Tarihsel bir kriz içindeki kapitalizm, emek ve doğa sömürüsünü dizginsizce büyütüyor, savaşlar alabildiğine kıyıcılaşıyor, hak ve özgürlükler budanıyor, otoriterleşme eğilimi alabildiğine güç kazanıyor ve bu sistemi reforme etmenin, iyileştirmenin mümkün olmadığı her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor.Bu tablo doğal olarak emekçilerin tepkisini de büyütüyor ve mücadele kıvılcımları kolaylıkla toplumsal patlamaları ateşleyebiliyor. Bunun önü burjuva rejimlerin giderek otoriterleşmesiyle alınmaya çalışılsa da çıplak zorun kitleleri ilânihaye bastırmaya yetmeyeceğini egemenler de biliyor. Bu yüzden sistemin ideolojik aygıtları emekçi kitleleri türlü şekillerde manipüle etmek için harıl harıl çalışıyor. Milliyetçilik, yapay gündemler, yapay sevinçler ve çok daha etkilisi, yapay ya da abartılı korkular…
Doğal bir tepki olarak korku aslında insanın tehlikelerden korunma mekanizmalarından biridir. Fakat abartılı tehdit algısıyla kişiyi gerçeklikten koparan korku durumu, korunmanın aksine zarar verici bir mekanizmaya dönüşebilir. Sağlıklı düşünme ve karar alma süreci kesintiye uğrar. Kişi korkudan dolayı adeta felçleşerek gündelik rutinini bile sürdüremez hale gelir. Örneğin Covid-19 pandemisi sırasında egemenler tarafından yaratılan toplumsal iklimle kontrolden çıkarılan korkunun, pek çoklarında depresyon, kaygı bozukluğu, takıntı gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açtığına ve hayatı zehreden bu sorunların milyonlarca insanda kalıcı hale geldiğine bizzat şahit olduk.
Pandemi sırasında yaşananlar, sağlıklı düşünme yetisinin kaybolmasının sadece bireyleri değil toplumları da felçleştirebileceğinin en çarpıcı örneklerindendi. Biliyoruz ki, felçleşen kitleler egemenler tarafından kolaylıkla yönetilebilir ve manipüle edilebilirler. Nitekim yapılan bu oldu. Burjuvazi, kapitalizmin gördüğü en derin ekonomik krizi pandemiye bağlayarak geniş bir kesime tüm saldırılara sessizce boyun eğmenin hayati bir zorunluluk olduğunu kabul ettirmeyi başardı. Sokağa çıkma yasakları, ev hapisleri, okulların ve pek çok işyerinin kapatılması, ücretsiz izinler, uzaktan ve esnek çalışma dayatmaları, “sağlık mı, özgürlük mü” ikilemine hapsedilen kitlelerce fazla tepki toplamadan benimsenebildi. Sonuçta emekçilerin güvenlik adına özgürlüklerden feragat ederek aslında krizin faturasını da gönüllü olarak üstlenmesi, işçi sınıfını ayağa kaldırma potansiyeli son derece yüksek olan bu ekonomik kriz karşısında, burjuvazinin normalde hayata geçirmekte zorlanacağı politikaları hayata geçirmesine olanak tanıdı.
Egemenler güvenliğin, özgürlüğün dengeleyici ağırlığı olduğunu öne sürerler. Onlara göre, özgürlük kefesinin ağır basması halinde güvenlik tehdit altına girer. Otoriter eğilimlerin güçlendiği dönemlerde ise “denge” söylemi lafzen bile bir kenara bırakılır ve “özgürlük mü, güvenlik mi” ikilemiyle karşı karşıya bırakılan topluma, güvenlik tek akılcı seçenek olarak dayatılır. Nitekim içinden geçtiğimiz dönemde bunun dünya ölçeğinde genelleşen bir durum olduğunu görüyoruz. Oysa güvenlik de özgürlük de sınıfsal kavramlardır. Varlık nedenleri sermayenin egemenliği ve çıkarlarını korumak olan burjuva devletlerden ve iktidarlardan emekçileri merkeze alan güvenlik politikaları beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Kapitalist devletlerin güvenlik politikaları egemen sınıfın güvenliğini sağlamaya odaklıdır; hukuk sistemi, ordusu, polisi bu politikaları hayata geçirmenin aracıdır.
Özgürlükleri kısıtlamak isteyen iktidarların yaptıkları ilk şey tehdit algısını yükseltmektir. Zira egemenler, kendisini tehdit altında hisseden toplumun doğal bir refleks olarak güvenlik seçeneğine yöneleceğini gayet iyi bilirler. Pandeminin henüz başlarında kaleme alınan bir yazımızda bu önemli hususa şöyle dikkat çekilmişti:
“Burjuvazinin toplumu korkutup sindirme ihtiyacı arttığı oranda karşımıza diktiği ikilemlerin bir ucunda «güvenlik» (ister toplum güvenliği, ister can güvenliğimiz olsun fark etmez) gibi daha temel ve ilksel ihtiyaçlar, diğer ucunda ise daha gelişkin sosyal ve kültürel ihtiyaçlar yer alıyor. Sömürü düzeni büyüyen bir tehditle karşılaştığı oranda burjuvazi bu düzeni korumak için beslediği devlet aygıtını daha da baskıcı hale getirmek üzere adımlar atıyor. Demokratik haklar ve özgürlükleri tırpanlayan, baskıcı ve denetlemeci uygulamaları arttıran tedbirleri meşrulaştırmaya çabalıyor. Ama bir toplum ne kadar gelişmiş, demokratik hak ve özgürlükler ne denli benimsenip içselleştirilmiş, emekçiler ne kadar örgütlenmişlerse bu baskıcı adımlara karşı direniş de o kadar büyük olacaktır. O zaman bu sosyal-kültürel-siyasal gelişkinliği etkisizleştirmek için insanları izole edip bilinçli değil içgüdüsel davranışlara zorlamak gerekir. Biyolojik varlığının tehlike altında olduğu algısını yaratarak insanları korkutmak bu açıdan hayli işlevseldir. Zira biliyorlar ki, korkuya kapılan insanlar, hele de bu korku panik boyutuna varırsa, aklıyla ve bilinçli olarak değil, içgüdüleriyle davranacak, bireysel korunma içgüdüsü onu sosyal bir varlık olmaktan uzaklaştıracaktır.”[*]
Aslında kapitalizm uzun bir süredir emekçileri “özgürlük mü, güvenlik mi” ikilemiyle esir almaya çalışıyor. Yapay düşmanlarla, sahte tehditlerle, abartılan risklerle toplumu felçleştirip kolayca yönlendirilmeye açık hale getirmek istiyor:
“İşte tam da bu yüzdendir ki «şok ve dehşet» operasyonları, milenyum dönemecinden bu yana kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Öncesinde de toplumlar farklı korkularla uyutulmaya çalışılırdı. Ancak içinden geçtiğimiz kapitalizmin tarihsel krizi döneminde bu operasyonlar zirve yapmıştır. Avrupa kentlerinde ve ardından ABD’de yaşanan sivillere dönük bombalı saldırılar, sıradan kalabalıkların üzerine sürülen araçlar, yoldan geçen sıradan insanlara dönük gerçekleştirilen bıçaklama girişimleri vb. hep aynı amaca hizmet ediyor: toplumu terörize etmek. İnsanlarda her an canına kasteden bir saldırının kurbanı olabileceği duygusunu yaratmak, bu duyguyu korkuya ve onu da paniğe büyütmek, tehditten kaçınmak için sinip içine kapanmasını, kendisini zayıf, korumasız ve çaresiz hissetmesini sağlamak. Bu tür saldırılarda kalabalıkların seçilmesinin nedeni yalnızca «saldırganların daha fazla can kaybını hedeflemeleri» değildir. İnsanlarda kalabalıklardan uzak durma korkusunu yaratmak, agorafobiyi körüklemektir. Kalabalıktan uzak duran bireyin sosyal varlık olma özellikleri zayıflar, bireysel kaygıları ve bencilliği artar, insanlar ne ölçüde atomize olmuşlarsa o ölçüde daha kolay denetim altına alınırlar.” (Oktay Baran, age)
İnsanları korkutarak güvensizlik sarmalına sürüklemenin tek yolu elbette patlatılan bombalar, silahlı saldırılar değildir. Yaşanan her türlü kriminal olayın yanı sıra sağlık-hijyen sorunlarının medya aracılığıyla sürekli göze sokulması ve sosyal medyada köpürtülmesi de aynı etkiyi yaratıyor. Aileler yumuşak karınları olan çocukları üzerinden bu korkuları çok daha derin yaşıyorlar. Çocuklara ve kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz, kaçırılma gibi vakalar karşısında kendini korumasız, çaresiz hisseden geniş bir toplum kesimi travmatik tepkiler gösteriyor. Okulların yüksek güvenlikli hapishanelere çevrilmesi bizzat ebeveynler, hatta öğretmenler tarafından talep ediliyor. Çocuklar birkaç sokak ötedeki okullara ebeveynleri tarafından götürülüp getiriliyor, yalnız dışarı bırakılmıyor, kadınlar akşam sokağa çıkmaktan, yalnız bir yere gitmekten korkuyor.
Egemenlerin tehditleri ve riskleri abarttıkları gerçeği, elbette hiçbir tehlike ve riskin var olmadığı anlamına gelmiyor. Çürüyen kapitalizm her alanda ifrazata yol açıyor. Peki korkup sinerek, kendini izole ederek tehlikelerden korunulabilir mi? Ya da yaşam alanlarını hapishaneye/tımarhaneye çevirmek dışında mutlak izolasyon mümkün müdür? Örneğin çocuklara yönelik tehditlerin en çok aile içinden geldiği gerçeği dikkate alındığında, çözüm çocuğun hısım akrabadan, hatta en yakın aile bireylerinden uzak tutulmasında mı aranmalıdır? Bu normal bir insana akıldışı gelebilse de ne yazık ki bu davranışı sergileyenlerin ve tehditlere izolasyonla veya cep telefonları ve ev kameraları aracılığıyla paranoyak bir gözetim/denetimle çözüm bulmaya çalışanların oranı hiç de düşük değildir. Oysa çocuğunu korumak isteyen herkes, onu toplumdan soyutlamak yerine olabildiğince sık arkadaşlarıyla birlikte olmasının, birlikte oynamasının, öğrenmesinin, üretmesinin önünü açmalıdır. Zira çocuklar doğruyu, yanlışı, insan tanımayı, insanlara güvenmeyi, güven vermeyi, haksızlığa karşı koymayı ve dayanışmayı ancak bu sayede öğrenebilirler. Aksi halde riskler savuşturulamadığı gibi, sonuç genelde ruh sağlığını yitirme noktasına gelinmesidir. Antidepresan kullanımının inanılmaz boyutlara varması da bunun ifadelerinden biridir. Kimsenin kimseye güvenmediği, herkesin birbirinden kuşku duyduğu bir toplumu yönetmenin ne denli kolay olacağı aşikârdır.
Egemenlerin bilinçli bir şekilde oluşturdukları bu atmosfer, toplumu atomize ederek örgütsüzlüğün her alana yayılmasına yol açıyor. Kendisinin ne denli zeki ve bilinçli olduğunu düşünürse düşünsün örgütsüz birey gerçekte her türlü ideolojik saldırıya açık bireydir. Bu nedenle egemenler tarafından kolaylıkla yönlendirilebilir. Suç vakalarındaki ve türlü kötülüklerdeki artışı sistemsel sorunlar değil tekil olaylar olarak görür, çünkü ona öyle gösterilmektedir. Böyle olunca da tek tek vakalardaki faillere odaklanıp asıl faili, yani kapitalist sistemi ve onun egemenlerinin sorumluluğunu gözden kaçırır. Sorunları ucunun kendisine dokunacağını düşündüğü ölçüde önemser ve kendince savuşturmaya çalışır. Topluma boca edilen her türlü korku, yalıtık bireyin zihninin en derinlerine nüfuz ederek büyür, büyür ve onu esir alır. Böyle bir zihin, sorunları çözmeye değil kaçıp korunmaya odaklanır. Sorunları çözmeye odaklanan zihinse önce gerçekliği kavramaya çalışır ve bu sorunları ortadan kaldırma uğraşı veren başka insanlarla birlikte hareket etmeye yönelir. Bu sayede korku duvarının tuğlaları da birer birer düşmeye başlar ve mücadele gücü katlanarak artar.
Örneğin Türkiye’de taciz, tecavüz ve şiddet vakalarında patlamalı bir artış yaşanıyor. Bunun, ülkeyi ekonomik, sosyal ve kültürel bir yıkıma sürükleyen faşist rejimin kadını ikinci sınıf insan olarak gören, bu tür suçları işleyen erkekleri cesaretlendiren ve kayıran politikalarıyla doğrudan bağlantısı olduğu tartışmasızdır. Fakat rejim tüm bu olaylardaki sorumluluğunu gizlemekte, artan kaygı ve korkuyu ise çok yönlü olarak suiistimal etmektedir. Egemenler toplumun tekil vakalara yoğunlaşmasını sağlayarak, kendilerine yönelik tepkileri başka hedeflere yöneltmeye çalışmaktadır. Yaşanan sorunların nedenini de kişisel davranışlara, hastalıklara indirgemektedir. Kadınlara, kız çocuklarına dayatılan şey suçu kendinde aramasıdır: “Böyle giyinmemeliydim”, “o saatte yalnız dışarıda olmamalıydım”, “o çocukla arkadaşlık etmemeliydim”, “o kadar sesli konuşmamalı, gülmemeliydim”, “demek ki anne-babam beni bu yüzden sınırlandırıyormuş, bundan sonra onların yasaklarına uymalıyım” vb. Rejimin efendileri, buradan hareketle hem bireylerde hem de topluluklarda çözüm olarak polisiye önlemlerin arttırılması talebini yaratıp körüklüyorlar. Oysa faşist rejim koruyucu önlemler almadığı gibi, örneğin İstanbul Sözleşmesi gibi düzenlemeleri bile yürürlükten kaldırmıştır. Bu durumda kadınların ancak mahallelerinde, okullarında, işyerlerinde her düzeyde örgütlenerek kendilerini korumaya çalışmaları yaşamsal önemdedir.
Egemenler korkunun pasifize edici özelliğini de kendi çıkarları için kullanmaktadırlar. Yaygınlaşan çaresizlik, güvensizlik ve umutsuzluk duygusu, olanlar karşısında hiçbir şey yapılamaz algısını doğurmakta, böylelikle pasifize olan toplum daha kolay kontrol altına alınmaktadır. Çaresizlik ve umutsuzluk ruh hali içinde kurtuluşun yurtdışına gitmekte aranması da, rejim güçleri açısından çoğu muhalif olan bu kitleden kurtuluş anlamına gelmektedir. Oysa çaresiz olmadığımız gibi umutsuz da olmamalıyız. Rejim her ne kadar muhalefet kanallarını kapamaya, insanları zorla, baskıyla susturmaya çalışsa da yapabileceğimiz çok şey var. Bunun ilk adımı ise cesaretle örgütlenmektir. Başta rejimin saldırıları olmak üzere, her türlü belânın üstesinden gelmek için siyasi örgütlerde, sendikalarda, işçi derneklerinde vb. örgütlenmek ve dayanışma ağlarını her alana yaymak emekçiler için yaşamsal önemdedir. Unutulmamalıdır ki, örgütlü olmak hayat kurtardığı gibi akıl sağlığını da kurtarır!
[*] Oktay Baran, Sağlık mı, Özgürlük mü: Buridan’ın Eşeği Olmayacağız!, 30 Nisan 2020, https://marksist.net/node/6932
link: İlkay Meriç, Korku Korumaz, Savunmasız Bırakır, 10 Kasım 2024, https://marksist.net/node/8380
Ekim Devriminin Işığıyla, Üstesinden Geleceğiz!