Korkunç boyutlara ulaşan bir yoksullaşma dalgası ülkeyi kasıp kavururken iktidar sahipleri ücretleri baskılamaya devam ediyor, asgari ücrete zam yapmayı reddediyorlar. Mehmet Şimşek, hiç utanıp sıkılmadan, bu ülkede asgari ücretin hiç de düşük olmadığını ileri sürebiliyor. Bakan, enflasyon programının yolunda gittiğini, hedeflere yaklaşıldığını söylerken, resmi enflasyon bile %70’in altına inmiyor. Oysa gerçeklik çırılçıplak ortadadır: Çalışanların çoğunluğu asgari ücrete talim etmektedir, asgari ücret de tek kişi için saptanan yoksulluk sınırının ancak üçte ikisi kadardır! İktidar milyonlarca emekçiyi “bizi kıskanıyorlar” diye uyutadursun, resmi enflasyon, işsizlik ve büyüme rakamlarıyla hesaplanan Dünya Sefalet Endeksinde[1] Türkiye 5. sıradadır!
İktidarın zam yapmamaktaki temel gerekçesi, asgari ücret zammının, enflasyonla mücadele programını bozacağı iddiasıdır. Burjuvazinin iktisatçılarının tüm dünyada yıllardır dillendirdiği bu iddiayı bir başka yazıda ele alacağız. Bu yazıda asgari ücretin ne olduğunu, nasıl belirlenmesi gerektiğini, bu konudaki sorunların neler olduğunu ortaya koyacak, buna dair tartışmalardaki kimi çarpıcı hususlara dikkat çekeceğiz.
Asgari ücret, resmi olarak, “işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün cari fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret” olarak tanımlanıyor. Uzun süren tarihsel mücadelelerin ardından asgari ücret uygulaması birçok ülkede kabul görmüştür. Aslında devletlerin bu uygulamayı kabul etmesinin arkasındaki güdü, tüm kapitalistlerin ortak çıkarları doğrultusunda, işgücünün devamlılığını garanti altına almaktır. Zira tek tek kapitalistlere kalsa, her biri, işçiler arasındaki rekabeti kışkırtarak onları temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz bir ücrete çalışmak zorunda bırakmak için can atarlar. Karşılarında örgütsüz yığınlar buldukları her seferinde de bu doğrultuda girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. Tıpkı bugün Türkiye’deki patronların yaptığı gibi!
Türkiye’de mevzuattaki asgari ücret tanımının temel sorunlarından biri, asgari ücretin tek tek kişiler için tanımlanması, yetişkin bir işçinin bakmakla mükellef olduğu kişilerin ihtiyaçlarının dikkate alınmamasıdır. Oysa ki birçok ülkede evli ve çocuklu bir işçi için asgari ücret, tanımına uygun şekilde, ortalama bir işçi ailesinin temel ihtiyaçları baz alınarak saptanmaktadır. Sendikalar dört kişilik bir aile için açlık ve yoksulluk sınırını açıklarken, asgari ücretin de (evli ve çocuk sahibi çalışanlar için) dört kişilik bir ailenin temel ihtiyaçlarının karşılanması temelinde hesaplanması gerektiği hususunda tek laf etmiyorlar. Birkaç mücadeleci işçi örgütü dışında bu talep neredeyse unutulmuştur; zira gerileme içerisindeki işçi hareketinde beklentiler de alabildiğine geriye çekilmiştir.[2]
Diğer bir önemli sorun, ülkenin genel ekonomik gelişmişlik durumunun dikkate alınmamasıdır. Buna bağlı olarak asgari ücret neredeyse fiziksel asgariyle sınırlanmakta, sosyal boyutu yok sayılmaktadır. Öte yandan bu fiziksel asgari bile TÜİK’in çarpıtılmış verilerine dayandırıldığı için, olması gereken düzeyin her daim altında kalmaktadır. O kadar ki, sahtekâr TÜİK gerçek enflasyon oranlarını açıklasa ve bu oranlar kadar bir zam yapılmış olsaydı, asgari ücretin bugünkünün 2,5-3 katı kadar olacağını hesaplayan akademik araştırmalar mevcuttur.
Ama mesele asla saptanan asgari ücret düzeyinden ibaret değildir. Sendika üst bürokrasisi, bu konuda da ücret sendikacılığını emekçilere dayatmakta, diğer çok önemli sorunları hasır altı etmektedir. Asgari ücretin tanımlanışı ve hesaplanmasında yukarıda özetlediğimiz ciddi sakatlıklara ek olarak, bu ücretin nasıl belirleneceğinde de çok temel bir sorun bulunuyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonu adını taşıyan korporatist bir yapı, sergilediği tiyatroyla işçileri günlerce oyaladıktan sonra bir ücret seviyesi açıklıyor. Bu yapıda sözümona devletin hakemliğinde işçi ve işveren kesimleri kendi düşüncelerini açıklıyor ve güya pazarlık yapıyorlar. Bu korporatist yapıda güya işçileri temsilen en büyük işçi sendikasının da bulunması sonucu değiştirmiyor, o kabul etmese bile alınan karar geçerli oluyor. Asgari ücretle çalışmanın istisnai bir durum olmadığını, genellik arz ettiğini ve diğer ücretleri de belirlediğini düşündüğümüzde, bu ülkede işçi sınıfının ezici çoğunluğunun sermayeyle pazarlık etme şansının olmadığını ve dayatılan ücreti kabul etmek ya da açlıktan ölmek ikilemiyle karşı karşıya bırakıldığını görüyoruz.
Bu yöntemin değişmesi şarttır. Türkiye koşullarında adeta en büyük “toplu sözleşme” konusu olan asgari ücret, emek ile sermaye arasındaki bir pazarlıkla, grev hakkını da içerecek bir toplu sözleşme süreciyle saptanmalıdır. İşçi tarafının bu süreçteki talepleri, işyerlerinde oluşturulacak İşçi Kurulları tarafından şekillendirilmelidir. Bu kurulların oluşturulmasına dönük çaba bile sınıf hareketini ileri taşıyacak bir dinamiğin şekillenmesi anlamına geliyor. Dahası her yıl toplu sözleşmeyle saptanacak asgari ücret düzeyinin, yıl içinde birkaç ayda bir gerçek enflasyon oranlarına göre (üstüne “refah payı” da eklenerek) güncellenmesi şarttır. Bu güncellenme süresinin ülkedeki enflasyonun gidişatı tarafından belirlenmesi gerektiği de açıktır. Biliyoruz ki sermaye sınıfı toplu sözleşmelerin süresini 2 yıldan 3 yıla çıkarmak için bastırıyor, o takdirde işçi hareketi de bu süreyi daha kısaltmak ve ara güncellemeleri daha da sıklaştırmak için çaba göstermelidir. Hele Türkiye gibi kronik yüksek enflasyon sorununun olduğu bir ülkede bu olmazsa olmazdır. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi, gerek enflasyon oranının gerek refah payına zemin teşkil eden büyüme oranının gerçeği yansıtır şekilde saptanıp açıklanması bile Türkiye’de ciddi bir sınıf mücadelesi konusu haline gelmiştir.
Adı gereği asgari yani en az, alt sınır olması gereken asgari ücret, Türkiye’de epey bir süredir asgari değil neredeyse ortalama ücret haline gelmiş durumdadır. Asgari değil, ortalama! Bu, asgari ücrete çalışanların sayısının çok fazla olmasının yanı sıra iki nedenden daha kaynaklanıyor.
Birincisi, yasadışı olarak asgarinin de altında ücret verilen azımsanmayacak bir kesim vardır. DİSK-AR’ın yayınladığı “Asgari Ücret Araştırması 2024” raporuna göre, asgari ücretin altında çalışan kişilerin oranı 2002 yılında yaklaşık %25 iken, bu oran 2024 yılında yüzde %34 seviyesine yükselmiş durumdadır. Yani açgözlü sermaye sınıfı asgari diye bir ücret tanımıyor! Kadın işçiler, yasadışı çalıştırılan çocuk işçiler, çırak stajyer vb. adlar altında çalıştırılanlar ve elbette ki göçmen işçiler bu emek yağmasının kurbanı durumundadırlar. Kayıt dışı olarak çalıştırılan göçmen işçiler, hiçbir hakka sahip değiller ve sırtlarından hayli büyük meblağlarda para kazanıyor kapitalistler. Bazı sanayi bölgeleri ve sektörlerde yoğun bir şekilde çalıştırılan ve hatta güney illerindeki bazı işyerlerinde çalışanların çoğunluğunu oluşturan kaçak göçmen işçilerden bahsediyoruz. Herkesin bildiği ama görmezden geldiği bir sır! Bakanlar, laf arasında, “onlara ihtiyaç var” şeklinde açıklama yapmaktan çekinmiyorlar. Sözde muhalif düzen partilerinden bu göçmen emeğinin korunmasına, onların yerli işçilerle eşit koşullarda çalışmasının sağlanmasına dönük bir tutum görmek mümkün değil, zira onların temsil ettiği burjuva kesimler de göçmen emeğinin yağmalanmasından nemalanıyorlar. Sendikalar da konuyu gündemde tutmak için ciddi bir çaba harcamıyorlar.
İkincisi, asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi, daha yüksek ücretlerin asgariye doğru düşmesinden de kaynaklanıyor. Asgari ücret, tanımı gereği alt sınırı oluşturduğundan, yükselişiyle diğer ücretleri de yükseltmesi, yukarıya doğru itmesi beklenir. Ama özellikle son yıllarda yaşanan bu değildir. Daha yüksek ücretlerdeki artış oranı çoğunlukla asgari ücretteki kadar olmamakta, dolayısıyla aradaki makas kapanmaktadır. Böylelikle asgari ücretin yalnızca bu ücret düzeyinde çalışanları değil tüm işçileri ilgilendirdiği gerçeği giderek daha görünür hale geliyor. Oysa sendika bürokratları kendi tabanlarına asgari ücretin de bu konudaki tartışmaların da onları ilgilendirmediğini söyleyegeldiler. Dahası bu bürokratlar bugün de içten içe asgari ücretin çok artmasını istemiyorlar. Zira asgari ücretteki her artış, bu bürokratların dertsiz başına dert açarak, sendikalı işçilerde kıpırdanışa, ek zam ve toplu sözleşmelerinin güncellenmesine dönük taleplere vb. yol açıyor. Bürokratların bu telkinleri yakın zamana kadar etkili olsa da artık mızrak çuvala sığmıyor. Zaten gerçek şu ki; ister asgari ücretin bir tık üstünde ister hayli üstünde bir ücret alsın her işçi için asgari ücret önemini korumaya devam ediyor, çünkü hem ücretlerde hem de sosyal haklarının belirlenmesinde asgari ücret taban ve temel alınıyor.
AKP 22 yıllık iktidarı boyunca ortalama ücretleri sürekli düşürerek Türkiye’yi bir asgari ücretliler ülkesi haline getirmiştir!Kayıtlı çalışan işçilerin %58’i[3], en çok, asgari ücretten beşte bir kadar fazla bir ücret alabiliyor. Oysa on yıl önce bu oran %30 civarındaydı ki o bile çok yüksek bir orandı. Örneğin Avrupa ülkelerinde asgari ücret düzeyinde çalışanların oranı en fazla %15, ortalamada ise hepi topu %4’tür! Aralığı biraz daha genişletip asgari ücretin 1,5 katından daha az bir para alanlara baktığımızda, her 3 işçiden 2’sinin durumunun bu olduğunu görüyoruz. Aylık net ücreti 2 asgari ücretten fazla olanların oranı sadece %18’dir.[4] Demek ki Türkiye’de zaten yaygın olan yoksulluk, son yıllarda muazzam bir sıçrama kaydetmiştir.
Daha yüksek ücretlerle asgari ücret arasındaki makas sürekli olarak kapanıyor. Yüksek öğrenim görmüş işgücü için de durum farklı değildir. 22-24 yaşındaki üniversite mezunlarının ortalama ücretleri, asgari ücretin 1,14 katı kadardır, yani sadece yedide biri kadar fazla! Bu nedenle de, asgari ücrete yapılan her zamdan sonra, birçok sektörde, öncesinde onun üstünde ücret alan çalışanların ciddi bir bölümü yeni asgari ücretin altında kalmış oluyorlar. Bu durumlarda yapılan artışlar asgari ücretteki artış oranı kadar değil de bir önceki farkın korunmasına yönelik bir miktar artışı oluyor çoğunlukla. Burada bir parantez açarak belirtelim ki; kimi burjuva yorumcuların orta sınıf yok oluyor şeklinde yorumladığı bu durum, gerçekte işçi sınıfının önemli bir kesimini oluşturan “okumuş” beyaz yakalıların gerçek sınıfsal pozisyonlarının belirginleşmesi, sınıfın muhtelif kesimleri arasındaki farklılıkların azalması anlamına geliyor. Yani sınıf atlamaya dönük boş hayaller, sınıfın geneliyle birleşme gerçekliği altında eziliyor. Aldıkları yüksek eğitim nedeniyle kendilerini ayrıcalıklı olarak gören, masa başı ya da bürolarda, plazalarda vb. çalışmakla övünen çok sayıda genç ve çiçeği burnunda “meslek sahibi”, birçok fabrikada sendikalı olarak çalışan “amelelerin” kendilerinden daha fazla bir ücret aldıklarını duyduklarında büyük bir şaşkınlık geçiriyorlar. Son yıllarda bu durumdan hareketle kendi nesnel/sınıfsal konumunun farkına varıp kolektif bir mücadele arayışına giren, sendikalaşma çabası gösteren kesimlerin ortaya çıkması ise elbette çok sevindiricidir.
Sonuç olarak, işçi sınıfının tamamında giderek derinleşen bir yoksullaşma, bunu telafi etme çabasıyla artan fazla mesailer, aşırı çalışma içerisinde bitap düşme ve dağ gibi büyüyen borçlanma sözkonusudur. Buna çocukların ve eğitim çağındaki gençlerin ev bütçesine katkı için çalıştırılmalarını da eklemek gerekir.
Dediğimiz gibi, asgari ücret bu denli yaygın ve önemli hale gelmişken, onun belirlenme yöntemi çok büyük önem taşıyor. Ama sendikaların çoğu bu hususu öne çıkartıp, gerçek ve kıran kırana bir ücret pazarlığına girişmektense, medyatik açıklamalar yapmayı tercih ediyorlar. Asgari ücret şu kadar mı, bu kadar mı olsun şeklinde bir söz yarışına girişiyorlar. Yani hepsi de, “devlet baba”dan kendilerine daha büyük bir lütuf ihsan etmesi için ricacılık yapıyorlar.Devletçi zihniyet o denli kökleşmiştir ki, örneğin pandemi döneminde, patronların ödemesi gereken ücretler aslında İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanırken devlet bunu kendisi ödüyormuş gibi göstermiş ve bu çarpıtmaya karşı çıkılmamıştır.
Bu noktada, sınıfından yana olan sendikacılarla sosyalistlerin, “asgari ücret şu kadar lira olsun”la yetinen söylemi terk edip onu grev hakkını da içeren bir toplu sözleşme konusu haline getirmek için çabalamaları büyük önem taşıyor.
Son olarak şunu da belirtmeden geçmeyelim; günümüzde asgari ücrete dair tartışmalar ve kampanyalar, aslında hem sendikal hareketin hem de sosyalist hareketin ne denli gerilere savrulduğunun örnekleriyle doludur. Gerileme, alabildiğine düşük beklentiler, hiçbir çatışmaya girmeden yenilgiyi baştan kabullenme tutumu almış başını gitmektedir. Asgari ücret için bir fiyat önerirken dahi sendikalar bıraktık yoksulluk sınırını, açlık sınırını baz alarak bir rakam açıklamanın ötesine geçemiyorlar. Ülkede çalışan işçilerin yarısından fazlasının aldığı ücret düzeyini açlık sınırına göre belirlemek, daha baştan ücretlileri açlığın bir tık üstüne mahkûm etmek anlamına geliyor. Çalışanlara aç kalmamaktan daha fazlasını reva görmeyen burjuvazinin ideolojik hegemonyası burada da kendini gösteriyor.
Bu ideolojik hegemonya, o denli belirleyici hale gelmiştir ki, mücadeleci olduğu iddiasındaki sendikacılar (ve hatta kimi sosyalistler) bile burjuva ideolojisinin dar kalıplarıyla düşünür ve konuşur durumdadırlar. Örneğin DİSK Başkanı, asgari ücretin bir kişiyi yoksulluk sınırının üstüne taşıması gerektiği düşüncesinden çoktan vazgeçmiştir ki, “asgari ücret belirlenirken bir evde iki kişinin çalışması halinde o eve yoksulluk sınırının üstünde gelir girmesi güvence altına alınmalıdır” diyor. Yani “devrimci ve sosyalist” olduğu iddiasındaki bir sendika lideri, genç işçilere geçinebilmek için ya evli olmayı ya da ana-babasıyla birlikte yaşamayı dayatan bir anlayışla konuşmaktan beis duymuyor.
Diğer taraftan aynı sendikalar (hatta daha da çarpıcı olanı, kimi sosyalistler), “insanca yaşanacak asgari ücret” başlığıyla kampanyalar yürütüyorlar! Asgari ücretle insanca yaşanabilecekse, fazlasıyla varın artık siz düşünün nasıl yaşanacağını! İdeolojik gerilemenin tipik bir örneğidir bu! Geçmişte DİSK’in mitinglerinde “kahrolsun ücretli kölelik düzeni” sloganı atılırdı; belli ki bugün “ücretli kölelik düzeni”nde yeterli bir ücretle insanca yaşamanın mümkün olduğu düşünülmektedir! Oysa 70’li yıllarda DİSK’in eğitim kitaplarında, kapitalizmde ücret düzeyi ne olursa olsun sömürünün devam edeceği, sömürü olduğu sürece de insanca yaşam diye bir şeyin olamayacağı, insanca yaşam için ücretli emek sisteminin ortadan kaldırılması, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumun inşa edilmesi gerektiği anlatılıyordu!
Nereden nereye! Burjuvazinin bu ideolojik hegemonyası en azından mücadeleci sendikacılar nezdinde kırılmadığı ve sosyalist saflardan temizlenmediği sürece, işçi hareketinin gelişimi mümkün olmayacaktır.
[1] Dünya Sefalet Endeksi bir ülkedeki enflasyon, işsizlik ve banka kredi faiz oranlarının toplanarak ekonomik büyüme oranından çıkarılmasıyla elde ediliyor.
[2] Olumlu bir örnek olarak UİD-DER’in asgari ücretle ilgili kampanyalarını sayabiliriz: https://uidder.org/node/36858
[3] Özel sektörde bu oran %70’i bulmuş durumda!
[4] Veriler için bak: Demet Yalçın, Rejimin Emek Yağması ve Sonuçları, 11/3/2024, https://marksist.net/node/8212
link: Oktay Baran, Asgari Ücretle Sefalete Mahkûmiyet, 28 Temmuz 2024, https://marksist.net/node/8323
Gençler Enerjilerini Nereye Akıtmalılar?
Orman Yangınları ve İktidarın Rant Politikaları