ABD’de Bush döneminin kapanıp Obama döneminin açılmasıyla birlikte, kitleleri kandırmaya yönelik bir büyük oyun sahnelenmeye başlandı. Güya bugün yaşanmakta olan sıkıntılı günlerin ardından kapitalizm feraha çıkacak ve dünyaya bir barış ve iyileşme dönemi gelecekmiş! Böylece derin bir kriz içinde kıvranan kapitalizmin yarattığı ve daha da yaratacağı belâlar gözlerden gizlenmeye ve artık tam bir yalan imparatorluğuna dönüşmüş bulunan sistemin bekası sağlanmaya çalışılmaktadır. Dünyanın işçi emekçi kitleleri aslında sopa ile bastırılıp sindirilmek istenirken onlara sanki havuç sallarmış gibi yapmak, Obama başkanlığındaki kapitalist sistemin güncel taktiği haline gelmiştir.
Bu taktik kitlelere, Obama’nın başkanlığı ile birlikte dünyanın artık yeni bir döneme girdiği propagandası eşliğinde dayatılıyor. İşin gerçeğini bilenler, aslında hiç de yeni bir döneme girilmediğinin ve kapitalizmin sistem krizinin zamanla daha da şiddetlenerek süreceğinin çok iyi farkındalar. Fakat bu gerçeklere rağmen, dünyanın bütün ülkelerinde sağlı sollu tüm burjuva partilerin ve tüm düzen güçlerinin, kapitalizmin çıkarları açısından kitleleri şu ya da bu yalanlarla oyalamaya çalışacakları açıktır.
Bu durum, gerçekte nasıl bir tarihsel dönemden geçildiği konusundaki doğru ve devrimci yanıtların önemini misliyle arttırıyor. Ama kuşkusuz asıl gerekli olan, dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirmek üzere tutarlı ve sebatlı bir devrimci mücadele yürütebilmektir. Günümüzün temel sorunu budur. Ve bu sorun örgütlü mücadelenin önemini bir kez daha ortaya koyduğu gibi, örgütsel konularda isabetli ve net bir sınıf çizgisinin izlenmesi gereğini de yakıcı biçimde devrimcilerin önüne koymuş bulunuyor!
Kapitalist dünyanın gerçekleri
Dünyayı işçi-emekçi kitlelerin çıkarları doğrultusunda devrimci tarzda değiştirebilmek için, öncelikle somut koşulları Marksizm temelinde kapsamlı biçimde kavramak gerekiyor. Bu nedenle pek çok yazımızda, kapitalizmin derin krizinin ve bu krizin ürünü olan çeşitli sorunların üzerinde durmaya çalışıyoruz. Aslında bugünü kavrama çabamız, gelişmekte olan sistem krizinin işaretlerini çözümlediğimiz bir tarihsel dönemece doğru gerilere uzanıyor.
Henüz daha Gorbaçov’un “Sovyetler Birliği” ayakta iken kaleme aldığımız bir çalışmanın girişinde, açılmakta olan süreci ve bu sürecin çatışmalı ve patlamalı karakterini şu şekilde ortaya koymuştuk: “Kapitalist blok ile sözümona sosyalist blok arasında II. Dünya Savaşının uzantısı olarak yaşanan soğuk savaş dönemi sona eriyor… Büyük altüstlüklere ve değişimlere gebe her tarihsel dönemeçte olduğu gibi, yaşadığımız bu tarihsel dönemeçte de, uzun yıllardan beri birikmiş ve derinleşmiş çelişkilerin şiddetli bunalımlarla dışa vurduğuna ve etkilerinin dünya ölçeğinde yaşandığına tanık olmaktayız ve daha da olacağız”. (Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.)
Aradan geçen yıllar bu ve benzeri çözümlemeleri doğrularken, tam tersi yönde görüşlerle siyasi çizgi oluşturmaya çalışanları yalanladı. Hatırlanacaktır, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü dönemlerden başlayarak yükseltilen burjuva propagandalara, sosyalizmin artık tarihe karıştığı ve kapitalizmin bundan böyle bunalımsız ve barışçı bir küreselleşme dönemine girdiği şeklindeki argümanlar eşlik ediyordu. Aslında bu argümanlar, dönemin koşulları nedeniyle bir hayli rağbet gören ama özünde egemen sınıf ideolojisinin ardından sürüklenmekten başka bir “meziyete” sahip bulunmayan bilumum dönek, oportünist ve reformist solculuğun alâmeti farikalarıydı.
Emperyalist-kapitalist sistemin özelliklerini kavrayamayan veya kavramak istemeyen tüm dar kafalılar ya da inkârcılar tam bir “barış” sarhoşluğuna sürüklenmişlerken, dünyanın çeşitli bölgelerini büyük güçler arasındaki hegemonya çekişmesinin ürünü olan sıcak savaşların alevleri sardı. Böylece, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte bir “soğuk savaş” döneminin kapandığı ve dünyada yeni bir dönemin açıldığı yolundaki görüş doğrulanmış oluyordu. Fakat açılan bu “yeni dönem” kapitalizm açısından hiç de küresel bir refah ya da barış dönemi değil, tam tersine bir sıcak savaş, ekonomik çöküntü ve siyasal istikrarsızlık dönemi olacaktı.
Günümüzde son derece aşikâr olan bir gerçeklik var. Kapitalist toplum pek çok emarenin ortaya koyduğu üzere büyük bir çıkmazla yüz yüze bulunuyor. Burjuvazinin “küresel ekonomi” diyerek o pek övündüğü ekonomik sistemi artık zayıf bir iç dinamiği ve giderek tarihsel bir tükenmişlik eğilimini gözler önüne seriyor. Kapitalist sistem uzun bir süredir içinden çıkılamayan ve bu nedenle de dünyanın tüm burjuva güçlerini aslında derinden derine tedirgin eden bir durgunluk içinde. Genel eğilim buyken, ara ara yaşanan sektörel canlanmalar geçici ve kısmi olgular olarak kalıyor. Bu tip yükselişlerin kapitalist sistemin bütünsel gidişatında anlamlı bir canlanma ve iyileşme yaratamadığı çok açık.
Dünya ölçeğinde yaşanan bu kriz, kapitalist üretim tarzının Marksizm tarafından açıklığa kavuşturulan temel işleyiş yasalarının ürünüdür. Örneğin uzun süredir en başta gelişkin kapitalist ülkeleri pençesine almış bulunan inatçı resesyon ya da ortalama kâr hadlerindeki tarihsel düşüş eğilimi bu yasaların somut yansımalarıdır. Keza kapitalist sistem artık ekonomik canlanmaların kısa, gerileme ve durgunluk dönemlerinin ise uzun sürdüğü tipten bir tarihsel gidişat sergilemektedir. Uzun yıllar boyunca ekonomiye canlılık aşılamak için başvurulan kredi ve kamu harcamaları sistemi aşınmış ve eski etkinliğini yitirmiştir.
Özetle geçmişte ekonomiyi iyileştirici faktörler olarak değerlendirilen mekanizmalar şimdilerde adeta yeni birer sorun kaynağına dönüşmüştür. Ve daha da önemlisi, kapitalizmin bunların yerine koyabileceği yeni iyileştirici mekanizmalar bulamamasıdır. Bu köhnemiş sistem bu saatten sonra önemli yenilikler ve atılımlar yaratma şansına sahip değildir. Esasen kapitalizmin emperyalist aşamasının tarihi, sistemin çok ciddi anlamda birikimli sorunlar ve büyük bunalımlar yaşadığı dönemlerde yeni bir canlanmanın ancak “önce yık-sonra yap” yöntemiyle sağlanabildiğini gözler önüne seriyor. Sadece bu “canlandırıcı” yöntemin niteliğini düşünmek bile, kapitalizmin kitlelerin çıkarları açısından ne denli mantıksız ve akıl dışı bir sistem olduğunu kavramaya yetecektir.
Geçmişte ortalama kâr oranlarında sistem düzeyinde çok ürkütücü düşüşler yaşandığında, anlamlı bir yükseliş, ancak dünya savaşı olarak adlandırılan yaygın emperyalist paylaşım savaşlarını takiben sağlanabilmişti. Bu savaşların üretici güçler ve insan yaşamında yarattığı tahribatlar korkunçtu. Bu bakımdan, kapitalizme özgü “yık-yap” yöntemiyle sağlanan bir ekonomik canlanma aslında tarihsel açıdan pozitif bir değer taşımıyor. Dolayısıyla bugün yine kapitalizm temelinde “yık-yap” yöntemiyle sağlanacak yeni bir ekonomik canlanmaya bel bağlamak ve üstelik de kitlelerin bunu olağan karşılamasına hizmet etmek şeytanın avukatlığına soyunmak demektir. Ayrıca bir fizik yasası kadar kesin olan bir başka gerçeklik daha var. Kapitalist sistemin her bir büyük bunalım dönemi bir öncekine oranla daha yıkıcı seyrediyor. Ve devrimci mücadelenin zaafları nedeniyle kapitalizme yaşama şansı tanınıp böyle bir dönemi atlatması sağlandığında, sistem yeni bir bunalım dönemini olgunlaştırmaya koyuluyor.
Bu yasa, bugün kapitalizmin yaşadığı üçüncü büyük krizin yaratacağı sonuçlar bakımından yeterince fikir vermektedir. Daha önceki sistem krizi döneminden kapitalist blokun tartışmasız hegemon gücü olarak çıkan ABD, şimdilerde giderek büyüyen ekonomik sorunlarla boğuşur haldedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünyada tek başına kalan bu süper gücün hegemon konumu eski dönemlere oranla ciddi sarsıntılar geçiriyor. Fakat yine de ABD, hâlâ ekonomik, politik ve askeri açılardan dünyanın en büyük gücü olmayı sürdürüyor.
Dünyanın Avrupa Birliği, Rusya, Çin veya Japonya gibi diğer büyük güç merkezleri ABD ile çok yönlü ekonomik ilişkiler içinde olsalar da, onun hegemonya tahtına şu ya da bu ölçüde göz dikmektedirler. Zaten kapitalizm büyük güçler arasında yaşanan kıyasıya bir rekabet olmadan varlığını sürdüremez. Bu nedenle bu tekelci rekabet ve bu sayılan emperyalist güçler arasında buradan kaynaklanan çatışmalar eksik olmayacaktır. Ama henüz hiçbir başka güç ABD’nin tahtını kapacak kudrete sahip değildir. Bu durum günümüzde yaşanmakta olan sistem krizinin derinliğini ve şiddetini büsbütün yoğunlaştıran bir faktördür. Zira ne kapitalist sistemin mevcut hegemonu yaşanan bunalımdan kendisini ve dolayısıyla peşi sıra da diğer ülkeleri rahatça kurtarma gücüne sahiptir; ne de ufukta bunu başarabilecek güçte yeni bir hegemon belirmiştir.
Bu somut koşullar nedeniyle ABD hegemon konumunu dünyaya esasen siyasi ve askeri oyunlar temelinde dayatmaya çalışıyor. Ve kaçınılmaz olarak da bu hamlelere yoğun bir ideolojik savaş eşlik ediyor. Bu ideolojik savaşın temel argümanlarının Bush döneminden Obama dönemine geçişte değişir gibi görünmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Pek çok düzeyde gerilim ve çatışma olasılıklarıyla dolu günümüz dünyasında kapitalist sistemin süper gücünün genel stratejisi değişmemiştir. Yapılmaya çalışılan, çeşitli yeniden paylaşım bölgelerinde halkların yaşamını tehdit eden bir savaş makinesine dönüşmüş olan ABD’nin imajını değişik gösterebilmekten ve bu amaçla makyaj tazelemekten ibarettir. Bu olgu, kapitalist sistemin içinde bulunduğu gerçek durumu da ele veriyor. Bugün özelde ABD’nin veya genelde kapitalist sistemin siyasal iklimde yumuşama yönünde bir değişim sağlayacak, örneğin sisteme karşı mücadele sinyalleri veren kitleleri havuç taktiğiyle yatıştırabilecek nefesi yoktur! O nedenle burjuva ideologları eliyle havuç verme taktiğine geçilecekmiş gibi yapılıyor; ama Obama döneminin “yeni” denilen uygulamalarının gerçek niteliğini ise “aba altından sopa gösterme” taktiği oluşturuyor.
İçinden çıkılamayan bunalım koşulları nedeniyle kapitalist devletler büyük sermayeye yardım için kolları sıvamış durumdadırlar. Bu devletlerin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik “kriz paketlerinde” ise temel tüketim maddelerine zamlar, kötüleşen iş koşulları, uzayan iş saatleri, düşen ücretler, sosyal haklarda yeni kesintiler, artan işsizlik ve büyüyen konut sorunu gibi maddeler yer alıyor. İşçi-emekçi kitlelere yönelik saldırıların yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmadığı ve onların en temel demokratik haklarına doğru uzandığı, kitleler üzerindeki baskıların artırıldığı açıktır. Kapitalist devletler ideolojik aygıtlarını geliştirip güçlendirmenin yanı sıra, çeşitli baskı aygıtlarını, silahlı vurucu güçlerini yeni araç ve yöntemlerle tahkim etmektedirler. Askeri harcamaların ve kuşkusuz savaş araç-gereçleri üretiminin tırmandırılması neticesinde dünyamız tam bir cephaneliğe dönüşmüştür. Diğer yandan o üretilen silahlar durduğu yerde durmamakta ve çeşitli yoksul halk kitlelerinin üzerine ölüm kusarak tüketilmektedir. Tüm dünyada militarizm inanılmaz bir hızla tırmanmaktadır.
Dünyanın hemen her yerinde burjuva düzendeki askerileşmeye ve gericileşmeye bir de egemenler eliyle tam gaz yükseltilmeye çalışılan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi olgular eklemleniyor. İşçi-emekçi kitlelerin bilinci sermaye düzeninin yaydığı milliyetçilik türünden zehirlerle köreltilip, onların ulusal ve enternasyonal düzeyde birleşik kitlesel mücadeleleri engellenmeye çalışılıyor. Kapitalist güçler global ölçekte yaşanan çok yönlü kriz koşulları nedeniyle kitlelere gelecek konusunda hiçbir olumlu beklenti aşılayamıyorlar. Bu sorun derinleştiği ölçüde burjuva düzen tüm ideolojik araçlarını, görsel ve yazılı medyayı seferber ederek yapay gündemler ve sahte düşman temaları yaratmaya hız vermektedir. Egemenler yaydıkları çeşitli korku motifleriyle toplumu paralize ediyor, kitlelerin düşünce kapasitesini köreltiyor ve onları uyuşturmak için mistisizmi ve hurafelere inanmayı körüklüyorlar.
Dünya ölçeğinde yaşanan bir başka gerçekliği ise, egemen kapitalist güçlerin yalnızca ekonomik açıdan değil siyasal açıdan da krizlerine kökten çözümler bulamamaları oluşturuyor. Bu bakımdan derinlemesine düşünülecek olursa, aslında tüm dünya bir politik istikrarsızlık arenasına dönüşmüş durumdadır. Burjuva siyaseti ve siyasetçileri kitlelerin gözünde itibar yitirmeyi sürdürüyor. Başına sağ ya da sol, liberal veya muhafazakâr vb. sıfatlarının eklendiği burjuva partilerin hükümet etmede yer değiştirmeleri, neticede hiçbir köklü değişime yol açmamaktadır. Zaten her bir genel seçim dönemini takip eden kısa bir süre içinde bu durum kitlesel düzeyde dillendirilmeye başlanıyor. Günümüzde çeşitli burjuva partilerinin programları arasındaki farklıklar azalmış ve hangisine neden sağ ya da hangisine neden sol parti vb. dendiğinin de giderek hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır.
Burjuva demokrasisinin işleyişi bakımından çeşitli kapitalist ülkeler arasında var olan kimi farklar da genel gericileşme lehine kapanıyor. Örneğin Türkiye gibi, tarihi boyunca despotizmin baskısı altında yaşamış, yakın tarihinde faşizmin yarattığı acılar içinde kıvranmış ve halen de askeri vesayet rejiminin çilelerini çeken bir ülkede Avrupa Birliği’ne katılım bir demokratikleşme umudu olarak karşılanırken, bizzat Avrupa ülkelerinde burjuva demokrasisinin sınırları daralıyor. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye üye olup olamayacağı ve böyle bir olasılığın demokratikleşmeye yol açıp açmayacağı bir yana, Avrupa Birliği’nin kendisinin kaderi belli değildir. İşte kısaca değinmeye çalıştığımız tüm bu olgular, sistemin katı gerçeklerinin üzerine Obama’nın başkanlık dönemiyle birlikte örtülmeye çalışılan iyimserlik şalının sahteliğini açığa vuruyor.
Sınıf çizgisi netleşmeli
Gerçekler böylesine batıcı biçimde ortadayken, burjuva ideolojisi eliyle bir kez daha kitlesel düzeyde bir körlük ve akıl tutulması dönemi yaratılmak istenmektedir. Burjuva ideologları ve onların dümen suyundan giden bilcümle akademisyenler, entelektüeller, sol liberaller vb. dünyada asıl şimdi küresel bir işleyiş dönemine girileceği ve bunun insanlara esenlik getireceği yalanını tedavüle sokuyorlar. Burjuva iktisatçıları, bugün yaşanan sıkıntıların aslında küresel işleyişe geçiş sıkıntıları olduğuna, nihayetinde bu sıkıntıların son bulup bir refah dönemine ulaşılacağına aptalca kanmamızı istiyorlar. Soğuk savaş döneminin tam anlamıyla ancak şimdi sona ermekte olduğu görüşü bu ideolojik güçler eliyle piyasaya sürülüyor. Ve böylece dünyada uzun süredir fiilen yaşanmakta olan sıcak savaş gerçeği hasıraltı ediliyor.
Açıktır ki, burjuvazi yalnızca baskı yöntemiyle egemenliğini sürdüremez ve kitleleri yatıştırıp yanına çekmeye de ihtiyacı vardır. Ne var ki günümüz koşullarında bunu sağlamak için onlara gerçek anlamda bir toplumsal iyileştirme aracı sunamadığından, “ideolojiden” ve “ideolojik bombardımanlardan” medet umuluyor. Bu nedenle bu oyunu bozmaya çalışan ve gerçek olguları çözümleyen devrimci Marksizm önümüzdeki süreçte burjuva ideologlar eliyle bir kez daha “çağdışı” ilan edilmek istenecektir. İşçi sınıfının devrimci misyonuna inanan ve dünyanın bu temelde değişmesi için çırpınanlara, yeni bir dalga eşliğinde ortaya çıkacak olan yeni dönekler ve tasfiyeciler marifetiyle bir kez daha “dinozorlar” damgası basılacaktır.
Elbette burjuvaziden ve burjuva düzen güçlerinden kendi iplerini kendi elleriyle çekmelerini ve kapitalist sistemi tehdit eden gerçekleri birer birer açıklamalarını bekleyemeyiz. O nedenle bilelim ki, burjuva ideolojik aygıtların ürettiği yalanların ardı arkası asla kesilmeyecek! Ancak daha da önemlisi, sisteme muhalifmiş gibi görünenlerin cephesinden yükseltilecek kafa karıştırıcı görüşler olacak. Bu bakımdan, örneğin liberal solun askeri vesayet rejimine karşı çıkan olumlu yönlerine fit olup onun kapitalizm yanlısı bir güç olduğunu unutmamak gerekiyor. Keza kitlelerin sisteme karşı devrimci atakları yükseldiğinde, reformizm ve oportünizm de tıpkı daha önceki tarihsel örneklerde olduğu gibi yine o uğursuz rolünü oynamak isteyecektir. Bunun yanı sıra, bir yandan devrimci görünüp diğer yandan bir türlü sınıf temeline oturamayan siyasal akım ve çevrelerin işçi sınıfının militan mücadelesine verdiği zararlar da göz ardı edilmemelidir.
İşçi sınıfının siyasal mücadelesinde büyük önem taşıyan birkaç hususu en başta vurgulamakta yarar var. Devrimci kavramı aslında tarih boyunca farklı sınıf çıkarlarına göre farklı anlamlar yüklendi. Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, küçük-burjuva devrimciliği ile proleter devrimciliğin gerek çeşitli siyasal tutumlar gerekse örgütlenme anlayışları bakımından birbirlerinden kalın çizgilerle ayrıldıkları kesin. Marksist tutum, bu tür ayrılıkların üzerinin örtülmemesini ve farklı sınıfsal konumlardan kaynaklanan farklı devrim ve örgüt anlayışlarının birbirine karıştırılmamasını şart koşuyor.
Günümüz dünyasının yakıcı gerçekleri karşısında ne yapılması, nasıl bir siyasi ve örgütsel çizgi izlenmesi gerektiği sorusuna, işte öncelikle bu temel kalkış noktasından hareketle yanıt aranmalı. Şurası çok açık ki, burjuva solun ya da liberal solun etkisi altında siyaset belirleyecek tüm çevreler, Obama’nın başkanlığı ile birlikte dünyada yeni ve olumlu bir dönemin açılmakta olduğu yalanının ardından sürüklenecekler. Devrimcilik proleter sınıf temelinden büsbütün uzaklaşıp küçük-burjuvalaştığı ölçüde, ideolojik ve örgütsel yaşamda tasfiyecilik eğilimi daha da güç kazanacak. Bunun bir neticesi olarak, zaten Marksizmi doğru dürüst içselleştirmemiş ve proleter devrimci sınıf çizgisi temelinde örgütlenmemiş tüm çevreleri dağınıklığın ve bulanıklığın egemen olacağı günler bekliyor.
Böyle sallantılı bir konumda olanlardan devrimci sınıf hareketine dün bir yarar gelmemişti, bugün de gelmeyecek. Tersine bu tür çevreler, kapitalist sistemin içinde bulunduğu koşulları ve buradan kaynaklanacak yeni sorunları Marksizmin ışığında kavramaya çalışan örgütlü sınıf güçlerine kulaklarını büsbütün tıkayacaklar. İşçi sınıfı içinde devrimci sınıf çizgisi temelinde örgütlenmeye çalışan güçlere yöneltilecek yersiz suçlamaların dozu önümüzdeki dönemde daha da yükseltilecek ve sataşmaların seviyesi daha da düşecek.
Sınıf içinde devrimci bir parti anlayışını egemen kılmaya çalışanlar, tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de Leninist parti anlayışını “modası geçmiş” bulanların korosuyla yüz yüze gelecekler. İşçi sınıfının devrimci örgütlülüğü bakımından henüz ortada güçlü bir temel yokken ve asıl yakıcı sorun buyken, devrimci örgüt inşası fikri bir kez daha temelsiz çatılar inşa etmeye meraklı unsurlar tarafından bulandırılmak istenecek. Tüm bunları tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Devrimci mücadele ve örgüt anlayışını olması gereken sınıf çizgisine oturtamamış, daha doğrusu oturtmayı hiçbir zaman dert edinmemiş çevrelerin nasıl bir yol izleyecekleri bellidir.
Üstelik bu sorun ulusal düzeyle sınırlı bir sorun da değildir. Fakat burada kısaca Türkiye’den örnekleyecek olursak, belirtmek gerekir ki, aslında devrimci denilen kümelerin pek çoğu dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfı içinde çalışma anlayışından uzaktır. Tarihsel bakımdan Türkiye’de devrimci hareketin zaten zayıf olan sınıf temeli, önce 12 Eylül faşizminin özeldeki ve ardı sıra dünya burjuvazisinin geneldeki saldırıları nedeniyle büsbütün zayıf hale gelmiştir. Sonuç olarak bugün sınıftan kopuk bir “devrimcilik” anlayışı günün en yakıcı sorunları arasındadır. Örnekse, son 1 Mayıs Taksim tartışmaları bağlamında pek çok “devrimci” çevrenin ancak kendilerini tatmine yönelik “zafer” nidaları yeterince ibret vericidir.
Bu düzeye gerilemiş bir “devrimcilik”, devrimci Marksizmin en temel ilkesinin, “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı” ilkesinin ayaklar altına alınmasının da açık ilanı oluyor. Sözün özü, Türk solu reformist denileninden devrimci denilenine, ezici çoğunluğuyla Marksizmden ne denli uzak olduğunu bir kez daha ortaya koymuş bulunuyor. Genel düzeyde gözlemlenebilecek bu tür zaafların yanı sıra, özelde sınıf içinde çalışma ve proleter devrimcilik iddiasında olanların büyük bir çoğunluğu da örgüt stratejisi açısından ne yazık ki henüz doğru ve anlamlı bir yol tutabilmiş değiller. Oysaki bugün işçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirebilmek bakımından en zorunlu hususların başında, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı konularında sınıf çizgisini netleştirme ihtiyacı geliyor.
Örgütsel sorunlarda ilkeli tutum
Sınıfın devrimci örgütlenmesi, henüz parti düzeyine yükselememiş bir öncü örgütlenmeden tutun da artık sınıfın kitlesini belli ölçüde kazanmaya başlamış devrimci partiye dek, aslında işçi sınıfının devrimci varoluş şeklidir. Devrimci örgüt, yine henüz hangi kapsamda olursa olsun, kendi başına bir amaç değil devrimin gerçek kılınması için zorunlu ve vazgeçilemez olan bir araçtır. Bu bakımdan örgüt teorisi aslında, işçi devrimine ve bu konudaki Marksist kavrayışa kopmaz biçimde bağlıdır ve ondan ayrı da bir anlam ifade edemez.
Lenin örgütsel sorunlar açısından büyük önem arz eden Nereden Başlamalı, Bir Yoldaşa Mektup gibi makalelerinde ya da yine aynı sorunlara hasredilmiş kapsamlı ve ünlü eseri Ne Yapmalı’da, sınıfın devrimci partisinin nasıl olması gerektiği ve nasıl inşa edileceği konusunda ve de sınıf içinde çalışma tarzı hakkında teorik bir temel ortaya koymuştur. Dogmalaştırılmış ve karikatürize edilmiş bir model olarak algılamamak koşuluyla, devrimci örgüt anlayışı ve bunu ifade eden örgüt teorisi aslında devrimci Marksizmin en önemli bileşeni ya da bir başka ifadeyle onun olmazsa olmaz koşuludur. İşte bu geniş perspektiften bakıldığında, Leninist parti anlayışı günümüzde de işçi devriminin gerçekleşmesini amaçlayan siyasal güçlerin başlıca aracı niteliğine sahip bulunuyor.
Yaşamın çeşitli alanlarında geçerli olan kural gereği, aslında tam anlamıyla niyeti ve ihtiyacı olanlar nereye bakacaklarını ve nereden neyi öğreneceklerini iyi bilirler. Bu doğrultuda belirtmek gerekir ki, örgütsel bağlamda Lenin’in ortaya koymuş olduğu teorik temel ve asıl olarak da Lenin önderliğinde örgütlenen Bolşeviklerin somut pratiği günümüzde de bakılması, öğrenilmesi ve uygulanması gereken başlıca tarihsel örnektir. Bugün Türkiye’de olsun dünyada olsun, devrimci örgütün inşasını ve sınıf temeline oturan doğru bir çalışma anlayışının yerleştirilmesini ciddi ve samimi şekilde isteyenler Leninist örgüt anlayışına sıkı sıkıya bağlı kalmalıdırlar.
İşin doğrusunu ve özünü kavrayıp öğrenmek isteyenlerin bildiği üzere, aslında Lenin’in örgütsel sorunlar bağlamında ortaya koymuş olduğu temel tezlerin önemi ve isabeti hiç de yalnızca geçmiş zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zaten sorunun geçmiş zamanla ya da Çarlık Rusya’sı gibi bir ülkenin özel koşullarıyla ilgili sınırlı ve özgün yönlerine bizzat Lenin tarafından dikkat çekilmiştir. Lenin dönemi Komintern kongrelerinde, örgütsel sorunlarda genel ve ilkesel hususlarla özel ve geçici faktörler arasındaki ayrımlar ortaya konulmuştur. Böylece tarihsel miras, örgütsel sorunlarda takipçisi olunması gereken ilkesel çerçeveyi aydınlatıyor. Bu bağlamda çeşitli yazılarımızda değinmeye çalıştığımız bazı hususları, konunun taşıdığı önem nedeniyle burada bir kez daha yinelemek yararlı olacak.
Bolşevik siyasal örgütlenmeye damgasını basan ilkeler (her kademede örgütlü, disiplinli ve demokratik merkeziyetçilik temelinde bir işleyiş) Leninist parti anlayışının köşe taşlarıdır. Böyle bir partinin amacı, esasen öncü işçileri komünist bilinçle donatıp, işçi sınıfını mücadeleye sevk etmeye çalışmaktır. Sınıf içinde her koşula uyum sağlayabilecek devrimci çekirdekler yaratmak, bunların öncülüğünde çeşitli işlevler üstlenmiş örgütlü işçi halkaları oluşturmak, devrimci işçi hareketini sempatizanlar düzeyinde bile örgütlü kılmak Bolşevik tarzın özünü oluşturur.
İşçilerin devrimci partisi, merkezi çekirdeğinden tüm kollarına dek her kademesinde örgütlü birimlerin iradesiyle mücadele yürüten disiplinli ve organik bir bütündür. Sınıf mücadelesinin yakıcı ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir çalışma tarzının ve devrimci disiplinin yerleştirilmesi, devrimci proleter mücadelenin her alanında başarının kilit unsurlarını teşkil eder. Adına lâyık bir devrimci örgüt, sınıf mücadelesinin devrimci deneyiminden süzülmüş kurallara gönüllülük temelinde uyan militan bir kadro birikimi üzerinde yükselebilir. Bolşevik propaganda ve örgütlenme, planlı ilişki, kararlı iletişim ve sabırlı yaklaşım gibi öğeleri içerir. Devrimci örgütlülüğün inşası yolunda sarf edilecek planlı çabalar ve işçilere sabırla yaklaşım kuşkusuz zaman alır ve özenli bir emek sarfını gerektirir. Ama hedefe başarıyla ilerlemenin de başka bir yolu yoktur ve bu uğurda sarf edilen zaman ve emek asla boşa gitmeyecektir. Çünkü devrimci bir program temelinde örülecek komünist birlik, çok bildiğini sanan bir avuç aydının birliği değildir; sabır ve özenle zahmetli biçimde devrimci dönüşüme uğratılan işçilerin birliğidir.
Leninist parti anlayışının özünü, sınıfa devrimde önderlik edebilecek öncüyü örgütlemek ve bu öncüyü devrime hazırlamak oluşturur. Kuşkusuz bu örgütsel yaklaşım, sınıfın çeşitli düzey ve biçimlerde kitle örgütlerine sahip olması gerekliliğini de içerir ve bunu teşvik eder. Leninist örgüt anlayışının karşısına örgütsüz kitlelere tapınmayı veya gevşek parti tiplerini dikenler ise, yaşamın boşluk tanımadığını gözlerden gizlemek isterler. Unutulmamalı ki, devrimci bilinç sınıf içinde kendiliğinden üreyip yayılmaz. Devrimci örgütlülük sayesinde sınıfa devrimci bilinç taşınmadığı takdirde, çeşitli burjuva siyasetler sınıfa her an başka türden bilinç taşırlar.
İşçi sınıfına devrimci önderlik yapabilecek niteliğe sahip bir örgüt yaratmak kolay değildir. Bu zorlu görev buna talip olanlardan çok şey bekler. Bir kere, devrimci ilkelerden ödün vermeyen ama diğer yandan da taktik esneklik becerisi gösteren bir tarz var edilmelidir. Ayrıca, işçi sınıfının devrimci mücadelesi devrime adanmışlık ister, burjuva düzenle barışık olmamayı gerektirir. En önemlisi de örgütsel disiplin gereğinin içtenlikle benimsenmiş olmasıdır. Burjuva aydın bireyciliğinden arınamamış unsurlar Marksizmi benimser göründüklerinde dahi bu özelliklere sahip olmanın tamamen uzağındadırlar. Örgütsel disiplin böylelerine, gereksiz ve boyun eğeni alçaltan bir ayak bağı olarak görünür. O nedenle bu kesim reformist eğilimleri besleyip büyüten kaynaktır. Bireyci aydın anlayışı burnunu devrimci işçi mücadelesine soktuğunda orada oportünizm üretmektedir.
Lenin, diğer sol siyasal akımlarla farklılıkların üzerini örtmeyip tersine ayrılık çizgilerini net biçimde çeken, ilkesiz uzlaşmalara prim vermeyen ve birliğin gerekli olduğu durumlarda da mücadele bayraklarının karışmamasını düstur edinen bir parti yapısı ve anlayışı geliştirmiştir. Örgütsel konularda ve devrimci Marksizmin temel ilkelerinde hemfikir olan devrimci çekirdeklerin birleşmesi işte bu temelde savunulmalıdır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirme niteliğine sahip bir birlik arzusu, ağızda çiğnenip eskitilecek bir sakız değildir. Sürekli “birlik çağrıları” temelinde bir siyasi tarz yaratarak günü geçiştirmeye çalışmak devrimci Marksist tutumla bağdaşmaz. Sağlıklı birlikler yaratmayı arzulamak ve bunun için didinmek ne denli doğruysa, birlik mevzuunda ölçüyü kaçırıp ilkesel tutumlardan ödün vermek o denli yanlış olacaktır. Sonuç olarak vurgulayacak olursak, enternasyonalist komünist eğilimi ve onun gerektirdiği proleter devrimci örgütlenmeyi benimseyenlerle; gevşeklikte, legalizmde ve oportünizmde ayak sürüyenler arasında kesin bir saflaşma yaratmak gerekmektedir.
Konunun ana hatlarını vurgulayan bu değinmelerden de anlaşılacağı üzere, bugün örgütsel sorunlarda devrimci teorinin ve tarihsel deneyimin yol göstericiliğini sağlam bir temele oturtabilmek için aslında her şeye sahibiz. Fakat yüz yüze bulunulan sorunları doğru ve devrimci tarzda çözebilmek için sınıf temelli samimi bir inanca, buradan kaynaklanan bir mücadele anlayışına ve bakış açısına sahip olunması şart. Bu bakımdan, sınıf temeline oturmadan “devrimci” siyaset yapmaya soyunanların, devrimci gelenek ya da devrimci örgütün inşası gibi ciddi konularda doğru ve tatmin edici yanıtlar üretmeleri de beklenmemeli. Buna muktedir olabilecek unsurların, ilkeli, azimli ve tutarlı bir şekilde sınıf içine gömülüp devrimci tarzda örgütlü bir siyasi mücadele yürütmeye çalışanlardan çıkabileceği bilinmeli. Bu kriterlere uymayanların ise, göğüslerine hangi etiketleri iliştirirlerse iliştirsinler, işçi sınıfının devrimci çizgisinin uzağına düşmeleri ve burjuva ya da küçük-burjuva sol siyasetlerin çekim alanlarına kapılmaları kaçınılmaz olacaktır.
Gerçekler ortadadır. Günümüz Türkiye’sinde çeşitli örnekler temelinde kendini belli eden sınıftan kopuk devrimcilik anlayışının yarattığı tahribat büyüktür. Bu devrimcilik “eylem” adına devrimci teoriye burun kıvırır, sınıf içinde sabırlı ve planlı bir örgütsel çalışmaya gelemez. Dolayısıyla bu tür siyasi çevrelerin sınıf hareketini ilerletici taktikler üretebilmeleri ve sınıf temelinde devrimci bir kitle çalışması yürütebilmeleri mümkün değildir. Siyasi mücadelenin ve kitle çalışmasının genel mantığını ve tarzını son tahlilde küçük-burjuva devrimciliğinin oluşturduğu yapıların, devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği tipten bir parti örgütlenmesini yaratamayacağı açıktır.
İşçi sınıfını tutulması gereken devrimci mücadele yolundan alıkoyan siyasi anlayışlar kuşkusuz yalnızca bu genel grupla sınırlı değil. Diğer bir grubu ise, burjuva solun kuyruğundan kopamayan ama sosyalistlik taslamaktan da vazgeçmeyen siyasi çevreler oluşturuyor. Sosyal bir tabaka olarak daha ziyade “okumuşlar”dan beslenen bu tür siyasi anlayışların “sosyalizmi”, bundan yıllar önce Marx ve Engels’in açıklığa kavuşturmuş olduğu tipten bir burjuva sosyalizmine benziyor. Bir işçi partisinin yönetiminde bu tür unsurların ağır basmasının yaratacağı sonuçlar geçmişte yaşanan çeşitli tarihsel örnekler tarafından gözler önüne serildi. Bir zamanlar Almanya’da işçi sınıfı içinde milyonlara varan bir güç düzeyine yükselmiş olan Alman Sosyal Demokrat Partisinin, devrimci mücadele ve örgüt anlayışından uzak ve aslında entelektüel solculuğa meraklı unsurlar tarafından nasıl da legalizmin, reformizmin batağına sürüklendiği hatırlanacaktır.
Devrimci hareket, sosyalist hareket ya da Marksist hareket diyelim, genel düzeyde ifade edilen tüm bu hareketler asla homojen bir yapıda değildirler ve de olamazlar. Örneğin Marksist hareketteki bölünmeler, devrim stratejisi ve örgüt anlayışı gibi temel önem arz eden konulardaki farklılıklara dayanır. Bu tür farklılıklar birer gerçekliktir ve bu gerçekliklerin üzerinden atlayarak örgütsel krizlere çare bulunamaz. O nedenle içi boş birlik arzularıyla ya da kısa sürede çökmeye namzet olduğu daha baştan belli olan türden “birleşik parti” özlemleriyle devrimci mücadelede anlamlı bir yol alınamaz. Yıllar içinde pek çok deneyimin sergilediği sonuçlar bir yana, Türkiye’de yaşanan ÖDP deneyimi bu konuda uzun söze gerek bıraktırmayan çarpıcı örneği oluşturuyor. İşçi sınıfının devrimci örgütünü yaratmaktan ziyade kendi siyasal kimliklerini sürdürecek bir şemsiye arayanlar, parti sorununa da hep kendi çıkarları açısından yaklaşmışlardır. O yüzden, ÖDP gibi bir partiyi de hararetle savunabilmişlerdir.
Ancak sınıfın devrimci mücadelesi bağlamında değinilmesi gereken bir başka önemli boyut daha var. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi yalnızca öncü devrimci bir partinin varlığını değil, değişik nitelik ve yaygınlıktaki örgütsel yapıları da gerektiriyor. Ayrıca, mevcut siyasal düzen karşıtı mücadele farklı sınıf güçlerini, ezilen ulus hareketini vb. içeren geniş bir kapsama sahip bulunuyor. Bu bakımdan çeşitli düzeylerde eylem birliklerinin oluşturulması gereklidir ve bunun işçi sınıfının devrimci çıkarları açısından yakıcı bir ihtiyaç olduğu yadsınamaz. O halde genelde çeşitli örgütsel yapılanmalara dair tartışmalar söz konusu olduğunda, sınıfa önderlik edebilecek tipte devrimci parti ile çeşitli muhalefet güçleri arasındaki eylem birliğinin ifadesi olabilecek türden cephe ve blok örgütlenmeleri birbirinden kesin ve kalın çizgilerle ayırt edilmelidir. Kuşkusuz bunun yanı sıra, işçi sınıfı örgütlerinin oluşturacağı “işçi cephesi” türünden bloklarla, daha geniş mücadele güçlerini bir araya getiren bloklar arasındaki ayrım da son derece önemlidir. Ve bu iki farklı düzey de asla birbirine karıştırılmamalıdır.
Özetle, bu gibi önemli sorunlar karşısında devrimci Marksistlerin ilkesel bir yaklaşım hattı mevcuttur ve bizim savunduğumuz da zaten budur. Yukarda değinmeye çalıştığımız ilkesel hususlar örgütsel sorunlar bağlamında yürüyen genel tartışmaların yanı sıra, özelde bugünün “çatı partisi” tartışmaları karşısında nasıl bir tutum takınılması gerektiğini de aydınlığa kavuşturuyor. Bu son noktayı biraz daha açık ifade etmeye çalışalım. Şayet boş söz düzeyinde kalmayacak ve devrimci proleter parti ihtiyacını köreltmeyecek ya da öyle bir partinin inşası görevini gölgelemeyecekse, burjuva düzen karşıtı geniş eylem birlikteliklerinin oluşturulması elbette olumludur. Bu çerçeveden hareketle, adına parti dense bile aslında bir eylem birliğinin ifadesi olan ve düzen karşıtı mücadelede bir blok örgütlenmesi anlamına gelen bir çatı partisinin inşası yanlış olmayabilir.
Fakat bu kadarıyla bırakıldığında, devrimci proleter mücadele açısından temel bir sorun yine de yanıtsız kalmış oluyor. Temel sorun şudur; arzulanan eylem birliğinin ifadesi olacak bir çatı ya da blok örgütlenmesi içinde ana siyaseti kim, kimler, hangi sınıf çizgisi belirleyecek? İdari bir işleyiş anlamında değil, fakat yaşamın içinde her zaman var olan sınıf ilişkileri bağlamında kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı “siyasal hegemonya” sorunu nasıl ve hangi temelde çözümlenecek? İşte bu sorular karşısında açıkça ifade etmek gerekiyor ki, çekirdeğini işçi sınıfının devrimci örgütlü güçlerinin oluşturmadığı hiçbir eylem birliği sınıfın devrimci mücadelesine sağlıklı biçimde yol aldıramaz. Siyasi hegemonya işçi sınıfının örgütlü devrimci güçlerinde olmadığı sürece, hiçbir çatı ya da blok örgütü, işçi sınıfının neticede bir başka sınıf çizgisinin peşine takılmasını engelleyemez. Ezilen ulusun mücadelesinde açıkça görüldüğü üzere, siyasal düzen karşıtı mücadele yürüten güçlerin haklılığı da bu soruların ve sorunların yakıcılığını asla ortadan kaldırmaz, kaldıramaz.
Açıkçası bugün kapitalist sistemin durumu, örgütsel sorunlar ve eylem birlikleri konusunda devrimci sınıf çizgisini yansıtan son derece net tutumlar almak gerekiyor. Bu tür tutumların genelde net sınıf çizgisiyle başı hoş olmayan Türk soluna ve solda bu temelde bir sürü psikolojisi oluşturmak isteyenlere, ilkesiz birlik şakşakçılarına vb. hiç de cazip görünmeyeceğinin çok iyi farkındayız. Ancak bu durum dün olduğu gibi bugün de bizim devrimci görev anlayışımızı ve temel düsturumuzu değişikliğe uğratmayacak: Sen yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler!
link: Elif Çağlı, Sen Yolunda Yürü!.., 28 Haziran 2009, https://marksist.net/node/2158