Rejimin uyguladığı ekonomik saldırı programının yarattığı yıkım ve çelişkiler büyüyor. Bu durum rejimin toplum içindeki desteğinin erimesini hızlandırırken toplumsal tepkiyi de çeşitli yön ve biçimlerde büyütüyor. Çoğu zaman bireysel kalan tepkilerin yanı sıra son haftalarda ülkenin dört bir yanında işçiler ve çiftçiler grev, direniş, protesto ve mitingler yapıyor. Gaziantep’ten Trakya’ya, tekstilden metale, kargodan, depolamaya, tarımda buğdaydan domatese, fındığa kadar geniş bir yelpazede tepki dışa vuruyor. Rejimin sonu gelmez çevre katliamlarına karşı direnişlere de yenileri ekleniyor, yanı sıra hayvan düşmanı rejimin tetiklediği hayvanseverlerin mücadelesine tanık oluyoruz.
Başlangıçta ciddi bir toplumsal desteğe sahip olan ve bu temeli kullanarak yeni müttefiklerle rejim değişikliğini de görece badiresiz başaran iktidar, son birkaç yıldır geniş kitle desteğini yitiriyor. Yaratılan rızanın büyük ölçüde baskı ve aldatmaya, din tacirliğine ve milliyetçi istismara, patronaj ve muhtaçlaştırmaya dayanması rejim güçlerinin yaşadığı gerilimi de arttırıyor. Hangi yollarla üretildiğinden bağımsız olarak, toplumsal rızanın düzeyi ve niteliği faşizmin istikrarında da genel olarak rol oynayan bir etmendir. Bunun bilincinde olan iktidar, uyguladığı ekonomik programın, “sıkıntılı” bir geçiş döneminin ardından gemiyi düzlüğe çıkaracağını ve erimekte olan toplumsal rızayı restore edeceğini hayal ediyor. Ancak böyle bir sonucun tecelli etme ihtimali ufukta görünmüyor, zira o gemi emekçilerin yıkımı üzerine inşa edilmiş bir seyir hattında ilerliyor. Bu da rejimin baskıcı faşist karakterinin kendini daha çok dışa vurması için bir zemin oluşturuyor.
Tam da böyle olduğu için, rejim, asma yaprağı işlevi gören Meclis tiyatrosunda zaman zaman dişlerini en kaba biçimde gösterirken, küçük bir Youtube kanalının yaptığı sokak röportajında iktidar aleyhine konuşan bir genç kızı bile telaş içinde hapse tıkabiliyor. Ülkenin dört bir yanında Kürtler Kürtçe türkü söyleyip halay çektikleri için gözaltına alınıyorlar. Sırf yörelerinde yeni bir doğa katliamına geçit vermek istemedikleri için direnen halka ateş açılıp insanlar iktidarın yandaşı sivil şirket temsilcileri tarafından katledilebiliyor. Failler gönül huzuruyla bu kanlı fütursuzluğu yapabiliyorlar, çünkü faşist rejimlerde genelde olduğu gibi cezasız kalacaklarını biliyorlar. Failler yerine kurbanların sevenleri ve yakınları bedel ödüyorlar.
Ahmet Şık’ın alenen tüm ülkenin gözü önünde Meclis kürsüsünde faşizmin yumruklarına maruz kalması da, Dilruba’nın parmaklıklar ardına konması da, halay çekenlerin her yerde gözaltına alınması da, Artvin’de doğayı korumaya çalışanların rejim yanlısı sivillerce yaralanıp katledilmeleri ve bizzat silah sahibinin serbest bırakılması da faşizm gerçekliğini unutanlara okkalı bir hatırlatma niteliğinde. Faşizm ben buradayım diyor. Burada Meclis örneğinin özellikle anlamlı olduğunun altını çizmek gerekiyor. Zira Meclisin görüntüdeki varlığı ve hatta Kürt hareketinin temsilcilerini ve kimi sosyalistleri içeriyor oluşu faşizm tespitlerini geçersizleştiren bir olgu olarak görülmektedir kimilerince. Oysa rejim Mecliste de gerekli gördüğünde tiyatroyu askıya alıp kendi gerçek niteliğini dışa vurmaktan geri durmadığı gibi, MHP üzerinden aleni ölüm listeleri ilan edebilmektedir.
Ahmet Şık’ı ve onu korumaya çalışan vekilleri hedef alan yumruklar ve sonrasında iktidarın bu olayı pişkince ele alış tarzı Meclisin bu rejim altındaki hükümsüzlüğünün bir kez daha tescillenmesi anlamına geliyor. Bütün gücün tek adama indirgenmiş bir yürütmenin elinde toplandığı, yasama ve yargının onun kontrolündeki kurumlar haline geldiği uzun boylu izahat gerektirmiyor. Mecliste sadece faşist rejim blokunun istediği yasa ve düzenlemeler geçerken, önemsiz denebilecek hususlar dışında muhalefetin önerge ya da teklifleri iktidar vekillerinin sırıtışları arasında çöpe gidiyor. Yasama böyleyken yargı cephesinin tümüyle yürütmenin kontrolünde oyuncağa döndüğünün de uzun boylu tarife ihtiyacı yok. Sayısız vaka arasında sadece Can Atalay davasının seyri bile faşist kibrin at oynatışını simgeliyor.
Burjuva demokrasisisin temel bir ölçüsü olan kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı bu açık tabloya rağmen, sosyalist hareketin bir bölümü ve Kürt hareketi de dahil olmak üzere muhtelif muhalefet güçleri Meclis yanılsamasının geniş emekçi kitleler katında yaşatılması anlamına gelen tutumlarından vazgeçmiyorlar. Oysa ülke genelinde işçilerin ve çiftçilerin artan hareketliliğinden de görülebileceği üzere geniş kitlelerde mücadeleye dönük bir eğilim uç vermekte. Kapsamı dar ve henüz güçlü olmayan bir eğilim olsa da, giderek büyüyen ekonomik yıkımın ağırlığı altında feryadı daha da yükselen bu kitlelerin mücadelesi önem taşıyor. Bu mücadele dinamiği büyüyüp güçlenebilir. Çünkü rejimin mevcut ekonomik yıkım programından vazgeçme olasılığı pek olmadığı gibi, vazgeçmesi de emekçi kitleler açısından yıkımın son bulması anlamına gelmeyecektir. İşçileri sendikalaşma çabalarını arttırmaya, ekonomik taleplerini toplu şekilde ileri sürmeye, çiftçileri yollara dökülmeye, ürünlerini satmaktan vazgeçmeye iten etmenler ortadan kalkmak bir yana daha da ağırlaşarak sürecektir.
Seçim sürecindeki tüm baskı, hile ve tezgâhlara rağmen 2024 yerel seçimlerinde iktidarın galip çıkamaması kitlelerin politik açıdan da iktidardan uzaklaşma eğiliminde olduklarına dair bir belirtiydi. O günden bu yana yapılan tüm anketler AKP ve Erdoğan’ın sandık desteğinde erime eğiliminin genel gidişat olarak devam ettiğini ortaya koyuyor. Kitle mücadeleleri için şartların olgunlaşmakta olduğuna işaret eden başka belirtiler de var. Bunlar iktidarın da endişelendiğini, gerilim yaşadığını dolaylı olarak gösteren belirtiler. Yukarıda sadece birkaç güncel örneğini verdiğimiz üzere rejim baskıyı arttırmıştır. Ama bundan daha önemli olan, kontrolündeki işçi örgütleri üzerinden tepkiyi kontrol altında tutma ve sönümlendirme girişimlerinde bulunmasıdır. Türk-İş ve Hak-İş gibi en büyük işçi sendikaları konfederasyonlarının yönetimindeki bürokratlar tabandan yükselen huzursuzluğun gayet iyi farkında olarak bir şeyler yapılması gerektiğini görüyorlar.
AKP tarafından ele geçirildikleri andan itibaren iktidara karşı hiçbir şey yapmayan her iki konfederasyon da son aylarda sözde enflasyona karşı ve ücret artışı talebiyle ülkenin farklı işçi havzalarında toplantı ve mitingler yapıyorlar. Tabandan gelen basınçla sendika bürokratlarının bu eylemleri düzenlemek zorunda kalmaları önemli olsa da niyetlerinin göz boyama, oyalama ve gaz alma olduğunu söylemeye gerek bile yok. Bunları yapmazlarsa kendi koltuklarını kaybetme, sendikal tabanının kontrolünü yitirme tehlikelerinin belirdiğini görüyorlar. Bu tehlikelerin aynı zamanda iktidar ve rejim açısından da potansiyel tehlike anlamına geldiği ortadadır. Ancak konfederasyonların ciddiyetsiz bir tutumla ortaya koyduğu eylemlerin ne ölçüde tepkileri sönümlendireceği şüphelidir. Rejimin işçi sınıfının bir bölümünün başına memur ettiği bu zaptiye bürokratların yapıyor göründükleri hiçbir şey işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileşmesini sağlamayacak. Daha önce belirttiğimiz gibi, iktidar bu ekonomik-sosyal saldırı programından vazgeçemez. Asgari ücrete ancak beklenen enflasyon oranında zam yapılacağının açıklandığını, IMF ve uluslararası sermaye çevrelerine verilen vaatleri, sermayeye ve zenginlere yönelik sözde ciddi vergilerin getirileceği yolunda estirilen havanın boş çıktığını zaten biliyoruz. Son olarak, bir kez daha güncellendiği açıklanan Orta Vadeli Programın (OVP) da açıkça ortaya koyduğu gibi, başta emeklilik sistemi olmak üzere yeni saldırılar gündemdedir. Rejimin korporatist aygıtları konumunda olan konfederasyon yönetimlerinin ise bu saldırı paketleri karşısında yapacağı bir şey yoktur.
Aslında yeni CHP liderliğinin çeşitli illerde yaptığı işçi ve çiftçi gündemli mitinglerini de emekçilerin tepkilerinin düzen dışı kanallara akmaması, “istikrar” bozucu hale gelmemesi, CHP yoluna kanalize edilmesi çabaları olarak görmek gerekiyor. CHP’nin etkisi altındaki DİSK yönetimi de yeterince örgütlü ve etkili eylemler yapmanın uzağındadır. Bu süreçte DİSK ne yazık ki “kitlesel” basın açıklamalarıyla vb. işi geçiştirmekte, işçi sınıfının yüz yüze olduğu yakıcı sorunlar karşısında örgütlü olduğu fabrikaları ve diğer işyerlerini harekete geçirme doğrultusunda bir çalışma yürütmemektedir.
Bireysel tepkiler yetmez, faşizme karşı örgütlü mücadeleye
Toplumda hoşnutsuzluk ve tepki artarken, işçi sınıfında ve çiftçilerde bir hareketlilik, bir mücadele eğilimi kendini göstermeye başlamışken, taleplerin bilinçli ya da bilinçsiz, doğrudan ya da dolaylı iktidara yöneldiği ortadayken, bir yanda hâlâ Meclisin merkeze alınması, diğer yanda ise genel örgütsüzlük koşulları mücadeleyi sınırlandırıcı etmenler olarak öne çıkıyor. Ahmet Şık Meclisteki hadiseden sonra tüm muhalefete Meclisten çekilme çağrısı yaptı. Fakat kendi partisi de dâhil hiçbir partiden bu düşünceye destek gelmedi. Gerçekten de faşizmin üzerini örten, toplumu oyalayan bir müsamere sahnesi konumundaki Meclisten toplu çekilme, rejime karşı mücadele açısından çok daha elverişli koşullar yaratırdı. Meclis iptilası rejimin faşist karakterinin görülmesinin başlıca engellerinden biridir. Rejim bu iptilayı varlığını meşrulaştırmak için maharetle kullanmaktadır.
Faşizmin şüphesiz en güçlü yanı işçi sınıfının ve daha geniş olarak emekçi kitlelerin örgütsüzlüğüdür. Bütün tahammül ötesi fiillerini ve varlığını temelde buna borçlu. Bu örgütsüzlüğün doğurduğu zihniyet atmosferi birçok unsur içeriyor. Ama bunlar içinde özellikle bir zihniyet kalıbı mücadeleyi baltalamada önemli bir rol oynuyor: “Bizim ülkede bir şey olmaz” söylemiyle sembolleşen karamsarlık, pasifizm! Bu anlayışın kökü çok derinlere giden tarihsel boyutları olduğu tartışmasızdır. Ancak bunun bir kader olduğunu düşünmek tarihten hiçbir şey anlamamaktır. Her şeye rağmen, “bunlardan bir şey olmaz” denilen işçi-emekçiler, örnekleri çoğaldığı üzere nesnel koşulların zorlamasıyla şaşmaz biçimde mücadeleye atılmak zorunda kalıyorlar. Bunların görülmemesi olsa olsa söz konusu zihniyet kalıbının ne denli güçlü olduğunu göstermektedir. Bu zihniyet bir yandan bireysel ve etkisiz kalan tepkiyi, bir yandan da nihilizmi ve bir tür insan-sevmezliği besliyor. Sonuç her halükârda pasifizm, yani eylemsizlik, kitle mücadelelerine ve örgütlülüğe yabancılık, hatta düşmanlık oluyor. Bunun düzen ve rejimin pek işine geldiğine en küçük şüphe yoktur. Diğer taraftan burjuva muhalefet de toplumsal tepkiyi örgütlemek yerine bireysel tepki sınırlarında tutmaya çaba sarf etmektedir. Kız, öfkelen, bağır çağır, at tut, sosyal medyada rüzgârlar estir, beğeni rekorları kır, birey olarak hepsini yap, ama örgütlenme, kitlesel eylem yapma! Tabii faşist rejim zaman zaman sosyal medyayı da zorbaca bastırmak zorunda kalıyor, ama genelde kontrollü bir alan olarak tutuyor.
Gerçekte, bir faşist rejim hüküm sürdüğü halde iktidar güçleri toplumsal tepkiyi ortadan kaldırabilmiş ya da tümüyle bastırabilmiş değildir. Ama bireysel tepkilerin ötesine geçerek örgütlenmek için anlamlı çaba harcayan çok azdır. Oysa tek gerçek kurtuluş yolu örgütlü mücadeleden geçmektedir. Dahası ülkenin dört bir yanında çeşitli biçimlerde mücadeleler veren işçiler, köylüler genel olarak birleşmenin, örgütlenmenin anlam ve önemini bilfiil sergiliyorlar. Rejimin uyguladığı ekonomik-sosyal saldırı programı nedeniyle emekçi kitlelerin ümüğü sıkılıyor ve emekçiler de sınıf içgüdüleriyle harekete geçiyorlar. Geçim sorununun ağırlaşması ölçüsünde canı yanan daha fazla işçi-emekçi benzer şekilde mücadele yolunu tutacaktır. Bu mücadelelerin başarılı olabilmesi, kazanımlar elde edebilmesi ve giderek faşist rejimi sarsabilmesi için örgütlülüğün yükseltilmesi, rejim ve düzen gerçekliğinin ne olduğu ve nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda doğru bir bilinç oluşturulması büyük önem taşıyor. Bu bağlamda işçi sınıfının temel nitelikteki devrimci siyasal örgütlülüğü başta olmak üzere, kitlesel düzeyde rol oynayan sendikal örgütlülüğünün de önemi daha da artmaktadır. Örgütlü mücadele vermenin değil de bireysel sosyal medya tepkilerinin, afili söz oyunlarının, iktidara dönük genelde din konusunu esas alan teşhirlerin vb. abartılı ölçüde öne çıkarılmasına prim vermemek gerekiyor. Faşizme karşı mücadelede işçi sınıfının ve giderek tüm emekçi kitlelerin sınıf çıkarlarını esas alan örgütlü mücadelesi esastır. O nedenle işçi sınıfı örgütlerinin harekete geçirilmesi, bir sınıf cephesinin oluşturulması doğru hareket yoludur.
link: Levent Toprak, Faşizm Gerçeği, Biriken Öfke ve Mücadele Kıvılcımları, 16 Eylül 2024, https://marksist.net/node/8349
Yağmalanan Doğa ve İklim Krizi
Gazze’den Batı Şeria’ya, Filistin’in Büyüyen “Nakba”sı