14-28 Mayıs seçimleri sonrasında iktidar, toplumu sindirmek üzere baskıyı arttırarak çeşitli muhalefet unsurlarını bertaraf etmeye yönelirken, emekçi kitleleri hedef alan ekonomik saldırıları da hızlandırdı. Seçim sürecinden hüsran duygusuyla çıkan muhalif kesimler de bu atmosfer içinde kızgınlık, öfke, yılgınlık, demoralizasyon, ilgisizleşme gibi ruh halleri arasında gidip gelir oldular. Rejimin emekçi kitleleri vuran ekonomik saldırı hamleleri geldikçe, bu muhalif kesimlerin önemlice bir bölümünde, rejim ittifakına oy veren yoksul emekçi kitlelere dönük öfke ve alaycı tavırlar da yükseliyor. Klişe halini almaya başlayan bir “oh olsun” hali bu kesimleri sarmış durumda.
Bu kesimler Erdoğan liderliğindeki iktidardan kurtulmak için, seçim sürecinde CHP’ye umut bağladıklarından şimdi CHP’ye ya da onun yönetimine de öfke kusuyorlar. Bunlar seçimler öncesinde yoksul emekçi kitlelerin genel ekonomik durumundaki kötüleşmenin yol açtığı hoşnutsuzluğun oy davranışlarını otomatik olarak değiştireceğini düşünüyorlardı. Kuşkusuz bir hoşnutsuzluk vardı ve bunun bir sonucu olarak milletvekili seçimlerinde AKP’nin oylarında gözle görülür bir düşüş de oldu. Ama ne bu düşüş rejimi sarsacak bir nitelik kazandı ne de hoşnutsuzluk kendi başına aktif bir bilinç durumu doğurabildi. Bu kitlelerin azımsanmayacak bir bölümü Erdoğan’a oy vermeyi sürdürürken milletvekilliklerinde de rejim blokunun çeperleri dışına çıkmadılar. AKP’nin ve Kemalist güçlerin yıllar içinde karşılıklı olarak körükledikleri kültürel-ideolojik kutuplaşmanın kalıpları esasen varlığını sürdürdü.
Tabii seçim değerlendirmemizde yer alan temel bir noktayı hatırlatmamız gerekiyor. “Bu seçimlerin gerçek anlamda seçimler olmadığına şüphe yoktur. Rejim kendi kontrolünde kendisine çalışan bir düzenek kurmuş ve istediği sonucu elde etmiştir. Bu bağlamda yapılan baskı, hile ve usulsüzlüklerin haddi hesabı yoktur. Sandıklara atılan hakiki oyların toplamda gerçekten hangi sayıları verdiğini belki hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Her halükârda Erdoğan’ın ve rejim güçlerinin gösterilenden daha az hakiki oyu olduğu tartışmasızdır.” Ancak, “gerçek oy sayılarından bağımsız olarak, rejimin tüm ekonomik tahribata, deprem yıkımına, yarattığı derin eşitsizlik ve adaletsizliğe rağmen emekçi kitlelerin önemli bir bölümünü kendi kontrolünde tutmayı başardığı ortadadır. Bu kitlelerin genel olarak hallerinden hoşnut oldukları söylenemez. (…) Söz konusu kitlelerin önemlice bir bölümü hoşnutsuzluklarına rağmen Erdoğan’ı yeğlemişlerdir. Faşist rejim özellikle din istismarı, şoven milliyetçilik ve «terör» korkusu üzerinden, çeşitli yol ve yöntemlerle bu kesimlerin gözünü korkutmayı ve onları farklı biçimlerdeki rüşvetlerle bağlı tutmayı başarmıştır.”[1]
Seçimle birlikte rejimin etkisi altındaki geniş emekçi kitlelerin genel ve kalıcı olmayan bir hava yaratılarak kolayca bu etkiden çıkarılamayacağı ortaya çıkmış oldu. Bir yönüyle aynı anlama gelmek üzere, muhalif seçmen kitlesinin umulduğu denli güçlü bir ağırlık ve etki sahibi olmadığı da görüldü. Zaten seçim sonrası öfkenin derindeki sebeplerinden birini de bu nokta oluşturuyor.
Bu hususlar sosyalist solu da yakından ilgilendiren hususlardır kuşkusuz. Zaten sosyalist soldaki tüm çevreler de seçim sonrasında çeşitli değerlendirmeler yapmış bulunuyor. Ancak solda yapılan değerlendirmelerin bir bölümü sorunların doğru tespit edilmesi bakımından gerçeklerin çok uzağına düşen değerlendirmeler olurken, bir bölümü kimi sorunların dile getirildiği, ama bunlara gerçek çözümlerin sunulmadığı ya da doğru sözler söylense de bunların uygulamasından uzak düşüldüğü bir manzara arz ediyor.
Gerçeklikten kopukluğuyla dikkat çeken değerlendirmelerin özünde seçimlerde Erdoğan karşıtı cephenin tahayyül edilen büyüklüğüne ya da özgül ağırlığına yüklenen abartılı anlam yatmaktadır. Bu yaklaşım sadece seçim sonrası değerlendirmelerde değil, öncesinde anketlerden vs. zaten az çok görünür hale gelen bölünmüşlük üzerinden yapılan değerlendirmelerde de görünüyordu doğrusu. Örneğin kimi sosyalistler AKP’ye oy veren kitleleri etkilemeye çalışmaktan vazgeçilmesi gerektiğini seçim öncesinde de savunuyorlardı. Bunun altında yatan düşünce açıktan ya da zımnen bu kitlenin uzunca bir dönem için kaybedilmiş olarak görülmesi gerektiği düşüncesiydi. Asıl olan dinsel gericilik ve laiklik konusunda “doğru safta” olan yüzde 50’lik bölümdü! Somutta seçime dönük olarak da, rejim cephesinin nüfuzundaki emekçi kitleleri ikna çabasından vazgeçilerek, muhalif kitlenin dağınıklığının giderilmesine, sağlamlaştırılmasına odaklanılması, sağlanacak kuvvet yoğunlaşmasıyla diğer kitlenin üzerine yüklenilmesi, ağırlık etkisiyle söz konusu kitlenin oy davranışının değiştirilmeye bakılması gerektiği savunuldu.
Erdoğan karşıtı kitlenin önemli bölümü için temel meselenin ücretler, geçim şartları, hayat pahalılığı, parasız sağlık, parasız eğitim, sosyal güvenlik türünden temel sınıf gerçekleriyle belirlenen konular olmayıp büyük oranda seküler yaşam tarzının gerekleriyle belirlenen değerler olduğu bir sır değil. Bu kitleye damgasını basan, onun asıl öne çıkan kesimi, görece eğitimli ve daha yüksek gelirli beyaz yakalılardan oluşuyor. Seçim sonrasında yoksul emekçileri kavuran zam sağanağı karşısında “oh olsun” tutumunun taşıyıcısı olan kesimler tam da bu kesimlerdir. “Doğru” ekonomik politikalardan yana olan bu kesimler rejim seçim öncesinde tabandan gelen baskıya yenik düşüp nihayet EYT düzenlemesini yaptığında, yine en çok itiraz edenler arasında oldular. CHP seçmeni içinde de sosyal medyada da sesi en çok çıkan ve en çok etki yapan bu kesimdir. Ve bunlar kendilerini genellikle solcu veya ilerici, demokrat olarak görüyorlar. Fakat bu kesimlerin önemli bir bölümü aynı zamanda milliyetçilik, devletçilik, Kürt ve Arap düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, yaratılan “FETÖ” umacısından nefret gibi rejimin de temel ideolojik-politik dayanakları arasında yer alan tavırlar konusunda Erdoğan’a ve iktidara pek ters bir konumda değiller.
Sanayi işçilerinin, işçi sınıfının en yoksul ve güvencesiz tabakalarının önemli bir kısmı iktidar cephesinin kontrolünde kalırken, küçük-burjuva sosyalistler, tıpkı CHP gibi esas olarak beyaz yakalı denebilecek, daha eğitimli ve yüksek gelirli katmanları kendilerine referans aldılar. Bu dışsal bir ilişki olmayıp varoluşunu aynı habitatta sürdürmekten gelen bir sonuçtur. İşçi sınıfının söz konusu kesimleri ise hem CHP’nin hem de söz konusu sosyalistlerin ilgi alanlarının dışında kaldı.
Erdoğan karşıtı oy kullanan kitlelere büyük anlamlar yüklenince elbette seçim sonrası duruma dair değerlendirmelerin de, bu yüzde 50’den beklentilerin de gerçeklikten dramatik ölçüde sapması şaşırtıcı olmuyor. Bu nedenle, seçim sonucu, rejimin niteliği ve işçi sınıfının örgütsüzlüğü ortada olduğu halde yeni bir hareketli mücadele döneminin açıldığı yönünde tespitler yapanlar bile oldu. Tespitler bir yandan Erdoğan’a karşı durmuş kitlenin büyüklüğüne, bir yandan da ekonomik sorunların artarak devam etmesine dayandırılıyordu. Emekçi kitlelerin uzun süredir yaşadığı geçim sıkıntılarının seçim sonrasında da devam edeceği, hatta artacağı elbette genel bir öngörüydü. Nitekim dur durak bilmeyen zam yağmurlarıyla ilerleyen seçim sonrası günler bunu tartışmasız biçimde doğrulamaktadır. Diğer yandan Erdoğan’a oy vermiş yoksul emekçilerde de hoşnutsuzluk var. Ancak faşist rejim altında olsa da nispi bir hareket alanı ve politizasyonun olduğu, hatta sandık yoluyla iktidarın alaşağı edilebileceği hayallerinin yükseldiği seçim sürecinde bile bu hoşnutsuzluk aktif bir eylem halini alamadı. Nerede kaldı seçim sürecinin rejim zaferiyle sonuçlanmasını takip eden aşamada hoşnutsuzluğun isyana dönüşmesi...
Bu tür değerlendirmeleri yapanlar nasıl bir rejim altında olduğumuzu, rejimin seçim sürecinden zaferle, muhaliflerin de büyük oranda yenilgi hissi ve moral bozukluğuyla çıktığını görmek istemiyorlar anlaşılan. Muhalif duygular taşıyan kitlenin önemlice bölümü seçim sonrasında bu yenilgi ruh hali içinde genel bir kayıtsızlaşma da yaşıyor. Kendilerini üstün hissetmiş, çok çaba harcamış ve buna rağmen bir kez daha yenilgiye uğramış, hatta ihanete uğramış olarak hissediyor. Tüm bu gerçekler dikkate alındığında mücadelede yeni bir yükseliş döneminin açılmakta olduğuna dair değerlendirmelerin hayalciliği daha belirgin bir hâl alıyor. Gerçeklerden kopmanın böylesi uç örneklerinin sosyalistler arasında olması üzüntü vericidir. Seçilmiş milletvekilinin bile açık anayasa ihlaliyle hapisten çıkarılmadığı ve buna karşı etkili eylemler yapılamadığı bir ortamdayız. Ya da geniş emekçi yığınların gündelik hayatında büyük bir yer tuttuğu halde, tahammül sınırlarını zorlayan fahiş zamlar karşısında ülke genelinde hâlâ etkili protestoların, eylemlerin yapılamamış olmasını da örnek olarak verebiliriz. Bunlar emekçi kitlelerin mücadelesi açısından bir yükseliş döneminin belirtileri olmasa gerek! Faşizm kendisini hafife alanların başlarını duvara çarptırdığı halde, ders almayıp hâlâ kısa vadede yükseliş beklentisi içindekiler kendilerini gülünç duruma düşürmüş oluyorlar.
Soldaki değerlendirmelerin önemli bir başka bölümü ise genel durumun olumsuz niteliğini doğru tespit ediyor gibi görünüyor. Şöyle ki, değerlendirme yapanlar solun işçi sınıfından kopmuş olduğunu, asıl sorunun burada yattığını ve bunun değişmesi gerektiğini itiraf ediyorlar. Söz konusu değerlendirmeleri yapanlar rejimle başarılı bir mücadele için ve seçimlerde yaşanan durumun da değişebilmesi için “işçi sınıfına gidilmeli”, “sınıfın içinde olunmalı” diyorlar bu seçim sonrası değerlendirmelerinde. Bunlar hiç kuşkusuz doğru yönde değerlendirmelerdir, ancak bunların gereğinin yapılması yani pratiğe geçmesi konusunda lafa değil icraata bakmak lazım geldiği açıktır. Nitekim küçük-burjuva sosyalist çevreler Türkiye’de sosyalist mücadelenin yükselmesi için onyıllardır çeşitli tespitler yapıp çözüm yolları ve projeler ortaya koydular, bunları uygulamaya da geçirdiler. Kadın sorununa yeterli önemi vermemekten, çevre sorununa duyarsızlıktan, dükkâncılık yapıp birlik oluşturmamaktan tutun fazla sıkı örgütlülüğe kadar sayısız tespitler gündem oluşturdu. Bu tespitlerin gereğinin yapıldığı da söylenebilir, kadın sorunu, çevre sorunu gibi başlıklar fazlasıyla öne çıkarıldı, dahası çok farklı geleneklerden gelen onlarca parti ve çevre birleşerek birleşik parti de kurdu. Ama bırakın solun genel durumunda bir düzelmeyi ya da ilerlemeyi, eskisinden bile kötüye gidildi. Böylece sorun diye formüle edilen şeylerin hiçbirinin kilit sorun olmadığı ortaya çıktı.
Bir acı gerçek olarak Türkiye’de sosyalist hareketin büyük bölümü ne yazık ki küçük-burjuva niteliktedir ve bu sol işçi-emekçi kitlelerden neredeyse tümüyle kopmuş durumdadır. Eskiden yine küçük-burjuva nitelikte olmasına rağmen söz konusu sosyalist çevreler kitle bağlarına sahiplerdi. Ama yıllar içinde küçük-burjuvalık şekil değiştirerek sürmüş kitle bağları ise sönüp gitmiştir. Bu çevreler zamanla beyaz yakalı duyarlılıkların hâkim olduğu kent mekânlarında sosyal aktivizm çevreleri haline gelmişlerdir büyük ölçüde. Bir yanda çeşitli türden kimlik siyasetlerine kayanlar olduğu gibi, bir yanda da sol sosa bulanmış bir Kemalizmin bayraktarlığına soyunanlar olmuştur. İlk kategoridekilerin büyük bölümü aynı zamanda bağımsız varlıklarını neredeyse tümüyle terk ederek Kürt ulusal hareketinin şemsiyesi altına girmişlerdir.
Gerçek sorun Elif Çağlı’nın ifade ettiği gibi sınıftan kopuk devrimcilik anlayışıdır: “Gerçekler ortadadır. Günümüz Türkiye’sinde çeşitli örnekler temelinde kendini belli eden sınıftan kopuk devrimcilik anlayışının yarattığı tahribat büyüktür. Bu devrimcilik «eylem» adına devrimci teoriye burun kıvırır, sınıf içinde sabırlı ve planlı bir örgütsel çalışmaya gelemez. Dolayısıyla bu tür siyasi çevrelerin sınıf hareketini ilerletici taktikler üretebilmeleri ve sınıf temelinde devrimci bir kitle çalışması yürütebilmeleri mümkün değildir. Siyasi mücadelenin ve kitle çalışmasının genel mantığını ve tarzını son tahlilde küçük-burjuva devrimciliğinin oluşturduğu yapıların, devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği tipten bir parti örgütlenmesini yaratamayacağı açıktır.”[2]
Türkiye sosyalist hareketinin ağırlıklı bölümünün küçük-burjuva karakterinin elbette köklü tarihsel nedenleri var. Konumuzun sınırları gereği bu tarihsel köklere giremiyoruz. Bu konuda referans niteliğinde bir çalışma için okuyucular Mehmet Sinan’ın sitemizdeki “Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk” adlı yazısına bakabilirler.[3] Mehmet Sinan yazısında konuyu örneklerle ele alarak, Türkiye sosyalist hareketinin kuruluş döneminden itibaren bugünlere nasıl gelindiğini, bugün özeleştiri yapar görünümdeki solun bu durumunun tarihsel olarak nasıl şekillendiğini aydınlatıyor.
Doğru bir ideolojik temele sahip olmak her ne kadar önemliyse de tartıştığımız meselenin özü gerçekten de işçi-emekçi kitlelerin bağrında örgütlenmek, onların bir parçası olmaktır. Bunun sosyalist bir mücadelenin temel gerekliliği olduğuna en küçük şüphe olamaz. Bunun önemi öylesine büyüktür ki bir yönüyle bakıldığında söz gelimi CHP’nin seçim sürecinde sergilediği beceriksizlik ve iflas halinin bile açıklamasını içermektedir. Elbette CHP bir burjuva partisidir. Ama sosyal demokrat olma iddiasındaki bir burjuva partisidir. Tarihsel olarak baktığımızda sosyal demokrat partiler işçi sınıfının bağrından çıkmış ve orada kökleşmişlerdir. Sonrasındaki ihanetleri ve sınıf çizgilerinin dışına geçişleri ayrı bir konudur. Burjuva partiler için bile işçi emekçi kitleler içinde örgütlü olmanın önemi bu seçimler vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. CHP işçi-emekçi yoksul kitleler içinde o denli örgütsüzdür ki yeterli sandık örgütlenmesini bile yapamamaktadır. Sonradan ortaya çıkmıştır ki CHP, görevlileri olmadığı için ilk turda sandıkların en az yüzde otuzundan, ikinci turda ise yüzde onundan veri alamamıştır. Son seçimde ve aslında önceki son 10 yılın seçimlerinde bu nokta çok önemli bir belirleyen olmuştur. Başta AKP’nin örgütlülüğü olmak üzere genel olarak rejim tam da bu alandaki gücü sayesinde seçim sürecinde daha açık bir darbe görünümü taşıyacak B planını uygulamaya bile gerek görmemiştir. CHP ve muhalefetle adeta oyun oynamış, ilk turda kıl payı yüzde 50 barajını geçememiş gibi yapmış ve ikinci turda öldürücü darbeyi indirmiştir.
O halde dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Küçük-burjuvalık, işçi-emekçi kitlelerden kopukluk hemen her noktada bir çıkışsızlık, çözümsüzlük durumu doğuruyor. Bu durum biteviye bir kısır döngü halini alıyor. Dirençli bir kitle örgütlülüğü ve mücadelesinin yokluğunda faşist rejim de elini rahat hissedebiliyor. Tüm emekçilerin canını yakan fahiş zamlar ve çığırından çıkan hayat pahalılığı karşısında yerin göğün inletilmesi gerekirken şikâyetlenme ve homurdanmanın ötesinde dişe dokunur bir tepki ortaya konamıyor. AKP’ye ve diğer rejim bloku partilerine oy veren işçi-emekçi kitleler içinde doğru bir perspektifle ve kalıcı çalışma yapmak, o işçileri sınıf mücadelesi içerisinde kazanıp dönüştürmek zorlu ama elzem bir görevdir. Bundan kaçınırsanız, bunun gereklerinden uzak durursanız, o zorlu sahada tırnakla kazıyarak kök salmazsanız oralar AKP’nin, tarikatların, dini vakıfların vb. cirit alanı olmayı sürdürür. Ve o kitleler ağır geçim sorunları yaşasalar ve hoşnutsuz olsalar bile hâlâ ciddi ölçüde o örgütlü bağlarına sadık kalmaya devam ederler.
İşçi sınıfı sosyalistleri açısından bakıldığında güvenle şunu söyleyebiliriz: Gün sınıf devrimciliğinin değişmez görevlerine daha da asılmanın günüdür. Bu doğrultuda, ikinci tur seçimin ardından yaptığımız ve yukarıdaki hususları da içeren değerlendirmelerin geçerliliğini koruduğunu hatırlatarak sonlandıralım. “Türkiye’de burjuvazinin her iki kesiminin de körüklediği yapay kutuplaştırma politikasının, AKP iktidarı ve devamındaki faşist rejim tarafından azdırılıp körüklendiğini biliyoruz. Bu bölünme esasen kültürel-ideolojik karakterlidir. Dibinde kır-kent, taşra-metropol, eğitimli-eğitimsiz ayrımlarının yer aldığı bu bölünmüşlük, AKP’nin dört bir yana kök salmış örgütlü ağları sayesinde ayakta tutulmaktadır. Tarikatlar, cemaatler, vakıflar, din esaslı kurs ve okullar, muhtaçlaştırma esasına dayanan sözde sosyal dayanışma ağları ile örülü bu alan, «gerçeklerin» yukarıdan sunulduğu teşhir ve propaganda ile kırılamaz. Burjuvazinin bir kesiminin ya da «orta sınıfların» din teşhiri, laiklik, modernlik propagandası burada sökmez. Dahası bu kesimlerin ağzından çıktığı ölçüde yolsuzluk, hayat pahalılığı propagandası da pek işe yaramaz. Sınıf kimliğini esas alan dişli bir örgütlenme çabasıyla bu alanlar tırnakla sökülüp kazanılmalıdır. Özellikle sanayi havzalarında bu çalışmanın yapılması hayati önemdedir. Böylesi bir çalışma emekçilerin milliyetçilik zehrinden arınması için de şarttır.”[4]
[1] Marksist Tutum, Seçimin Ortaya Koyduğu Temel Gerçekler, 31 Mayıs 2023, marksist.net/node/7986
[2] Elif Çağlı, Sen Yolunda Yürü!, 28 Haziran 2009, marksist.net/node/2158
[3] Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk!, 28 Temmuz 2009, marksist.net/node/2185
[4] Marksist Tutum, Seçimin Ortaya Koyduğu Temel Gerçekler
link: Levent Toprak, Rejime Karşı Mücadelede Sınıf Perspektifi , 14 Ağustos 2023, https://marksist.net/node/8041
“Hizmet” Diye Diye Mağduriyeti Arttırdılar
Bir Üzüm Asmasının Altında