak çalışıyor.” Yani mesleki eğitim görmüş, dolayısıyla teknisyen unvanını taşıyan vasıflı işçilere asgari ücretin topu topu %10-20 üstünde bir ücret reva görüldüğü gibi bu fazlalık da sermayenin cebinden çıkmayacak, “devlet tarafından” karşılanacak! Üstelik karşılayan devlet gibi gözükse de gerçekte işçi sınıfının kendisidir. Çünkü bu tür birçok program İşsizlik Fonundan karşılanmaktadır. Fon dışı ödemelerin kaynağı ise bizzat işçilerin, emekçilerin ödediği vergilerdir. Görüldüğü üzere bu “proje” de genç işgücünü dizginsizce sömürebilmesi için sermayeye sunulan yeni bir teşvikten başka bir şey değildir.
MEB’in Mesleki Eğitim Merkezleri Programı da (MESEM) gençlerin emeğini dizginsizce sömürmek için planlanmış başka bir projedir. Ortaokulu bitiren tüm gençler isterlerse lise eğitimine devam etmiyorlar, bir işyerine girip çalışıyorlar ve bu programa başvurduklarında bir meslek lisesine de kayıtları yapılıyor. Hâlihazırda meslek lisesi öğrencisi olanlar da “aynı olanaktan yararlanabiliyor”. Böylece hem çalışıyorlar hem de diploma sahibi oluyorlar! Bu kapsamdaki öğrenciler topu topu 1 gün meslek liselerinde eğitim alıp, 4 gün çeşitli işletmelerde (beceri eğitimi adı altında) neredeyse bedavaya çalışıyorlar. Lisenin ilk üç yılında asgari ücretin %30’unu alırken, son sınıfta kalfa statüsü kazanıp %50’sine hak kazanıyorlar! Üstelik bu paralar da İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor. Yani yaşça büyük olan işçilerin ücretlerinden her ay yapılan kesintilerle genç işçilerin ücretleri ödeniyor! Böyle “projeler”le kayıtlı çalışan tüm işçilerden kesilen aidatlarla oluşturulan ve aslında işçilere ait olan İşsizlik Fonu sermaye tarafından talan ediliyor. 14-18 yaş aralığındaki on binlerce gencin emeği ve yaşamı sermayeye bedavaya peşkeş çekiliyor. Dahası gün geçmiyor ki bu deneyimsiz genç işçilerin çalıştığı işyerlerinden yeni bir iş cinayeti haberi gelmesin! Tüm bunlar kapitalistlerin açlığını gidermiyor, MESEM’in daha da yaygınlaştırılmasını talep ediyorlar, iktidar da emriniz olur diyerek kolları sıvıyor. OVP’de bunlar birer hedef olarak saptandığı gibi geçtiğimiz haftalarda yayınlanan bir genelgeyle, mesleki ve teknik ortaokulların da kurulacağı açıklanmıştı ve bunun ilk adımı dört ilde (Bursa, Sivas, Konya, Burdur) hayata geçirilmeye başlandı! Yani artık emeği dizginsizce sömürüleceklerin yaşı 10’a kadar inecek!
Bu sayılanlar öncekilere eklenen son “projeler”. Bir de hayata geçirilmesi planlanan projeler mevcut: Organize Sanayi Bölgelerinin içerisine yatılı meslek liseleri yapmak, bölgesel/sektörel meslek liseleri kurmak gibi. “Savunma sanayiinin büyümesi için” bu alanda meslek lisesinde okuyanların çalıştırılması da öne çıkan proje hedeflerinden biri. İşyerlerinde sınıf oluşturulması, hatta çocukların bizzat çalıştıkları işyerinde 3 ya da 4 gün yatıp kalkması bile gündemde! Yani okullara da öğretmenlere de ve dolayısıyla eğitim/öğretime de ihtiyaç kalmayacak! Çocuklar ve gençler işi pratikte ustalarından ya da küçük işyerlerindeki patronlarından öğrenecekler. Üstelik Ahilik gelenekleri de kendilerine benimsetilerek, çıraklardan ustasının her dediğine koşulsuz itaat etmeleri beklenecek. Küçük esnaftan büyük sermayedara kadar patronların ücretten endişe etmesine de gerek kalmayacak, çünkü alacakları cep harçlığı düzeyindeki ücretleri devlet ödeyecek! Öğrenciler de endişelenmemeli, çünkü pratikte öğreneceklerinin dışında düzgün ve nitelikli bir mesleki eğitim bile almamalarına rağmen MEB onlara lise diploması verecek! Demek ki MEB’e göre gençlere, gerçek mesleki dersler ve bilimsel temelleri de, kültür dersleri de, sosyalleşecekleri mekân, zaman ve olanaklar da gerekmiyor!
Eğitim hakkını korumak kaçınılmaz bir görevdir
Görüyoruz ki bugün işçi sınıfının gençliğine yalnızca niteliksiz mesleki eğitimi layık gören, genel ve nitelikli bir eğitim hakkını fiilen ortadan kaldıran yaklaşımlar dayatılıyor. Kuşkusuz ki, herkesin yüksek öğrenim görmesi gerekmiyor. Yıllar boyunca Türkiye’de çok geniş bir kesimin çocuklarını yüksek öğrenim görüp hayatını kurtarma yanılsamasıyla ve boş hayalleriyle yetiştirdiğini biliyoruz. Bu küçük-burjuva hayaller dünyasına prim vermek bizlerin işi olamaz. Diğer taraftan kimlerin yüksek öğrenim görebileceğinin adeta resmen ya da fiilen bir kast sistemiyle belirlenmesi, yeteneği, becerisi ve birikimi olanların istedikleri takdirde yüksek öğretim almalarının engellenmesi de kabul edilemez. Gençlerin yeteneklerinin, becerilerinin, eğilim ve arzularının ne olduğunun bilimsel ve adil şekilde saptanması ve buna göre ortaöğrenimden başlayarak gerçekçi ve bilimsel şekilde yönlendirilmesi şarttır ve gayet de mümkündür.
İster mesleki ister genel olsun örgün eğitimin türlü yollarla tedricen tasfiyesine girişildiği, çocuk işçiliğin türlü biçimlerde yaygınlaştırıldığı, işçi sınıfı gençliğine tek tip, niteliksiz, bilimsel ve örgün olmayan bir mesleki eğitimin tek seçenek olarak dayatıldığı bu eğitim sistemine karşı mücadele etmek elzemdir. Unutmamalı ki, işçi sınıfının evlatlarının parasız ve zorunlu örgün temel ve ortaöğrenim hakkı yıllara yayılan bir mücadelenin ürünüydü, burjuvazinin ihsanının bir sonucu değil. Bedeller ödenerek kazanılan hakların korunması şarttır.
Kısaca hatırlayalım. Kapitalizme kadar eğitim toplumun varlıklı mülk sahibi kesimlerinin konusu olmuştu. Diledikleri alanlarda eğitim görme ayrıcalığına yalnızca bu kesimlerin çocukları sahipti. Öte yandan, mülk ya da mevki sahipleri kendi erkek evlatlarını gelecekte işlerin başına geçecek yöneticiler olarak yetiştirme kaygısı taşıyorlardı. Devlet işlerini yerine getirmek üzere örgütlenen bir bürokrasiye eleman yetiştirmek de zorunluydu. Toplumun üretici sınıflarının bu bakımdan eğitime ihtiyacı da yoktu, fırsatı da, zamanı da, olanakları da.
Tarihin ilerleyen akışı içinde egemenler neye ihtiyaç duyuyorsa o alanda okullar kuruldu. Ticaretin gelişiminin baskısıyla 13. yüzyılda ticaret okulları açıldı. Savaş yöntemlerinin değişimi, bilimin savaş alanında daha yaygın kullanılmasıyla temel bilgileri de içeren bir eğitim ihtiyacı 18. yüzyılda askeri okulları doğurdu. Her ikisi de yine mülk ya da mevki sahibi sınıfların erkek evlatlarına hizmet ediyordu. Sanayi devrimiyle birlikteyse meslek okulları oluşturuldu, işte bunlar üst sınıfları değil, emekçilerden oluşan alt sınıfları hedefliyordu.
Ama liseler ve üniversiteler uzun bir süre üst sınıfların çocuklarına hizmet etmek üzere kurulup yaygınlaşmaya devam ettiler. Aydınlanmanın cehalete karşı giriştiği mücadele, uzun yıllar boyunca emekçilerin yaşam alanlarına pek uğramadı. Bu noktada matbaanın keşfi bile emekçiler arasındaki okuma-yazma oranında bir sıçramaya yol açmadı. 19. yüzyılın son çeyreğine kadar çocuklar ilkokula değil, sabahın köründe fabrikalarda çalışmaya gönderiliyordu.
Tarihin hiçbir döneminde mülk ve mevki sahibi egemenler, üretici sınıfların cehaletten kurtulması için çaba göstermediler. Aydınlanma dönemiyle kendisine övgüler düzen burjuvazi de bu genel kuraldan muaf değildi. Onların mücadelesi cehaletin kendisine karşı değil, onu devamlı kılan ve egemenliğinin dayanaklarından biri haline getiren Kilise’nin siyasal gücüne karşıydı (bu karşı oluş da ancak burjuvazi iktidarı ele geçirene kadar sürdü)!
Kapitalistler makineleri kullanabilecek kadar bir bilgi ve mesleki beceriye sahip işçilere ihtiyaç duyuyorlardı, daha ötesine değil. Çocuk işçiliğinin ortadan kaldırılması da emekçilerin okuyup-yazma sayesinde temel bilgileri edinip bilinçlenmesinin kolaylaşması da burjuvazinin istediği şeyler değildi kuşkusuz. Bu nedenle ücretsiz temel eğitim kurumlarının yaygınlaşması, bu eğitimin zorunlu hale getirilerek çocuk işçiliğinin sonlandırılması ancak işçi sınıfının bu doğrultuda verdiği mücadele sayesinde mümkün oldu. Bu mücadeleler sonucunda, ücretsiz ilkokul eğitimi kapitalizmin en gelişkin olduğu İngiltere’de bile 1870 tarihli Eğitim Kanunuyla başladı ve ancak yıllar sonra zorunlu hale getirildi. Benzer şekilde Fransa’da da 1880’lerle birlikte temel eğitim ücretsiz ve zorunlu hale getirildi. Bu gelişmelere paralel olarak Avrupa’yı taklit eden Osmanlı’da da Tanzimat Döneminde ilkokullar kuruldu. Fakat tüm çocuklara kamu okullarında ve parasız eğitim talebi ta Komünist Manifesto’dan beri komünistlerin en temel taleplerinden biriydi. Ve ilk kez Rusya’da Ekim Devrimiyle kurulan işçi devletinde bu talep pratikte hayata geçirilme şansı buldu.
Demek ki, temel ve genel (mesleki olmayan) eğitimin zorunlu ve ücretsiz olması, bunun günümüzde temel bir insan hakkı olarak kabul edilmesi, burjuvazinin insanlığa bir hediyesi değil, işçi sınıfının bedel ödeyerek mücadeleyle kazandığı bir haktır. Bu nedenle de işçi sınıfı, çocuk işçiliğine ve cahil bırakılmaya karşı kazandığı bu hakkı korumak, ortaöğretimi zorunlu olmaktan çıkartmaya, ücretsiz ve örgün eğitimi (bizzat eğitim kurumlarında verilen eğitim) ortadan kaldırmaya dönük girişimlerin karşısında durmak zorundadır.
“Eğitim sisteminin iki temel eksiği: eğitim ve sistem”
Bugün eğitim sisteminin çöktüğü çoğu insanın farkında olduğu bir husustur. Bu yıl ortaya çıkan tablo da bunun sembolik ifadeleriyle doludur. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesi daha da küçültüldü; emekli olan öğretmenlerin yerine ya da artan ihtiyaca binaen yeterli sayıda yeni öğretmen alınmıyor. Bu yıl yalnızca öğretmen eksiği değil, okullarda çeşitli hizmetleri yerine getiren çok sayıda işçinin de yokluğu söz konusu. Okullar, koridorlar, sınıflar pislik içinde, tuvaletlerin halini yazmaya dilimiz varmıyor! Elbette ki bu durumun baş sorumlusu siyasi iktidardır. Ama eğitim sisteminin içinde bulunduğu köklü sorunların büyük bir kısmı bu iktidarı aşan sistemik sorunlardır ve pek çoğuna kapitalizm dâhilinde çözüm bulma imkânı bulunmamaktadır. Eğitim alanında da gerçek bir devrim gerekiyor ki, bunu da ancak işçi sınıfının iktidarı yapabilir.
Detaylarına girmeden eğitim sisteminin bu hale gelişinin ana dönemeç noktalarını hatırlayalım. Eğitim kurumlarının yeterince yaygınlaşmadığı, bu kurumlardan mezun olanların nüfusun küçük bir bölümünü oluşturduğu ve burjuvazinin her alanda nitelikli işgücü açığının büyük olduğu eski dönemlerde, eğitimin kalitesi günümüze kıyasla çok daha yüksek düzeydeydi. Bu yüzden de ister ortaöğrenimden ister yüksek öğrenimden alınmış olsun, bir diploma sahibi olmak, hem daha iyi ve göreli yüksek ücretli bir iş anlamına geliyor, hem de günümüzdekinin aksine cehaletten belli ölçülerde kurtulmanın bir göstergesi oluyordu. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalist gelişmeyle birlikte eğitim kurumları ve öğrenim görmüş insan sayısı giderek artarken, eğitimin kalitesi de önemli ölçüde düşmeye başladı. “Okumuş” olmak bir vasfa sahip olma göstergesi olmaktan önemli ölçüde çıktı.
Bir komedi sanatçısı, “eğitim sistemimizin iki temel eksiği mevcut, birincisi eğitim, ikincisi sistem” şeklindeki çarpıcı hicviyle günümüzdeki mevcut durumu gayet güzel özetliyor. Bu duruma gelinmesinde eğitim sisteminin kapitalizmin gelişimine bağlı olarak giderek şekillenen kendi doğal sorunlarına ek olarak, iktidarların siyasi kaygılarla yaptıkları müdahaleler temel bir rol oynuyor. Bu noktada en büyük suçlu 12 Eylül askeri faşist cuntasıdır. Faşist rejim toplumu sindirip terörize etmesi yetmezmiş gibi, hayata geçirdiği uygulamalarla toplumun geleceğini de çalmıştır. İlkokuldan üniversiteye kadar ne kadar bilimsel düşünebilen, ilerici, demokrat ve sorgulayıcı nitelikte öğretmen ve öğretim görevlisi varsa tasfiye etmeye çalışmış, bunda epey de başarılı olmuştu. Üniversiteler de dahil olmak üzere eğitim kurumlarına muhalif siyasi görüşlerin nüfuz etmemesi için sayısız polisiye ve idari tedbir alınmıştı. Eğitim müfredatı dinsel ve ırkçı-milliyetçi bir içerikle daha da doldurulmuş, imam-hatiplerin sayısı katlanarak arttırılmış, okulların başına dinci ya da ırkçı yöneticiler getirilmiş, sıkı disiplin uygulamalarıyla öğrenciler baskı altına alınmıştı. Cuntanın ardından sürekli değişen iktidarlara rağmen eğitim sistemine “bilim dışı” gerici siyasi müdahalede bulunma anlayışı değişmeksizin kaldı. Eğitim sistemi sorunu 80’li yıllarla birlikte apaçık ortaya çıkıp, gerek faşist cuntanın yaptığı düzenlemelerin gerekse de Özal’la başlayan neoliberal saldırı programlarının sonucu olarak ağırlaştı. Askeri faşist rejimin tahakkümü altına sokulan üniversitelerde bilimsel eğitimin çanına ot tıkanırken, öğretmen yetiştiren eğitim fakülteleri de bundan nasibini aldı. Kapatılan lise düzeyindeki öğretmen okulları da öğretmen kalitesinin düşmesi sürecini hızlandırdı.
Bu siyasi müdahalelere ek olarak, iktisadi planda, sağlık gibi eğitim alanında da özelleştirme saldırısının giderek tırmanması, emekçilerin haklarına dönük diğer saldırılarla birleşerek eğitim sistemi sorununu daha da kangrenleştirmiştir. 80’li ve 90’lı yıllarda memur statüsündeki öğretmenlerin yaşam standartlarının giderek gerilemesinin sonuçlarından biri öğretmenliğin cazip bir meslek olmaktan çıkmasıydı. Saygınlığını bir süre daha koruyacak olsa da cazibesini yitirmesinin göstergelerinden biri de eğitim fakültelerine girmek için üniversite sınavlarında düşük puanlar almanın yeterli hale gelişiydi. Devlet tarafından verilen eğitim hızla çöküşe doğru giderken, özel okulların ve üniversitelerin açılması bu süreci daha da hızlandırdı. Zira özel sektörde daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek ücret olanağı bulan “başarılı, iyi” öğretmenlerin çoğu oralara kayarken, devlet okulları daha “vasat” öğretmenlerle, kısılan eğitim bütçeleriyle, artan öğrenci sayısıyla baş başa kaldılar. 90’lı yılların sonlarından itibaren dershaneler de dahil özel eğitim kurumlarının artması, öğretmenliğe ilginin tekrar yükselmesini ve eğitim fakültelerine bir kez daha yüksek puanlarla girebilme sonucunu doğurdu. Ne var ki, artık daha parlak öğrenciler öğretmen olmayı tercih eder hale gelse de, aynı süreçte üniversite eğitimi de çöküş halindeydi.
2000’li yıllarda AKP iktidarlarının çok övündükleri “her ile üniversite” açılmasının sonucu, boş ve öğretim görevlisinden yoksun binalar oldu. Yüksek öğretimin ve onunla birlikte temel eğitimin kalitesi daha da düştü! 80’li yıllardan beri hayata geçirilmeye çalışılan ne kadar saldırı hedefi varsa AKP iktidarları döneminde hepsi büyük ölçüde başarıldı. Bunlar arasında devlet okullarındaki eğitim kalitesinin bilinçli olarak düşürülmesiyle özel okullara olan talebin arttırılması hedefi de vardı. AKP iktidarları özel okullara kayıt yaptıran ailelere önemli ölçüde ekonomik yardım bile yaptı. 12 Eylül faşizminin kurduğu YÖK cenderesini kaldırma sözünü veren AKP, bir süre sonra, üniversitelerdeki faşist tahakkümü 12 Eylül’ü aratmayacak şekilde yeniden inşa etti. Bugün milyonlarca insan güya üniversitelerde okuyup mezun oluyor ve ellerindeki diplomalarla işsizler kervanına katılıyorlar. Diploma artık para da etmiyor, itibar da sağlamıyor. Öyle ki, bu yıl üniversite sınavlarına giren 3 milyon öğrenciden tercih yapma hakkı kazanan 1 milyondan fazlası herhangi bir tercih yapmamış, 650 bine yakın öğrenci ise tercih yapıp kazandıkları okullara kayıt yaptırmamıştır. Bu durumdaki öğrencilerin oranı %40’a dayanmış durumdadır. Çünkü işsiz kalacaklarını biliyorlar, kayıt yaptırsalar gidecekleri kentte ekonomik açıdan yaşama zorluğu gözlerini korkutuyor, yığınla harcama yaptıktan sonra alacakları diplomanın kendilerini kurtarmayacağının farkındalar. İzlenen plansız üniversiteleşme sonucunda bugün yarım milyona yakın öğretmen işsiz durumda, atanmayı bekliyor.
12 Eylül’den bu yana hiçbir iktidar, eğitim sistemiyle AKP kadar oynamış değildir. Tümüyle kendi ideolojik ve siyasi çıkar ve hedefleri doğrultusunda eğitim sistemine yapılan müdahaleler tam bir çöküşe yol açmıştır. Eğitim sistemi tam bir yap boz tahtasına dönüşmüştür. AKP iktidarları döneminde 9 farklı isim Milli Eğitim Bakanı olmuş, görev süreleri ortalamada 2,5 yılı bile bulmamıştır. Her birinin bir öncekinin yaptığını bozduğunu da ekleyelim. O kadar ki, bir öğrencinin liseye başlayıp bitirene kadar aynı sistemle devam etmesi pek mümkün olmamıştır. Sürekli değişen ders/sınıf geçme kuralları, müfredatlar, alanlar, lise türleri, üniversiteye giriş sınav sistemi vb. tam bir keşmekeş yaratmıştır. İnsanlık yüzyıllardır çocuklarına okuma yazma öğretiyor, buna rağmen AKP iktidarları ilkokulun ilk yılında çocuklara nasıl okuma yazma öğretileceğinde bile bir karara varamamış durumdadır, bu konuda bile her gelen Bakan yeni bir icat peşinde koşmaktadır! Bu değişikliklerin bir diğer motivasyonunun da, gerekli eğitim/öğretim materyali ve donanımlarının değişmesi zorunluluğu sayesinde yandaş şirketlere yeni vurgun kapılarının açılması olduğunun altını çizelim.
Elinizdekiyle yetinin, sakın itiraz etmeyin!
Türkiye’de eğitimin de dinin de egemenlerin çıkarına hizmet eden ideolojik yönleri hiç bugünkü kadar açığa çıkmamıştı. İlçe müftüleri direnişteki işçileri “böyle hak aranmaz” diyerek hizaya çekmeye çalışıyor, bu doğrultuda fetvalar veriyorlar. Camiler çoktandır iktidarın propaganda merkezlerine dönüşmüş durumdadır, fakirleri şükretmeye çağıran, fakirliklerinden dolayı ne kadar şanslı olduklarını vaaz eden din adamları hiç olmadıkları kadar lüks içinde yaşıyorlar. Çelişkiler o denli çarpıcı ki, kendisini “dindarlık hassasiyeti taşıyan bir insan” olarak niteleyen bir yazar bile, vaiz efendinin Cuma namazında toplanan kalabalığa, “Değerli müminler! Bu dünyada sabırdan daha güzel bir meziyet yoktur, sabredin, halinize şükredin. Başkalarının elindeki mala-mülke, paraya sakın tamah etmeyin, elinizdekiyle yetinin ve bol bol şükredin ama sakın itiraz etmeyin…” şeklinde seslendiğini aktararak isyan ediyor.[3] Elinizdekiyle yetinin ve sakın itiraz etmeyin! Yani kanaatkâr ve itaatkâr olun!
AKP yıllardır böyle bir gençlik hedeflediğini söylüyor. Bu hedefe varmak için de dine, dinsel eğitime ve genel olarak eğitim kurumlarına büyük önem atfediyor. Ama hedeflerini belirleyen ideolojik hareket noktaları kapitalizmin geldiği noktayla o denli tezat teşkil ediyor ki, eğitim sistemini yerle bir etmekten başka bir sonuç ortaya çıkaramıyor. Benzer şekilde dine ve muhafazakâr değerlere yaptığı vurguların ikiyüzlülüğü o denli sırıtıyor ki, gençlik arasında deizme, agnostisizme ve ateizme olan ilgi tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yükseliyor. Her türlü devlet imkânıyla teşvik etmelerine rağmen imam-hatipler arzu ettikleri kadar revaçta olmuyor, çoğu boş kalıyor.
Hedeflerine varamadıkça daha da saldırganlaşıyor, daha da yalancılaşıyor, daha da ikiyüzlü hale geliyorlar. Ortada bir felâketi çağrıştıran bir çöküş tablosu varken, Eğitim Bakanı “Türkiye, eğitimde sessiz bir devrim gerçekleştirdi” şeklinde bir laf yumurtluyor. Sessiz olduğu açık çünkü kimse farkında değil! Genelkurmay Başkanlığının ardından Savunma Bakanlığı da yapan Hulusi Akar son haftalarda her fırsatta dinden, diyanetten bahsederek, eğitimin amacının “bilgi edinmek değil, Allah korkusunu öğretmek” olduğunu yumurtladığı sözlerini “4 yaşından başlayarak Allah’tan korkan kuldan, utanan çocuklar yetiştireceğiz” diyerek noktaladı. Allah utandırmasın diye diye, olduğu kadarıyla da utanma duygularını kaybedenler, çocuklara “kuldan utanmalarını” öğreteceklermiş!
Yirmi iki yıldır iktidarda olanlar ülkeyi ve onun gençliğini uçurumun kenarına getirmiş bulunuyorlar. Arkasında durdukları kapitalist sömürü sistemi, körüklemekten yorulmadıkları kapitalist saldırı politikaları yetmezmiş gibi Türk-İslam söylemine dayalı bir faşizmi toplumun başına musallat ettiler. Bu doğrultuda birçok şeyin yanı sıra eğitim sistemini de tam anlamıyla çökerterek toplumun geleceğini çalmaya giriştiler. Emekçileri yapay temellerde inanılmaz ölçüde bölüp kutuplaştırdılar ve bu temelde birbirlerine düşman hale getirdiler. Muktedirler katındaki çürüme oradan toplumun temellerine doğru giderek güçlenen şekilde sızmaya devam ediyor. Din, iman, ahlâk deyip para kazanmak için yeni doğan bebeklerin bile canına kıymaktan çekinmeyen insanlar yarattılar. Güya sahip oldukları değerleri yaygınlaştırmak için giriştikleri projelerle, toplumun olumlu değerlerini de tahrip ettiler. Hiç de azımsanmayacak bir toplum kesiminde vicdanı dahi yok ettiler. İşte bu koşullarda, kapitalizmin körükleyip şekillendirdiği bencillikle kendinden başka hiçbir şey düşünmemesi empoze edilen kuşaklar yetiştirdiler. Ve onların da bir kısmı eğer tuzları da kuruysa çareyi kaçmakta ve kapağı yurtdışına atmakta buluyorlar. Ülkenin eğitimli insan malzemesinin, “beşeri sermayesi”nin bir bölümü kendi bireysel geleceği için yurtdışına kaçmayı çare olarak görüyor. Bunu doğuran kapitalist bencillik ve faşizmin yarattığı boğucu toplumsal atmosferdir. Bunu yıkmak şarttır. Toplumun nefes alması için, geleceğe dönük umudu büyütebilmek için bu rejime ve kapitalizme karşı mücadele bayrağını yükseltmek şarttır.
[2] Bugün Türkiye’de üniversite hariç örgün öğretimdeki toplam öğrenci sayısı 18,7 milyon kadardır. Bunun 15,8 milyonu devlet okullarında, 1,6 milyon kadar özel okullarda, 1,2 milyonu da açıköğretimdedir.
[3] Mehmet Ocaktan, Sabır tavsiye eden hocalara itirazım var, https://www.karar.com
link: Oktay Baran, Eğitimde Derinleşen Çürüme ve Çöküş, 25 Ekim 2024, https://marksist.net/node/8369
“Bu Dünyaya Marx Geldi” Kitabını Anlamak
Sağlıkta Ticarileşme Ölüm Getiriyor