“Gerçekler ortadadır. Günümüz Türkiye’sinde çeşitli örnekler temelinde kendini belli eden sınıftan kopuk devrimcilik anlayışının yarattığı tahribat büyüktür. Bu devrimcilik «eylem» adına devrimci teoriye burun kıvırır, sınıf içinde sabırlı ve planlı bir örgütsel çalışmaya gelemez. Dolayısıyla bu tür siyasi çevrelerin sınıf hareketini ilerletici taktikler üretebilmeleri ve sınıf temelinde devrimci bir kitle çalışması yürütebilmeleri mümkün değildir. Siyasi mücadelenin ve kitle çalışmasının genel mantığını ve tarzını son tahlilde küçük-burjuva devrimciliğinin oluşturduğu yapıların, devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği tipten bir parti örgütlenmesini yaratamayacağı açıktır.” (E. Çağlı, Sen Yolunda Yürü!., www.marksist.com)
Büyük ölçekli modern kapitalist sanayinin Avrupa’ya kıyasla çok geç geliştiği Türkiye’de, modern sanayi proletaryasının toplumsal bir güç olarak tarih sahnesine çıkışı da çok gecikmiştir. Modern kapitalist sanayinin gelişmesi ve sanayi proletaryasının varlığını gerçek bir sınıf olarak ortaya koyabilmesi ancak 1960’lı yıllarda, yani Avrupa’dan en az yüz yıl sonra olabilmiştir. Bu tarihsel gecikmişliğin Türkiye’de genel olarak işçi hareketinin özel olarak da sosyalist siyasal hareketin gelişimini önemli ölçüde etkilediği bilinen bir gerçekliktir. Nitekim Türkiye’de sosyalist solun yıllarca işçi sınıfından kopuk bir şekilde gelişmiş olmasında da, diğer faktörlerin yanı sıra esas olarak bu tarihsel gecikmişliğin rolü olmuştur.
Öte yandan, söz konusu tarihsel gecikmişlik, Türkiye’de burjuva demokratik içerikli bir dizi sorunun çözümünü de muazzam ölçüde geciktirmiştir. Tarihsel bakımdan burjuvazinin görece ilerici rol oynadığı bir dönemde değil de, tamamen gericileştiği bir dönemde (emperyalizm çağında) dünyaya gözlerini açan Türk “milli” burjuvazisi, geçmişte Avrupa burjuvazisinin sınırlı bir dönem için bile olsa sahip bulunduğu ilericilik, devrimcilik, demokratlık gibi nosyonlardan hiçbirine sahip bulunmuyordu. Çünkü Avrupa burjuvazisi gibi uzun bir tarihî geçmişe sahip bulunmayan bu sınıf, kendi varlık koşullarını kendisi yaratmak için de hiçbir mücadele vermemiş ve bu anlamda hiçbir zahmete katlanmamış bir sınıftı. Aslında Türk “milli” burjuvazisi, cumhuriyetin asıl kurucu unsuru olan askerî bürokrasinin himayesi altında, devlet eliyle beslenip büyütülmüş bir “besleme” sınıftı.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kurucu bürokrasinin kanatları altına sığınmış ve onun vasiliğini kendi rızasıyla kabullenmiş olan bu “besleme” burjuvazi, kendi önünü açacak liberal-demokratik dönüşümleri bile yapmaktan acizdi. Nitekim bu korkaklığı ve acizliği nedeniyledir ki, demokrasi konusunda adım atmak isteyen kendi reformcu ya da liberal siyasetçilerine ve düşünce adamlarına dahi arka çıkmamış, onları her zaman yalnız bırakmıştır. Aslında Türk burjuvazisinin böylesine korkak ve gerici bir tutum sergilemesinde, kuşkusuz dönemin koşullarının da esaslı bir etkisi olmuştur. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa’da hızlı bir yükseliş gösteren devrimci işçi hareketi tüm kapitalistlerin yüreğine korku salarken, bundan Türk burjuvazisi de nasibini almıştır. Avrupa’da esen devrim rüzgârlarından ve Rusya’da patlayan Ekim Devrimi kasırgasından fena halde ürkmüş olan Türk “milli” burjuvazisi, bu koşullar altında kendi düzenini koruyabilecek olanın, demokratik bir burjuva rejim değil, askeri bürokrasinin vesayeti altında işleyecek otoriter bir burjuva rejim olacağına iyice kanaat getirmişti. O nedenledir ki “milli” burjuvazi, kendi düzenini koruyan bu anti-demokratik vesayet rejimine baştan beri karşı çıkmamış, hatta seve seve katlanmıştır. Burjuvazi bu tutumunu, sadece cumhuriyetin kurucusu asker-sivil bürokrasinin tek parti diktatörlüğü döneminde (1923-50) değil, çok partili burjuva parlamenter rejime geçildiği 1950’den sonraki yıllarda da (ve hatta bütün bir soğuk savaş dönemini boyunca) aynen sürdürmüştür. Bakmayın siz burjuvazinin bugün sureti haktan görünüp, demokrasi ve liberalizm nutukları attığına. Cumhuriyet tarihi boyunca hep kurucu asker-sivil bürokrasinin arkasına saklanan ve bütün o baskıcı uygulamalara, anti- demokratik yasa ve anayasa düzenlemelerine cevaz veren hep bu burjuvazi olmuştur.
Türk burjuvazisinin bugün şikayet ettiği bu bürokratik vesayet sisteminden, bütün bir soğuk savaş dönemi boyunca (1950-90) herhangi bir rahatsızlık duymadığı bilinen bir gerçekliktir. Fakat aynı burjuvazi, Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de uygulanması gerektiğini savunan liberal-demokrat görüşlerden her zaman rahatsızlık duymuş ve bu tür görüşleri ileri sürenlere karşı, “komünizm ve bölücülük tehlikesi artar” gerekçesiyle her zaman tepki göstermiştir. Burjuvazinin bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca sürdürdüğü bu gerici tutum, burjuva rejim içerisinde askeri vesayet sisteminin aynen devam etmesini isteyen “kurucu askeri bürokrasinin” tutumuyla da yıllar yılı pek güzel uyuşmuştur!
Tarihten kesitler
Türk burjuvazisi cumhuriyetin kurulduğu dönemden başlayarak, demokratikleşmeye karşı direncini yıllar yılı sürdürdüğü ve kendi üzerindeki demokratik görevleri dahi yerine getirmekten kaçtığı için, sonuçta Türkiye’de burjuva demokratik dönüşümlerin gerçekleştirilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele görevi de işçi ve emekçilerin, sosyalistlerin, ilerici-demokrat aydınların omuzlarına binecekti. Demokrasinin gelişmesinde ve özgürlük alanının genişlemesinde şüphesiz ortak yararı olan bu kesimler, burjuva cumhuriyetin kurulduğu tarihten itibaren “sosyalizm mücadelesi ile demokrasi mücadelesinin iç içe geçtiği” zorlu bir tarihsel süreci birlikte kat etmek zorunda kalacaklardı.
TC’nin kuruluşundan sonraki on yıllar boyunca da “azgelişmiş kapitalist ülke” konumundan yukarı çıkamayan Türkiye’de, demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesinin böylesine iç içe yaşanması, bir yandan proleter sosyalistlerin görevlerini daha da ağırlaştırıp karmaşıklaştırırken, öte yandan Türkiye sosyalist hareketinin taşıdığı tüm küçük-burjuva zaafları da derinleştirdi. Tarihsel bir dönemleştirme yaparak söylersek, modern sınaî kapitalizmin yeterince gelişmediği 1960 öncesi dönemde sosyalist hareketin en önemli zaafı, gerçek bir proleter sınıf temeline sahip olamaması ve bu nedenle de işçi sınıfı içinde gerçek anlamda devrimci sosyalist bir gelenek yaratamamasıydı. O nedenle, Türkiye sosyalist hareketi uzun yılları kapsayan bir tarihsel dönemi (1920-60), proleter sınıf temelinden yoksun olarak geçirmiş ve bu dönemde örgütsel varlığını esas olarak küçük-burjuva unsurlara dayandırmak zorunda kalmıştı. Ama şurası çok açık bir gerçek ki, Türkiye sosyalist hareketinin bu zaafı, modern sınaî kapitalizmin geliştiği ve bir sanayi proletaryasının oluştuğu 1960 sonrası yıllarda da aynen devam edecek ve ne yazık ki bugünlere uzanacaktı.
Birinci döneme, yani 1920-60 arası yıllara dair bir değerlendirme yapacak olursak, sosyalist hareketin bu dönemde proleter sınıf temelinden yoksun oluşunun gene de anlaşılabilir nesnel ve öznel nedenleri bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir kere o yıllarda Türkiye’de gerçek anlamda gelişmiş, büyük ölçekli bir modern kapitalist sanayinin olmadığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla, gelişmiş bir sanayi proletaryası ve bu temelde yükselen kitlesel bir işçi hareketi de bulunmamaktaydı. Öte yandan, Türk burjuva sınıfı cumhuriyetin kuruluşundan sonraki on yıllar boyunca gerçek anlamda demokratik dönüşümleri gerçekleştirmediği için, eski pre-kapitalist ilişkiler de (toprak ağalığı, aşiret ilişkileri, toprak sorunu vb.) tasfiye edilmemiş bir şekilde olduğu gibi devam etmekteydi. 1950’lere gelindiğinde bile, hem kentte hem de kırsal kesimde küçük üretim yaygın bir şekilde varlığını sürdürmekteydi. Bu bakımdan, bu yıllarda Türkiye her ne kadar kapitalist “kalkınma” yoluna girmişse de, bir “küçük-burjuva denizi” olma durumunu da hâlâ sürdürmekteydi. Kapitalist gelişmenin böylesine geciktiği bir sosyo-ekonomik yapıda, sosyalist hareket açısından en göze batıcı olumsuzluk, belli düzeyde eğitimli (hatta okur-yazar) ve örgütlenmeye açık işçilerin sayısının son derece sınırlı olmasıdır kuşkusuz. Nitekim yaklaşık 60’lara gelene kadar Türkiye’de işçi sınıfının durumu da aşağı yukarı böyleydi.
Gecikmiş bir kapitalizm, her şeyden önce sınıfsal ayrışmanın tam olarak gerçekleşmediği, başka bir deyişle sınıfsal eğilimlerin iç içe geçmiş bir vaziyette yaşandığı bir kapitalizm demektir. Kapitalistleşme sürecindeki bu tarihsel gecikmişlik nedeniyledir ki, Türkiye’de de işçi sınıfının kültürel, ideolojik, siyasal davranış ve eğilimleri, kır ve kent küçük-burjuvazisininkinden tam olarak ayrışamayacak ve bu durum yıllar yılı da hep böyle devam edecekti. Bu sosyolojik tablo, o dönemde sosyalist hareketin örgütsel yapısına bütünüyle yansımıştır. Nitekim Türkiye sosyalist hareketinde küçük-burjuva sosyalist eğilimler ile proleter sosyalist eğilimin tam olarak ayrışmamış olmaları ve hatta bu eğilimlerin aynı örgütsel yapılar içerisinde yıllarca iç içe yaşamalarında, kapitalizmin bu gecikmişliğinin büyük bir payı olduğu muhakkaktır.
Diğer taraftan, gecikmiş kapitalizm koşullarında burjuva gericiliğinin sosyalist hareket üzerinde uyguladığı baskı ve şiddetin yarattığı olumsuzluklar da (öznel etkenler) unutulmamalıdır. Nitekim Türk burjuva gericiliğinin, sosyalist hareketin bu birinci döneminde Türkiye’nin tek sosyalist partisi olan TKP üzerinde uyguladığı kesintisiz baskı ve şiddet, bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Burjuvazinin tek parti diktatörlüğü döneminde (1920-46) uyguladığı baskı ve şiddet, Türkiye’de sosyalist hareketin örgütlenme olanaklarını alabildiğine daraltan ve zorlaştıran öznel bir etken oluşturmuştur. Daha baştan Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonu olarak kurulmuş olan TKP, örgütlenmesini işte bu son derece sınırlandırıcı nesnel ve öznel koşullar altında sürdürmek zorunda kalmıştır. Bu durumun yarattığı en önemli zaaf, TKP’nin işçi sınıfı içinde örgütlenme yapamaması ve daha çok, belli düzeyde eğitimli küçük-burjuva unsurlar ve aydınlar arasında örgütlenmeye yönelmesidir. Bu süreçte TKP belli sayıda bilinçli sosyalist işçiyi bünyesinde barındırıyor olsa bile, örgütsel bakımdan esas olarak küçük-burjuva aydınlara ve geniş çapta küçük-burjuvaziden gelen unsurlara dayanmak zorunda kalmıştır. Neticede, cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar geçen zaman diliminde, Türkiye sosyalist hareketinin örgütsel yapısını ve ideolojik-siyasal çizgini belirleyen, asıl olarak TKP’nin bu küçük-burjuva aydın kadroları olmuştur. 1951 tevkifatı sonrasında TKP’nin örgütsel varlığı fiilen son bulunca, sosyalist hareketin Türkiye’deki etkinliği de 60’lı yıllara kadar fiilen son bulmuştur.
Türkiye sosyalist hareketinin ilk temsilcisi olan TKP, aslında Lenin önderliğindeki Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonu olarak kuruldu. Büyük Ekim Sosyalist Devriminin etkisi altında toplanan TKP’nin 1. Kongresi (Kuruluş Kongresi), Anadolu’da, İstanbul’da ve Sovyet topraklarında faaliyet yürüten 15 komünist grup ve örgütü merkezi bir yönetim altında birleştirmeyi başarmıştı. Bu kongre, Komünist Enternasyonal’in ilkeleri doğrultusunda bir Program ve Tüzük kabul etmişti. TKP kuruluş bildirgesinde, işçilerin ve köylülerin partisi olduğunu ve bir burjuva cumhuriyetin kuruluşu için değil, “halkçılığın en yüksek biçimi olan işçi ve köylü şuraları (sovyetleri) cumhuriyetinin kurulması için” mücadele edeceğini çok net bir biçimde ilan ediyordu: “İşçi ve köylü şuralar cumhuriyeti, sınıfları ortadan kaldırarak, savaş ve çatışmaların her türlü sıkıntılarından kurtulmuş, aydınlık ve mutlu bir geleceğe doğru giden, kapitalizm ile komünizm arasındaki geçiş dönemine ait geçici bir yönetme biçimidir.”
TKP programı, içinden geçilen tarihsel dönemin bir “toplumsal devrim dönemi” olduğunu vurgulayarak, bunun dünya çapında bir mahiyet taşıdığına işaret ediyordu: “Türkiye İştirakiyun (Komünist) Partisi yukarda ortaya konan esaslara dayanarak içinden geçtiğimiz dönemin insanlık âlemine yeni ve tam anlamıyla özgür bir hayat vadeden toplumsal devrim dönemi olduğunu savunur. Her şeyden önce bir «işçi ve köylü» partisi olan Türkiye İştirakiyun (Komünist) Partisi, dünyanın diğer komünist partileriyle birlikte Üçüncü Enternasyonal’i oluşturur ve bu enternasyonalin yine enternasyonal olan burjuvazi ile savaşına aktif bir organ olarak katılır. … Toplumsal devrim de, devrimin burjuvaziyi yenerek zafere ulaşmasıyla başlayan komünizm uygulaması da, dünya çapında bir mahiyet taşır”.
Evet, Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonu olarak örgütlenen TKP’nin ilk programında bunlar yazılıydı. TKP, Lenin’in sağlığında belirlenen Komünist Enternasyonal’in programatik ilkelerine, Lenin’in ölümüne kadar sadık kaldı ve bu programa açıkça ters düşen bir siyasal çizgi izlemedi. Ne var ki bu durum uzun sürmeyecekti. Lenin’in ölümünden sonra Stalinci bürokrasinin Sovyetler’de iktidarı ele geçirmesi ve Komünist Enternasyonal’de ideolojik hegemonyasını kurmasından sonra gidişat tamamen değişecekti. SBKP’de ve Komünist Enternasyonal’de dünya devrimi fikrinden tamamen uzaklaşılmış ve bunun yerine, Stalin’in geliştirdiği “tek ülkede sosyalizmin zaferi mümkündür” tezi savunulmaya başlanmıştı. Tek ülkede sosyalizmin zaferi mümkün olduğuna göre, bundan böyle artık sosyalizmin tek ülkede ve öncelikle de Rusya’da zaferi için çalışılmalıydı! Buna göre bütün KP’ler, proleter devrimin kalesi sayılan SSCB’nin çıkarlarını savunan bir siyasal pozisyon içinde olmalıydılar. Hatta SSCB’nin çıkarları gerektiriyorsa, KP’ler kendi ülkelerinde devrim yapmaktan bile vazgeçebilmeliydiler! Evet, Stalin’in liderliği altındaki uluslararası komünist harekette yeni “enternasyonalizm” algısı artık böyle şekilleniyordu. KP’lerin proletarya enternasyonalizmi ve dünya devrimi algılayışındaki bu muazzam yön değişikliğinden elbette ki TKP de nasibini almıştı!
TKP, bu yön değişikliğinden en çok etkilenen KP’lerden biri olmuştu. Stalin’in “aşamalı devrim” anlayışı uluslararası komünist harekette tek resmi teori haline gelince, TKP içinde de “milli burjuvazi” ile ilişkiler ve Kemalizme karşı tutum konusunda esaslı bir tartışma başlamıştı. Partinin en üst yönetici kadroları arasında yer alan küçük-burjuva aydınlardan bazıları, bu ayrışmada en uç noktaya kadar gittiler ve Kemalist burjuva iktidarın açık destekçileri haline geldiler. Bunlar, Türkiye’de devrimcilerin asıl görevinin, başlamış bulunan Kemalist “milli inkılâbı” ilerletmek ve yeni kurulan genç burjuva devleti (TC’yi) emperyalizm karşısında güçlü kılmak olduğunu savundular. Nitekim TKP’de bu görüşü en önde savunanlardan MK Genel Sekreteri Vedat Nedim Tör ile MK üyesi Şevket Süreyya Aydemir partiden de ayrılacaktılar. Bunlar, 1932 yılında CHP’lilerle birlikte çıkardıkları Kadro adlı dergide, Kemalizmi, sosyalizmden de kapitalizmden de farklı olan, milliyetçi-devrimci bir ideoloji olarak pazarlamaya başladılar.
Ne var ki, Kemalizme karşı yumuşak bir siyaset izlenmesi gerektiğini savunan sadece Vedat Nedimler değildi TKP’de. Dolayısıyla, Vedat Nedim ve Şevket Süreyya’nın gitmesi, Kemalizme karşı tutum konusunda TKP içindeki tartışmaları sona erdirmemişti. Parti yönetimini elinde tutan ve Kominternce de desteklenen diğer yöneticiler de (Şefik Hüsnü grubu) aslında Kemalist burjuvaziyle iyi geçinmekten yanaydılar. Ama bunlar, birinciler gibi açıktan Kemalizme angaje olmuş görünmek de istemiyorlardı. Fakat içinde bulunulan koşulları ileri sürerek, anti-kapitalist temelde sınıf mücadeleci bir siyasal çizginin öne çıkartılmamasını ve Kemalist burjuva iktidara karşı yumuşak bir siyasal çizgi izlenmesini istiyorlardı. Burjuva iktidarla uzlaşma anlamını taşıyan Şefik Hüsnü yönetiminin bu sağ çizgisi, parti içinde yeniden sert tartışmalara ve giderek bölünmeyle sonuçlanacak çok ciddi bir anlaşmazlığa yol açtı. Nazım Hikmet’in de içinde yer aldığı, “işçi muhalefeti” olarak adlandırılan sol muhalefet grubu, Kemalist burjuva iktidarla bir uzlaşmaya karşı çıkıyor ve partinin daha sol bir mücadele çizgisi izlemesinde ısrar ediyordu. Sol muhalefete mensup partililer, 1929’da İstanbul’da, Pavli adasında (Tuzla) bir kongre topladılar ve yeni bir merkez komitesi seçtiler. Fakat Komintern bu kongreyi ve seçilen yeni Merkez Komiteyi onaylamadı. Çünkü Komintern nezdinde makbul olan ve izlenmesi gereken çizgi, Şefik Hüsnülerin izlediği “Kemalist iktidarla yakınlaşma” çizgisiydi! Komintern’in bu kararından sonra, sol muhalefet içinde yer alan üyelerin bir kısmı geri döndüyse de, muhalif grubun çoğunluğu bu kararı tanımadı ve partiyi asıl kendilerinin temsil ettiğini söyleyerek faaliyetlerini sürdürdü.
Sol muhalefet bu dönemde Kemalist burjuva iktidara karşı partinin daha sert bir muhalefet yürütmesini ve “sınıfa karşı sınıf” taktiğini esas alan bir siyasal mücadele çizgisi izlemesi gerektiğini savunuyordu. Ne var ki sol muhalefetin savunduğu bu görüşün TKP içinde gelişip güçlenmesi ve partinin bütününü doğru bir çizgiye çekebilmesi pek mümkün değildi. Çünkü TKP o yıllarda daha çok küçük-burjuvaziden gelen unsurlar arasında örgütlüydü. Böyle bir örgütsel yapı ve üye bileşimi içerisinde devrimci işçi muhalefetinin sözünü dinletebilmesi de kolay bir iş değildi. Nitekim Nazım Hikmet’in de içinde yer aldığı işçi muhalefeti, Kemalist burjuva iktidara karşı daha mücadeleci bir siyasal çizgiyi savunduğu için, parti yönetimine egemen olan küçük-burjuva eğilim tarafından sekterlikle, “parti düşmanlığı” ile suçlanarak partiden atılacaktı. O tarihlerde Stalinist bürokrasinin denetimi altındaki Komintern dergisinde çıkan birkaç yazıda da, Nazım Hikmet ve işçi muhalefeti “Troçkist polis muhalefeti” olarak tanıtılarak aforoz edilecekti.
Aslında 1930’ların başı, başka birçok sosyalist hareket için olduğu gibi Türkiye sosyalist hareketi için de tarihsel bir dönüm noktası oluşturur. Proleter sınıf temeli bakımından zaten çok zayıf durumda bulunan sosyalist hareket, bir de Stalinist bürokrasinin Türkiye’deki kopyalarının hegemonyası altına girince iyice güçsüz düşecek ve hem siyasal etki ve eylem gücü, hem de düşünce üretimi bakımından çorak bir hareket haline gelecektir. Tabii bu olumsuz tablonun oluşmasında Kemalist devletin de büyük bir “katkısı” olmuştur. Kemalist devletin 1920’lerden başlayarak komünistlere karşı uyguladığı ağır baskıların, ardı arkası kesilmeyen tutuklamaların, işkencelerin ve uzun hapislik yıllarının bu çöküşte etkisi olduğunu da asla unutmamak gerekiyor.
Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, 1930’larda TKP içinde baş gösteren ideolojik ve siyasal ayrılıkların ve buna göre oluşan eğilimlerin, o dönemle sınırlı kalmayıp, yıllar sonra da Türkiye sosyalist hareketi içinde aynen devam etmiş olmasıdır. Öyle bir sürekliliktir ki bu, TKP içinde 1920’lerin sonlarında ortaya çıkan ideolojik-siyasal ayrılık noktaları ve bu temeldeki bölünmeler, 1960 sonrasının Türkiye sosyalist hareketi içinde de ana hatlarıyla aynen görülmüştür. Çok açık ve net olunmak gerekirse, bu ayrılık ve bölünmeler, esasen proleter sosyalist eğilimle, çeşitli versiyonları bulunan küçük-burjuva sosyalist eğilim arasında ve küçük-burjuva sosyalist eğilimin kendi içinde yaşanmıştır. Söz konusu temel ayrılık noktaları ise, başta örgütlenme anlayışı olmak üzere, sınıfa bakış, sınıf içinde çalışma, siyasal mücadele, devrim, demokrasi, sosyalizm, komünizm, enternasyonalizm ve bunlara bağlı alt konulardaki farklı yaklaşımları içermektedir.
TKP’de yönetimi elinde tutan küçük-burjuva aydın kadroların ayırt edici özelliği, bunların politik kimliklerinin Stalinci bürokrasinin yönlendirici etkisi altında biçimlenmiş olmasıydı. Lenin sonrası dönemde Stalinizmin ideolojik-siyasal yörüngesine giren TKP’nin bu yönetici kadroları, Stalinist “aşamalı devrim” stratejisini Türkiye’ye uyarlamakta hiç gecikmemişlerdi. Stalinist bürokrasinin icadı olan “aşamalı devrim” stratejisi ve “tek ülkede sosyalizm” anlayışı bu yıllarda zaten tüm KP’lerin resmi ideolojisi haline gelmiş bulunuyordu. Bu resmi ideoloji, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler ile az ve orta gelişmiş kapitalist ülkelerde mücadele veren KP’lerin önüne, özünde burjuva demokratik nitelikte bir devrim anlayışının ötesine geçmeyen “ulusal demokratik devrim” perspektifini zorunlu bir stratejik aşama olarak dikiyordu. KP’ler bu stratejinin bir gereği olarak, kendi ülkelerinde öncelikle anti-emperyalist, demokratik devrimci bir mücadele yürütmek, başka bir deyişle “bağımsızlık ve demokrasi” mücadelesi vermek zorundaydılar. Ve tabii “esas olarak” yabancı emperyalizme karşı yürütülecek bu mücadelede KP’ler, kendi ülkelerinde yürütecekleri anti-kapitalist mücadeleyi biraz törpülemeli ve sınıf mücadelesini fazlaca kışkırtmamalıydılar! Dolayısıyla, KP’ler devrimin bu birinci aşamasında (emperyalizme karşı mücadelede) kendi “milli” burjuvalarıyla ittifak yapmanın yollarını aramalı ve “mutlaka” bulmalıydılar!
Azgelişmiş ülke KP’lerine Stalinizmin empoze ettiği bu aşamalı “devrim” stratejisinin bel kemiğini oluşturan “anti-emperyalist ulusal devrimci” mücadele, proleter sosyalist mücadelenin önüne geçmekle kalmıyor, aynı zamanda proletaryayı sosyalist iktidar için mücadele hedefinden de iyice uzaklaştırıyordu. Böylece, bu yıllarda devrimin birinci aşaması olarak koyulan bu “anti-emperyalist ulusal devrimci” mücadele, adeta kendi başına bir amaç haline getirilmiş oluyordu. Nitekim bu “aşamalı devrim” stratejisinin olumsuz siyasal sonuçları, ilerde daha bir açıklıkla görülecekti. Az gelişmiş ülkelerdeki Stalinist resmi KP’lerin, kendi ülkelerinde devlet mülkiyeti ağırlıklı kapitalist “ulusal kalkınma” stratejilerini desteklemeleri ve bunun bir gereği olarak kendi “milli” burjuvalarıyla ittifak yapmaları artık olağan hale gelmişti. Öte yandan, bu stratejiyi bütün resmi KP’lere dayatan Sovyet bürokrasisi, bazı azgelişmiş ülkelerde darbeyle iktidara gelen ve iktidara geldikten sonra SSCB ile ekonomik-siyasal yakınlaşma içine giren kimi “milli-devrimci” burjuva iktidarların devletçi ekonomik uygulamalarını da “az gelişmiş ülkelere özgü bir sosyalizm” modeli olarak kutsamaya başlayacaktı!
Stalinizmden kaynaklı bu sağ sapmanın uluslararası sosyalist hareket üzerindeki olumsuz etkileri özellikle azgelişmiş ülkelerdeki sosyalist örgütlenmelerde fazlasıyla görülmüştür. En başta gelen olumsuzluk, sosyalist faaliyetin esas olarak sınıfa dayanan ve sınıf mücadelesi temelinde yürütülmesi gereken devrimci bir faaliyet olduğunun büyük ölçüde unutulması ve sosyalist mücadelenin gerektirdiği sınıfa dayalı örgütsel-siyasal-ideolojik görevlerin giderek ikinci plana itilmesi olmuştur. Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin bu olumsuzluktan fazlasıyla nasiplerini aldıklarını ve bu nedenle de ne duruma düştüklerini, bugün devrimci Marksistler çok iyi bilmektedirler. Sosyalist hareketteki bu tarihsel sağ sapmanın, Türkiye’de gerçek anlamda işçi sınıfı eksenli bir devrimci sosyalist hareketin oluşmasını ve gelişmesini yıllar yılı nasıl engellediğini hâlâ görememek gerçek bir körlüktür! İkinci bir önemli husus ise, kendilerini devrimci Marksist olarak tanımlayıp da, sıra sınıf içinde sabırlı ve kararlı bir çalışma yürütmeye gelince bundan yan çizenlerin konumudur!
Tarih yalnızca öğrenmeye gerçekten niyeti olanlar için öğreticidir!
Burada her şeyden önce Türkiye sosyalist hareketinin geçmişten günümüze uzanan önemli bir zaafını bir kez daha ve dürüstçe dile getirmek gerekiyor: Evet bu zaaf, Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin büyük çoğunluğunun gerçekte küçük-burjuvaziye özgü olan “demokratik devrimci” bir siyasal mücadele çizgisinin ötesine geçememiş olmasıdır. Kuşkusuz bunda da en büyük etken, zaten proleter sınıf temelinden yoksun bulunan bu sosyalist örgütlenmelerin, “demokratik devrimci” bir siyasal çizginin ötesine geçmemeyi bilinçli olarak tercih etmiş olan küçük-burjuva yönetici kadroların sultası altında kalmış olmalarıdır. “Politika belirleyici” konumda olan bu “okumuş” küçük-burjuva yönetici kadrolar, proletaryanın bilimsel sosyalizm anlayışı yerine, yıllar yılı kendi küçük-burjuva “sosyalizm” anlayışlarını hakîm kılmaya çalıştılar sosyalist harekette. Türkiye sosyalist hareketinin geneline musallat olan küçük-burjuva temelli bu “sol” anlayışlar, sonuçta Türkiye’deki pek çok sosyalist örgütlenmenin gerçek anlamda proleter bir sınıf temeli kazanamamasının ve proletaryaya dayanan devrimci sosyalist bir hareket yaratılamamasının başlıca nedeni oldular.
Diyelim, 1960 öncesinde sosyalist hareketin proleter sınıf temeline oturmasının ve işçi sınıfı içinde gelişebilmesinin imkânları nesnel koşullar tarafından sınırlandırılmış olsun. Fakat 1960 sonrasında sınıf mücadelesinin gelişmesine ve buna bağlı olarak işçi hareketinin militanlaşıp kitleselleşmesine rağmen, sosyalist hareket hâlâ gerçek anlamda proleter bir sınıf temeli kazanamamışsa, burada artık “nesnel koşullar” bir bahane olarak gösterilemez. Gösterilirse de inandırıcı olmaz! Bu durumda sorun başka yerde, yani “öznel nedenlerde” aranmalıdır!
1920’lerde, 30’larda, 40’larda vb. sosyalist hareketin (TKP’nin) işçi sınıfı içinde derinlemesine bir örgütlenme yapamaması ve kalıcı bir sınıf temeli kazanamamasında, nesnel nedenlerin yanı sıra, öznel nedenler de etkili oldu. Etkili olan öznel nedenlerden biri de hiç kuşkusuz, burjuva devletin uyguladığı baskı ve şiddet, sürekli tutuklamalar vb. idi. Zaten sanayi proletaryasının son derece cılız olduğu bir dönemde, bu öznel etkenler elbette ki örgütlenmeyi zorlaştıran ve sınırlandıran bir rol oynayabildi. Ama 60’ların ve 70’lerin ortamında, yani sanayi proletaryasının geliştiği ve işçi hareketinin kitleselleştiği nesnel koşullarda, burjuvazinin baskıları bir öznel etken olarak artık aynı rolü oynayamaz ve sosyalist hareketin işçi sınıfı içinde örgütlenmesini ve proleter bir sınıf temeli kazanmasını öyle kolay kolay engelleyemezdi. Buna rağmen 60’larda sosyalist hareket gene de proleter sınıf temeli kazanamamışsa, burada temel sorumlu genel olarak sosyalist hareketteki sağ sapma ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarıdır.
1960 sonrasında işçi hareketinin yükseliş içinde olduğunun somut göstergesi, Türkiye İşçi Partisinin (TİP) bizzat sendikacılar tarafından kurulmuş olmasıydı. Ve bu aynı sendikacılar daha sonra da DİSK’i kuracaklardı. TİP’i kuran sendikacılar bir süre sonra sosyalist aydınları da TİP’te görev almaya çağıracaklardı. TİP bu süreçte, gerçek anlamda bir sosyalist işçi partisi olma imkânlarına ve potansiyeline sahip bir partiydi. Eğer tarihsel deneyimlerden yararlanıp doğru bir örgütlenme yapabilseydi, en azından işçi sınıfı içinde derinlemesine örgütlenebilir ve hareketin her koşulda sürekliliğini sağlayacak devrimci sosyalist işçi kadrolar yetiştirebilirdi. Ama böyle olamadı. Nedeni çok basit ve açık: Çünkü 1960’lı yılların Türkiye sosyalist hareketi, birbirinin zıddı gibi görünen ama temeli ve ortak paydası aynı olan iki eğilimin etkisi altında biçimleniyordu. Biri legalist, parlamentarist sosyalizm eğilimi (TİP); diğeri ise küçük-burjuva devrimci demokratik sol (MDD) eğilim. Bu her iki eğilim de söz düzeyinde işçi sınıfı kavramını ağızlarından düşürmeseler de, esasında sanayi proletaryasına değil, daha ziyade aydınlara, meslek sahibi kentli küçük-burjuvaziye, öğrenci gençliğe vb. dayanıyorlardı. Üstelik gerek örgütlenme anlayışlarında gerekse kadro yetiştirme bağlamında, işçi sınıfını esas alan bir çalışma yürütmeye hiç de niyetleri yoktu.
Örneğin, 1960’ların TİP’i işçi sınıfı vurgusunu ve işçi sınıfı öncülüğünü dilinden hiç düşürmemişse de, sıra fabrikalarda, işletmelerde, sendikalarda, demokratik derneklerde, semtlerde, bölgelerde vb. işlevli politik birimler oluşturmaya ve üyelerini de bu birimler içinde örgütlemeye geldiğinde, bu tarz bir örgütlenmeden sürekli uzak durmuştur. Bunun yerine, parlamentarist bir siyasal yapılanmayı ve örgütlenmeyi esas alan TİP, tıpkı burjuva partilerin yaptığı gibi, somut bir işlevleri olmayan ve gerçekte dar anlamda örgütlü bulunmayan üyelerini, gevşek bağlarla partiye bağlı tutmaya çalışmıştır. Dolayısıyla burada örgütlü ve işlevli olan üyeler değil, partinin il ve ilçe binalarıdır! Böyle bir siyasal örgütlenmenin, çalışan sınıfların içine nüfuz edebilmesi, onlarla kaynaşabilmesi, görüşlerini onların arasında yayabilmesi ve giderek sınıf içinde devrimci sosyalist bir mücadele geleneği yaratabilmesi mümkün müdür? Elbette ki hayır!
Öte yandan, MDD’cilerin durumu da daha iç açıcı değildi elbette. Tersine, işçi sınıfıyla ilişkileri açısından değerlendirecek olursak, onların durumu daha da vahimdi. Bir kere MDD hareketi ve ondan türeyen gerillacılık, Maoculuk vb. gibi akımlar, değil işçi sınıfı içinde uzun soluklu, sabırlı bir çalışma yürütmek, kapitalizmin gelişmişliğinden ve işçi sınıfının fiziki varlığından bile kuşkuluydular. Gözlerinin önünde cereyan eden 15-16 Haziran büyük işçi direnişi bile onları uyandıramamış ve işçi sınıfının gelişkinliği konusunda oluşmuş “olumsuz” kanaatlerini değiştirememişti. Tam da işçi sınıfına güvenin artması ve proleter sosyalist bir devrim için sınıf içinde sabırlı, kararlı bir örgütlenme ve hazırlık çalışması yürütülmesi gerektiği bir zamanda, onlar sınıf dışı güçlere ve sınıf dışı hareketlere bel bağlanması gerektiği fikrini yaymaya başladılar. Laf düzeyinde “proleter devrimciliği” dillerinden hiç düşürmeseler de, bundan anladıkları, işçi sınıfının öznesi olacağı bir devrimcilik olmadı kuşkusuz. Onlara göre, işçi sınıfının sadece “ideolojik öncülüğü” yeterliydi bir devrimin gerçekleştirilmesi için! Çünkü bu devrim zaten bir proleter sosyalist devrim olmayacaktı. Beklenen devrim “anti-emperyalist bir halk devrimi” ya da “milli demokratik devrim” idi! Bu devrimde öncü güç, kimisine göre “asker-sivil-aydın zinde güçler”, kimisine göre ise “gerilla” olacaktı! İşçi sınıfı ve emekçiler bu devrimde her halükârda artçı bir güç olduğuna göre (!), işçi sınıfı içinde sabırlı, kararlı, uzun soluklu bir örgütlenme çalışması yürütmeye ve de işçi sınıfının öncüsünü örgütleyip eğitmeye, kısacası harekete proleter sınıf temeli kazandırmaya (başka bir deyişle hareketi proleterleştirmeye) ne gerek vardı?!
1970’lerde ise durum biraz daha farklıdır. Bu dönemde de işçi sınıfının militan eylemliliği devam etmektedir. Hatta bir önceki dönemle kıyaslandığında, işçi hareketi çok daha bilinçlenmiş, kitleselleşmiş ve burjuvaziyi ciddi biçimde korkutur hale gelmiştir. Ekonomik mücadelenin ve ekonomik grevlerin yanı sıra, işçi sınıfı, sınıf çıkarlarının politik savunusunu ifade eden mitingler, politik gösteriler, direnişler, grevler koymaktadır ortaya (DGM direnişleri, 1 Mayıslar vb). İşte bu koşullarda, 12 Mart 1971 öncesinin politik hareketleri, bir önceki dönemde savundukları politik pozisyonlarında ufak düzeltmeler yaparak yeniden çıkacaklardır politika sahnesine. MDD çizgisinin devamı olan sol politik örgütler, genelde izledikleri ideolojik-siyasal çizgileriyle, gene küçük-burjuva devrimci demokrasinin temsilcileri olarak boy göstereceklerdir siyaset arenasında. Anti-emperyalizm, ulusal devrimcilik ve “devrimci-demokratik halk hareketi” vurgusu gene ön planda olacaktır. Devrimci-demokratik halk iktidarının ve devletçi ulusal kalkınmacılığın bir çeşit “sosyalizm” olarak savunulduğu bu popülist siyasal açılımlarda, işçi sınıfının rolü gene muğlaklaştırılacak ve gölgede bırakılacaktır. Netice olarak, bu hareketlerin proleter sınıf temeli kazanma gibi bir dertlerinin olmadığı apaçıktır.
Öte yandan aynı dönemde işçi sınıfının öncülüğünü doğrudan telâffuz eden ve işçi sınıfına dayanmayı esas aldığını söyleyen Sovyetçi partilerden TİP ve TSİP ise, gerçekte bu söylediklerinin gereklerini yerine getiren örgütsel bir çalışma yapmaktan bir hayli uzaktılar. Çünkü onların örgütsel yapılarının niteliğini, son tahlilde gene eylemlerinin içeriği belirliyordu. Ne yaparlarsa yapsınlar, gerçekte parlamentarist ve legalist siyasal çizgileri, tıpkı 1960’ların TİP’ini olduğu gibi, bunların da örgütsel niteliğini belirliyordu. Yani fabrika, işletme vb. temelinde örgütlenmiş ve kendi içinde işbölümü yapmış işlevli parti örgütleri değil, parlamentarizme göre örgütlenmiş, il ve ilçe binalarının vb. önde olduğu parti örgütlenmesi!
‘80 öncesindeki Sovyetçi partiler içinde, örgütlenme anlayışı bakımından diğerlerine göre belirli bir farklılığı olan parti TKP idi. SBKP çizgisinde olan bu parti, resmi komünist hareketin Türkiye’deki resmi temsilcisi konumundaydı. Yasaklı olduğu ve hiçbir örgütsel faaliyette bulunmadığı uzun yıllardan sonra, 1973 yılında yaptığı bir atılımla Türkiye’de illegal olarak yeniden örgütlenmeye başlamıştı. TKP bu illegal örgütlenmesinde ilk örgütsel mevzilerini DİSK’e bağlı sendikalarda oluşturmuş ve giderek fabrikalarda, işletmelerde, demokratik kitle ve meslek örgütlerinde örgütlenmeye koyulmuştu. Türkiye’de bir komünist partisi yıllardan beri ilk defa gerçek anlamda proleter sınıf temelinde örgütlenmeye yöneliyor ve fabrikalarda, işletmelerde vb. illegal parti örgütleri kurmaya çalışıyordu. İşçi sınıfının öncü partisi olma iddiasındaki bir partinin, bu anlamda yaptığı iş elbette ki doğru bir işti. Ne var ki iş bu kadarla bitmiş olmuyordu. Komünist olma iddiasındaki bir parti için proleter sınıf temeli kazanmak zorunlu bir şarttı ama yeter bir şart değildi. O parti gerçekten adına lâyık bir komünist partisi olacaksa, tek tek üyelerinden örgütlerine, bir bütün olarak proleter devrimci bir ruhla eğitilmesi ve her şeyden önemlisi eylemlerinin içeriğinde devrimci olması gerekirdi.
TKP işçi sınıfı içinde, sendikalarda örgütlenmesine örgütlenmişti ama, fabrikalardaki, işyerlerindeki, sendikalardaki parti örgütlerini ve işçi üyelerini proleter devrimci niteliklere sahip birer komünist gibi değil, birer sendika militanı gibi yetiştiriyor ve eylemlerinin içeriğini de bu düzeyde tutmaya çalışıyordu. Çünkü bu partinin kendisi proleter devrimci bir parti değildi. Savunduğu ideolojik-siyasal çizgi itibariyle reformist ve sınıf uzlaşmacı bir partiydi. Onun illegalliği, eylemlerinin içeriği nedeniyle değil, burjuvazinin onu yasaklaması ve yasadışı sayması nedeniyleydi. İçinde gerçekten proleter devrimci kadroların, inançlı komünist işçi ve gençlerin de bulunmasına rağmen, TKP’nin gerçekliği buydu. Sovyet bürokratlarının birer küçük kopyaları olan TKP yöneticilerinin ‘80 öncesinde izledikleri siyasal çizgi, partinin 1930’larda ve 40’larda izlediği siyasal çizgiyle üç aşağı beş yukarı aynı paraleldeydi. Stalinizmin dümen suyunun dışına çıkmayan bu siyasal çizgi, özünü reformizmin oluşturduğu bir reel politikerlikten öteye geçmiyordu. 1930’larda ve 40’larda “emperyalizme ve faşizme karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama” adına Kemalist burjuvaziyle uzlaşma siyaseti izleyen TKP, ‘80 öncesinde de gene “emperyalizme ve faşizm tehlikesine karşı en geniş güçlerin birliğini sağlama” adına, Ecevit’tin burjuva CHP’si ile uzlaşmayı ve hatta onu açıktan desteklemeyi tercih eden bir siyasal çizgi izlemekteydi. Bu siyasetin adı da, “ileri demokrasiyi sağlama” ya da “ulusal demokratik devrim için mücadele” oluyordu! Yani sonuçta gene, Sovyet bürokrasisinin alâmeti farikası olan Stalinist aşamalı devrim anlayışının sınırları içinde bir siyaset yapmakla yetiniliyordu.
Sonuç olarak
Bir devrimciler örgütünün inşası ve devrimci sosyalist örgütlenmenin sınıfa dayalı olması gerekliliği, dün olduğu gibi bugün de devrimci Marksistlerin üzerinde en çok durması ve uğrunda çaba sarf etmesi gereken konulardır. Böyle olmakla birlikte, bu konular sosyalist harekette bugün de hâlâ hafife alınmakta ve belirli kalıpların yanlış bir biçimde tekrarıyla yetinilmektedir. Oysa bu tutum, Türkiye sosyalist hareketinin en temel zaaflarından birini ve belki de en başta gelenini oluşturmaktadır.
Türkiye sosyalist hareketi içinde yer alan siyasal örgütlenmelerden pek çoğunun gerçekte işçi sınıfına dayanmadığı ve sınıfın bağımsız çıkarları temelinde hareket eden gerçek bir proleter devrimci siyasal hat oluşturamadığı inkâr edilemez bir gerçekliktir. Sosyalist solun sınıf hareketinden bu kopukluğu ve uzaklığı nedeniyledir ki, Türkiye’de işçi sınıfının ezici çoğunluğu, yıllardan beri sosyalistlerin dediklerini değil, burjuva siyasetçilerin dediklerini dinlemekte ve bu nedenle de seçimlerde burjuva partilerin oy deposu olmaktan bir türlü kurtulamamaktadır.
Yaşanan deneyimler açıkça göstermektedir ki, işçi sınıfının içinde bulunduğu bu olumsuz durumdan kurtulup ayağa dikilebilmesi, ancak ve ancak onun öncü kesimlerinin bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenmesi ve devrimci enternasyonalist bir ruhla eğitilmesiyle mümkün olabilecektir. Çünkü işçi sınıfının geride duran kesimlerini de sınıf mücadelesinin ön saflarına çekebilecek ve sınıfın bir bütün olarak ayağa dikilmesini sağlayabilecek yegâne güç, işçi sınıfının bilinçlenmiş ve örgütlenmiş bu öncü kesimlerinden başkası olamaz. Sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimlerden çıkartılan bu düşüncenin doğruluğu konusunda komünistlerin hiçbir kuşkusu yoktur ve olmamalıdır!
Peki ama işçi sınıfının bu öncü kesimlerini devrimci tarzda örgütleme, eğitme ve sınıf bilinciyle donatma görevini kim yerine getirebilecektir? İşte komünistler açısından son derece önem taşıyan ve doğru bir biçimde yanıtlanması gereken temel soru budur. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” özdeyişine yürekten inanan komünistler için bu sorunun bir tek doğru yanıtı olabilir: İşçi sınıfının öncüsünü örgütleme tarihsel görevini ancak ve ancak Marksizmin devrimci teorisiyle donanmış ve Bolşevizmin örgütsel deneyimlerini ve devrimci siyasal mücadele yöntemlerini içtenlikle benimsemiş olan enternasyonalist komünistler yerine getirebilirler!
Sınıf mücadelesinin gerektirdiği çetin devrimci görevleri üstlenmeyi gönüllü olarak kabullenen ve bunun gerektirdiği devrimci yaşam tarzını içtenlikle benimseyen Marksist devrimciler için, enternasyonalist komünist nitelikte bir devrimciler örgütünün inşası görevinin ne denli önemli olduğu açıktır. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları uğruna mücadeleyi göze almış ve kendini her bakımdan bu göreve hazırlamış sağlam bir devrimciler örgütü yaratılmaksızın, ne işçi sınıfının öncüsünün devrimci-komünist tarzda eğitilip örgütlenmesi, ne de sınıfa dayanan uzun soluklu, devrimci-komünist bir çalışmanın lâyıkıyla yürütülebilmesi mümkün olacaktır! Bunlar olmadığı takdirde ise, o hep sözü edilen ve arzulanan, gerçekten devrimci bir proletarya partisinin Bolşevik-Leninist temellerde inşası başarılamayacaktır. Bugün işçi sınıfı içinde anlamlı bir çalışma yürütmeyi ve sınıf içinde devrimci çekirdekler oluşturmayı önüne temel görev olarak koymayan örgütlenmelerin, bir süre sonra kendi içlerine kapanmaları ve küçük-burjuvaca vıdı vıdılarla tekrar tekrar bölünmeleri ve kendilerini yiyip tüketmeleri kaçınılmaz bir “kader” olacaktır!
link: Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk!, 28 Temmuz 2009, https://marksist.net/node/2185