Kapitalizm her alanda bin bir felâket üreten ama aynı zamanda bu felâketleri kâra dönüştürmekte de son derece mahir olan bir sömürü sistemidir. Tam da bu yüzdendir ki, emekçileri yıkıma sürükleyen deprem, sel, kasırga gibi doğal afetler, salgın hastalıklar, ekonomik krizler, savaşlar, felâketlerden beslenen bu sistemin egemenlerine ilahi bir lütuf olarak görünebilmektedir. Bu tür sarsıcı olaylar, uğradıkları derin korku ve şokla sağlıklı düşünme yetilerini yitiren emekçi kitleleri burjuvazinin her türlü saldırısı karşısında tümüyle savunmasız bırakmakta, dolayısıyla da, yapılması imkânsız görünen pek çok şeyi toplum nezdinde kabul edilebilir ve yapılabilir kılmanın psikolojik zeminini hazırlayarak, egemenler için gerek ekonomik gerekse siyasi açıdan büyük kazanç kapılarını aralamaktadır.
Burjuva hükümetlerin ve büyük şirketlerin, normal zamanlarda emekçi kitlelere asla kabul ettiremeyecekleri saldırı programlarını, yağma ve talan projelerini felâketleri fırsata dönüştürerek nasıl hayata geçirdiklerini sayısız olayda gördük, görmeye devam ediyoruz. Nitekim Maraş ve Hatay merkezli depremlerin ardından Türkiye’de yaşananlar bunun en pervasız örneklerinden birini oluşturuyor. Milyonlarca insanın şoka uğramasını fırsat bilen Erdoğan iktidarı, bu durumu kendisi ve yakın sermaye grupları için ekonomik ve siyasi ranta dönüştürmekte hiç zaman kaybetmedi. Düzenlenen yardım kampanyalarında 112 milyar lira para toplandığını açıklayan iktidar, bunun sadece 38 milyar lirasının depremzedeler için harcandığını, geri kalan 74 milyar liranınsa deprem kampanya hesabında durduğunu söylüyor. Fakat bu paranın yerinde yeller estiği herhalde ki herkesin malûmudur. Deprem gerçeği karşısında hiçbir önlem almayan bu iktidar, “kentsel dönüşüm” adı altında bir kent ve doğa yağması modeli geliştirmiş ve son depremleri de bu modeli daha geniş ölçekte uygulamaya koymak için fırsat olarak kullanmıştır. Depremin ardından milyarlarca liralık işlerin ihalesiz bir şekilde yandaş sermaye gruplarına verilmesi yetmezmiş gibi, gece yarısı kararnameleriyle ve torba yasalarla ormanlık alanlar ve zeytinlikler inşaata açılmış, deprem bahanesiyle çıkarılan ek vergilerle yeni soygun kapıları yaratılmıştır. İktidarın bu talanı genişletip derinleştirerek sermayeye yeni rant alanları açmak için daha nice planı olduğu da şüphe götürmemektedir.
Felâketi fırsata dönüştürmek deyince, kısa bir süre önce küresel ölçekte yaşadığımız pandemi deneyimini es geçmek olmaz elbette. 2020 yılı başlarında tüm dünyaya yayılan Covid-19 salgını burjuvazi açısından çok fonksiyonlu bir kâr makinesine dönüştürüldü. Ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan kalıcı etkiler bırakan bu salgın, kapitalist ekonominin tarihin en büyük kriziyle sarsıldığı günlerde burjuvazi için gerçekten de “Allah’ın lütfu” oldu! “Dünyanın büyük bir felâketle karşı karşıya olduğu” algısı yaratılarak milyarlarca insanın paniğe sürüklenip akıl tutulmasına uğratıldığı o günlerde bu olguya da dikkat çekerek şöyle demiştik:
“Milenyum dönemecinden beri kapitalizm tarihsel bir sistem krizinden geçmektedir, bugün açığa çıkan iktisadi krizin çok daha ağır bir yıkıma yol açacağı kesin gibidir. İşte dünya burjuvazisinin zirveleri bu büyük yıkıma karşı gelişecek tepkilerin zaten varolan isyan dalgasını daha da yükseltmemesi, kapitalist sistemin bu badireyi atlatabilmesi için gerekli «dönüşümlerin» en az sıkıntıyla hayata geçirilebilmesi için hazırlık yapmaktadır. Salgın bu durumun nedeni değil, bu durumun üstünü örtmek için kullandıkları bir bahanedir.”
“Burjuvazi … varolan bir salgını abarttıkça abartıp paniği körükleyerek, toplumu kendi melun planlarını kabul edecek bir kıvama getirmek üzere psikolojik bir savaş yürütmektedir. Tüm dünya adeta burjuvazinin sosyal deney alanına, devasa bir laboratuvara, küresel bir hapishaneye dönüştürülmüştür. Normal dönemlerde kesinlikle kabul ettiremeyeceği iktisadi, siyasi ve sosyal önlemleri böylelikle meşrulaştırmakta, kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için gerekli daha da radikal önlemlerin hazırlığını yürütmektedir.”[1]
Nitekim pandeminin etkisini sürdürdüğü iki yıllık süreçte egemenler bu önlemleri, panik ve şok içindeki emekçi kitlelerin tam anlamıyla pasifize edilmesi sayesinde ciddi bir engelle karşılaşmadan hayata geçirmişlerdir. Demokratik hak ve özgürlüklerinden “gönüllü” feragat eden emekçiler, toplanma ve grev yasakları da dâhil geniş kapsamlı hak gasplarını, uzaktan eğitim denen garabeti, evden çalışma, serbest/freelance çalışma gibi derin sömürü yöntemleriyle yeniden şekillendirilen çalışma rejimlerini, kitlesel işten atmaları, kısa çalışma ödeneğiyle test edilen sefalet ücretlerini ve elbette büyük sermayeye aktarılan onlarca trilyon dolarlık fonları sessizce sineye çekmişlerdir. Bugün emekçilerin büyük bir enflasyon ve yoksullaşma dalgasıyla karşı karşıya kalmalarıyla sonuçlanan bu politikalar, finans-kapital için devasa kârları beraberinde getirmiştir.
Pandemi boyunca insanlara felâketten kurtulmak, ona karşı önlem almak adına sunulan ürünler ve sözde çözümler de büyük bir pazar oluşturmuştur. Hastalık korkusunun, hijyen takıntısının, eve kapanmayla birlikte yaygınlaşan uzaktan çalışma ve uzaktan eğitim uygulamalarının yarattığı yeni durum, sağlık, temizlik ürünleri, kargo/lojistik, bilgisayar, internet gibi sektörlere doğrudan yansıdığı gibi, konut ve tatil piyasasında da yeni alışkanlıklar ve talepler doğurmuştur. Örneğin bahçeli evlere/sitelere, balkonlu ve büyük konutlara, tatil açısından büyük otellerden ziyade apart dairelere, çadır ve karavanlara, tiny house denen taşınabilir küçük evlere rağbet artmış, dolayısıyla tüm bunlar sektörel değişimleri de beraberinde getirmiştir. Kısacası burjuvazi Covid-19 pandemisini tepe tepe kullanmıştır.
“Şok ve dehşet”
Toplumları şoka ve dehşete uğratan felâketleri ekonomik ve siyasi fırsat kapıları olarak değerlendirmek sermayenin fıtratında vardır. Mali sermayenin egemenliği anlamına gelen emperyalizm çağında bu olgu kuşkusuz çok daha yıkıcı boyutlarda kendini gösterir hale gelmiştir. Hele de emperyalizmin hegemon gücü olarak sivrilen ve bu nedenle de bir anlamda onun simgesine dönüşen ABD’nin SSCB ve Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından köpeksiz köyde değneksiz dolaşma pervasızlığını gösterebildiği ve neoliberalizmin en uç noktasına taşındığı milenyum çağında! Amerikan emperyalizminin “yeni dünya düzeni” olarak adlandırdığı dönemin açılışının, İkiz Kulelerin şovvari bir saldırıyla yıkılması ve onun takip eden “şok ve dehşet” operasyonlarıyla yapılmış olması da anlamlıdır. 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısının El Kaide tarafından gerçekleştirildiğini iddia ederek Afganistan’ı işgal eden ABD, bir buçuk yıl sonra Irak’a saldırıp bu ülkeyi işgal ederek Üçüncü Dünya Savaşının en büyük cephesini açmıştı. ABD’nin 2003 Martında gerçekleştirip tüm dünyaya televizyon ekranlarından naklen izlettirdiği bu operasyonun adı da alenen “Şok ve Dehşet” olarak konmuştu. İşte bu işgal, felâketten beslenmenin “duble yolunu” açacaktı ABD ve emperyalist müttefikleri için! Ülkeleri yerle bir edilen Iraklılara şok ve dehşetin en büyüğü yaşatılırken, yağmacıların tek derdi bu kanlı partiden en yağlı parçaları alarak çıkmak ve işgal edilen topraklardaki tüm zenginlik musluklarını kendilerine bağlamaktı.
ABD’nin Irak’ı işgal ederek emperyalist paylaşım savaşını bir üst evreye sıçrattığı o günlerde kaleme aldığı bir yazısında Elif Çağlı bu olguya şöyle dikkat çekiyordu:
“Modern zamanların Caligulası Bush’un ideologları, Irak’ı alevler içinde kavuran operasyona … boşuna şok ve dehşet operasyonu demediler. Irak Savaşı, saldırgan Amerikan tekellerinin hazırladığı dehşet senaryoları bağlamında sahneye konan «oyun»un ilk bölümüydü. Bu bölümde baş diktatör, ikincil bir diktatörün uygulamalarını bahane ederek, Irak diye adlandırılan toprak parçasını işgal etti. Bu bölüm kısa sürdü, perde indi, ama «oyun» devam ediyor. Şimdi sahne, işgal edilmiş Irak’ta yeniden yapılanma adı altında yürüyecek olan emperyalist paylaşım kavgasının aktörlerine açılıyor.”
“Amerikan Newsweek dergisi, savaştan en kârlı çıkacak olanın «Yedi Kız Kardeşler» diye anılan ABD’li ve Britanyalı petrol şirketleri olacağını yazıyor. Böylece, aralarında ExxonMobil, ChevronTexaco, Shell ve BP gibi petrol devlerinin yer aldığı bu şirketler 40 yıl önce Irak petrollerinin devletleştirilmesi sonucunda ellerinden alınan imtiyazlarına yeniden kavuşmuş olacaklar. Bu şirketlerin yeni Irak hükümetiyle üretim paylaşım anlaşması yapacağı, petrol yataklarına ortak olup her türlü muafiyetten yararlanacağı belirtiliyor. Kısacası emperyalist petrol tekelleri, petrol yataklarının hisselerine ortak olacak, petrol kaynakları tükenene kadar ulusal vergi, çevre yasaları gibi ulusal yasalardan muaf tutulacak. Irak Savaşını yürüten Amerikan ve İngiliz emperyalistleri, savaştan sonra girişecekleri yeniden inşa adlı paylaşımda, parsanın büyüğünü asla rakip emperyalist güçlere kaptırmak istemiyorlar. Enerji, iletişim, ulaşım ve diğer altyapı ağlarını yeniden kurmak üzere milyarlarca dolara varan ihalenin en büyük payının Amerikan kökenli şirketlere verileceğine kesin gözüyle bakılıyor.”[2]
Nitekim tüm bunlar kısa bir süre içerisinde teker teker hayata geçirilecekti. İlan ettiği “yeni dünya düzeni”nin jandarmalığına da soyunan ABD, bu savaşla ekonomiyi militarize ederek canlandırma yoluna gitmekle kalmayacak, finans kapitalin her alandaki yağma planlarının da önünü açacaktı. Savaş sadece silah ve petrol tekelleri ya da Blackwater gibi özel orduları değil, inşaattan lojistiğe, sağlıktan gıdaya geniş bir alandaki pek çok tekeli ihya edecekti. İşgalin yakıp yıktığı Irak’ta on binlerce insanın hayatını kaybettiği günlerde yağmacıların Washington’da düzenledikleri “Irak’ın Yeniden İnşası” başlıklı konferansa katılanlardan biri, “yatırım yapmak için en iyi zaman, kanın hâlâ yerde olduğu zamandır” diyerek sermayenin mantığını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu.[3] Kanadalı gazeteci-yazar Naomi Klein’ın aktardığı bu anekdot, kuşkusuz ki onun “felâket kapitalizmi”[4] olarak adlandırdığı olgunun çarpıcı bir ifadesidir.
Irak işgalinin ardından pek çok ülkede El Kaide tarafından üstlenilen ya da onun yaptığı söylenen sansasyonel bombalama eylemleri gerçekleştirildi. 2003 Kasımında İstanbul’da beş gün arayla dört farklı binaya yapılan bombalı saldırılar da onlarca insanın ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına yol açtı.[5] Bu saldırıların bir kısmı yaşanan emperyalist savaşın doğrudan parçasıyken, bir kısmı da “terörle mücadele” adı altında çıkarılmak istenen faşizan yasaların bahanesi kılınmak üzere bizzat istihbarat örgütleri tarafından önü açılan ya da yapılmasına göz yumulan kanlı eylemlerdi. Fakat egemenler “terör” olarak etiketledikleri bu saldırıların hepsini aynı amaç için kullandılar. Bu sansasyonel eylemlerle yayılan şok ve dehşet dalgasından yararlanarak, “terörle mücadele” adı altında her türlü anti-demokratik uygulamayı hayata geçirmek ve bu durumdan hem ekonomik hem de siyasi fayda elde etmek için yararlanmak! Nitekim Amerika’dan Türkiye’ye dünyanın dört bir yanında birbiri ardına çıkarılan “anti-terör” yasalarıyla ülke sınırları adeta hapishane duvarına çevrildi, işçi ve emekçilerin mücadeleleri baskı altına alındı, bütün kentler kameralarla donatıldı, özel güvenlik şirketlerinin istila etmediği tek bir alan bırakılmadı. Böylelikle bütün toplum gözetim altına alınırken, polis devleti uygulamaları da genel bir hal aldı.
Kitlelerin felâketler karşısında uğradıkları şok ve dehşetten faydalanan burjuvazi, “kanın hâlâ yerde olduğu” pek çok olayda benzer yağmacı soysuzluk örneklerini sergilemiştir. Irak işgalinden iki buçuk yıl sonra, 2005 Ağustosunda New Orleans’ı yıkıp sular altında bırakan Katrina kasırgası sonrasında yaşananlar meselâ. Amerikan hükümetinin, ne zaman geleceği ve şiddeti bilindiği halde halka tahliye çağrısı yapmak dışında hiçbir önlem almaması ve daha da önemlisi doğal felâketler için ayrılan fonları Irak savaşına aktarması nedeniyle, Katrina kasırgası tam anlamıyla bir felâkete dönüşmüştü. Afganistan ve Irak’a devasa bir hava gücü gönderen ABD, kasırganın vurduğu bölgelerdeki halkı kurtarmak, yardım götürmek ve tahliye etmek için helikopter bulamıyordu! Maddi koşulları elvermediği için bölgeyi terk edemeyen 300 bine yakın yoksul ve çoğu siyah emekçi şok ve dehşet içinde devletin kendilerine yardım ulaştırmasını beklerken, devlet “yağmacılara karşı güvenliği korumak” adına askerlere silah kullanma ve öldürme yetkisi vermekle meşguldü. 3 bine yakın insan hayatını kaybetmiş, kalanlar haftalarca temiz su ve yiyecek bile bulamamıştı, ama egemenler onları zerre kadar umursamayıp bambaşka hesaplar peşindeydi.
Neoliberalizmin gurusu Milton Friedman da bunların sözcüleri arasındaydı. New Orleans’ın korkunç bir yıkıma uğradığı o günlerde Wall Street Journal’a yazdığı bir yazıda, bölgedeki okulların harabeye döndüğünü, bunun bir trajedi, ama aynı zamanda da eğitim sisteminde radikal reformlar gerçekleştirmeye zemin sağlayan bir fırsat olduğunu söylüyordu Friedman. Ona göre devlet okullarını yeniden inşa etmek için kaynak ayırmak yerine ailelere özel okullarda harcayacakları eğitim kuponları vermeliydi! Şili’de Pinochet döneminin yıkıcı neoliberal politikalarının planlayıcısı olan ve 1970’li yıllarda Şili’yi özelleştirmelerin laboratuvarı haline getiren Friedman, ABD’de de kasırganın yarattığı şoku fırsata çevirip eğitimi tümüyle özelleştirecek “kalıcı bir reform”un hayata geçirilmesinin peşindeydi. Friedman’a göre devlet okullarındaki eğitim sosyalizmi çağrıştırıyordu ve bundan kurtulmak gerekiyordu! Nihayetinde George W. Bush yönetiminin on milyonlarca dolarlık fonlar ayırıp ailelere eğitim kuponları vermesiyle bu bölgede eğitim fiilen özelleştirildi:
“Setlerin onarılması ve elektrik şebekesinin yeniden çalışır hale getirilmesi sürecinde gözlenenin tam tersine, New Orleans’ın okul sisteminin haraç mezat satılması askeri bir hız ve kesinlikle gerçekleştirilmişti. Şehrin yoksul sakinleri hâlâ sürgündeyken, on dokuz ay içerisinde New Orleans’ın devlet okulu sisteminin yerini neredeyse tamamen özel mülkiyetin eliyle işletilen özel okullar almıştı. Katrina Kasırgası’nın öncesinde okullar dairesi toplam 123 devlet okulunu idare ediyordu; şimdiyse bu sayı sadece 4’e inmiş bulunmaktadır. Fırtına’dan önce şehirde sadece 9 tane özel okul vardı; şimdi bu sayı 31’e ulaşmış durumdadır. New Orleans’ın öğretmenleri eskiden güçlü bir sendika tarafından temsil edilirlerdi; şimdiyse sendikanın yaptığı anlaşmalar paramparça edilerek yırtılmış ve 4700 sendikalı öğretmen işinden olmuştur. Genç öğretmenlerden bazıları özel okullar tarafından işe alınıp maaşları düşürülmüştür, ama çoğu işsizdir.”[6]
Yıllarca uğraşıp başaramadıklarını Katrina kasırgasını fırsata dönüştürerek bir günde başaran yağmacıların ideologu Friedman, fikirsel hazırlıkların bu tür krizler öncesinde yapılmış olmasının önemine işaret ederek, neoliberal ideolojinin pek çok alanda nasıl pratiğe geçirildiğini de itiraf etmiş oluyordu böylece. “Belli başlı değişiklikleri gerçekleştirmek için yeni bir yönetimin altı-dokuz ayı vardır; eğer bu dönemde kararlı bir şekilde hareket edip fırsatları değerlendiremezse, bir daha böyle fırsatlar yakalayamaz” diyen Friedman, saldırı politikalarının emekçi kitlelerin idrak edip tepki vermeye fazlaca fırsat bulamayacakları kadar ani ve hızlı biçimde hayata geçirilmesi gerektiğini savunuyor ve buna “şok tedavisi” diyordu.[7] Onun şok tedavisi dediği şey, ajite olmuş bir insanı elektrik şokuyla pelteye çevirip düşünemez hale getirmekten farksızdı ki, Şili’de ikisi bir arada yapılmıştı!
Türkiye’de 1999 Kocaeli depremi de çarpıcı bir örnektir. Depremi fırsata dönüştüren hükümet, halk daha bu yıkımın şokunu atlatamadan bir gece yarısı baskınıyla Emeklilik Yasasını değiştirmişti. Normal zamanlarda kıyametin kopması anlamına gelecek bu değişiklik, o gün işçi sınıfı daha ne olduğunu anlamadan apar topar Meclisten geçirilmiş ve böylece mezarda emekliliğin ilk adımı atılmıştı. Depremin yaralarını sarmak üzere kısa bir süre toplanacağı söylenerek çıkarılan Özel İletişim Vergisi ise bugün hâlâ toplanmaya devam ediliyor. Elbette her felâkette oranları bir kez daha arttırılarak!
Ve Sri Lanka’da yaşananlar... 2004 yılının son günlerinde gerçekleşen tsunamide çoğu yoksul balıkçılardan oluşan 35 bin Sri Lankalı hayatını kaybederken 1 milyondan fazlası evsiz kalmıştı. Bu felâketi fırsat bilen egemenlerin ilk işi, güvenlik adına sahil bandında iki yüz metrelik bir tampon bölge ilan etmek olmuştu. Sözde burada herhangi bir yapılaşma yasak olacaktı. Fakat asıl amacın insanların güvenliğini sağlamak olmadığı kısa bir süre sonra anlaşıldı. Egemenlerin derdi sahili yoksul balıkçıların barınaklarından ve köylerinden arındırarak turizm endüstrisinin talanına açmaktı. Nitekim daha önce büyük bir tepki toplayan bu plan, bir felâketin fırsata çevrilmesiyle kolayca hayata geçirildi. Üstelik devlet, “iyileştirme” adı altındaki milyonlarca dolarlık projeyi, tsunami kurbanları adına toplanan yardım paralarıyla finanse etti, yani bu paralar yoksul halka zırnık koklatılmadan sermayeye akıtıldı. Emekçilere verilen kalıcı konut sözleri de tutulmadı ve milyonlarca insan teneke kulübelerde yaşamaya mahkûm bırakıldı.
Sri Lanka burjuvazisinin nicedir hayata geçirmek istediği fakat emekçilerin direnişi yüzünden bunu bir türlü başaramadığı “Sri Lanka’yı Yeniden Kazanmak” adlı neoliberal yeniden yapılandırma planı da son sürat devreye sokuldu. Bu plan, IMF’den alınacak krediler karşılığında başta elektrik ve su olmak üzere büyük bir özelleştirme furyasının başlatılmasını, iş yasalarının esnekleştirilmesini, topraktaki özel mülkiyet engellerinin kaldırılmasını ve o dönemde pek çok ülkede hayata geçirilen bildik IMF programlarını içeriyordu. Sri Lanka hükümeti, tsunamiden dört gün sonra, kimseler duymadan suyu özelleştiren bir yasayı Meclisten geçirerek bu planın ilk adımını devreye sokmuştu. Geri kalanı da kısa sürede uygulamaya koyulacaktı. Küçük balıkçılığın yerini hızla endüstriyel balıkçılığa bıraktığı, özelleştirilen devlet şirketlerinde büyük bir işten atma dalgasının yaşandığı, mal ve hizmet fiyatlarının sıçramalı bir şekilde arttığı, işçilerin çok daha ağır sömürü koşullarına mahkûm edildiği Sri Lanka’da emekçiler böylece ikinci bir tsunamiye daha maruz kalacaklardı: Neoliberalizm tsunamisi! Üstelik tüm bunlar, daha sekiz ay önce, bu plana karşı çıkarak emekçilerin desteğini alan ve bu sayede iktidara gelen sol koalisyon hükümeti eliyle gerçekleştirilecekti. Bahane hazırdı: Ülkeyi ayağa kaldırmak için dışarıdan kredi almak ve bunun için de bu planı hayata geçirmek zorundayız!
2010 Ocağındaki büyük depremin ardından Haiti’de yaşananlar da felâketten nemalanmanın örneklerinden birini oluşturuyor. Korkunç bir yıkıma yol açan 7 büyüklüğündeki bu depremde resmi rakamlara göre 300 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, 250 bin kişi yaralanmış, 1 milyon Haitili ise evsiz kalmıştı. Nüfusun üçte birine yakınını oluşturan 3 milyon insanın doğrudan etkilendiği depremde başkanlık sarayı, BM temsilciliği, devlet binaları, hastaneler, okullar ve binlerce ev yerle bir olmuştu. Latin Amerika’nın bu en yoksul ülkesinde halk şok ve dehşet içindeyken, fırsatçılar jet hızıyla ulaşacaklardı bu ada ülkesine. Elbette halka yardım için değil, yıllardır Küba’ya karşı siper olarak gördükleri ve aynı zamanda değerli madenleri için asla elden çıkarmak istemedikleri bu ülkede, yönetimi ve ekonomiyi kendi çıkarları temelinde daha derinden şekillendirmek için!
Nitekim “Haiti’ye Yardım” adı altında büyük bir askeri çıkarma yapan ABD, bu ülkeyi 20 bine yakın askerle fiilen işgal etti. 2004’ten bu yana Birleşmiş Milletler Gücü görünümündeki emperyalist işgalde, ABD böylelikle ön almış oluyordu. Öte yandan bu deprem, dış yardıma muhtaç olan Haiti’yi emperyalist reçeteler karşısında çok daha savunmasız bırakacaktı. Depremden önce Haiti’yi turlayan eski başkan Clinton, bu ada ülkesinin kuzeyinde bir turizm cenneti kurmak için lobi faaliyetleri yürütüyordu. Ayrıca Haiti, işgücünün kölece çalıştırılabildiği bir tekstil endüstrisi üssü haline getirilmek isteniyordu. Özelleştirme programlarının hızlandırılması, devlet sübvansiyonlarının kaldırılması gibi dayatmalar da cabasıydı. Sonuçta “Haiti’nin Yeniden İnşası ve Ulusal Kalkınması için Eylem Planı” adı altında bir yağma planı hazırlandı ve bunu hayata geçirmek için bir komisyon oluşturuldu. Geçici Haiti İyileştirme Komisyonu (IHRC) adı verilen bu komisyonda sayısal ağırlık, aralarında Dünya Bankası, IMF ve Amerikalar Arası Kalkınma Bankası gibi emperyalist finans kuruluşlarından ve ayrıca Clinton’a ek olarak Brezilya, Kanada, Fransa ve ABD’den birer temsilci olmak üzere emperyalist güçlerin elindeydi. Haitili üyeler de tümüyle sermayenin temsilcisiydiler. Yani emperyalist güçler ve Haiti burjuvazisi bu depremi kendi çıkarları temelinde fırsata dönüştürürken, Haitili emekçilerin payına sefalet kuyusunun çok daha derinlerine itilmek düşmüştü.
Bu sistemin efendileri sadece doğal felâketleri değil sarsıcı siyasi ve sosyal olayları da fırsata çevirip sömürmekten, hatta bunun için tertiplerde bulunmaktan geri durmamaktadırlar. Meselâ Türkiye’de geçtiğimiz günlerde yedinci yılı “idrak edilen” 15 Temmuz vakası böyle bir olaydı. 15 Temmuz sözde darbe girişimini, toplumu bu şokla felç edip kendi darbesine zemin hazırlamak için kullanan AKP iktidarı, bu sayede faşist bir rejim inşa etmek üzere ihtiyaç duyduğu bütün adımları atma şansı buldu. Olağanüstü yetkilerle donanan Erdoğan’ın ülkeyi “şirket gibi” yönetmeye başlayıp emeğin ve doğanın dizginsiz yağmasına CEO olarak nasıl başkanlık ettiğini bu yedi yılda hep birlikte gördük. Resmi rakamlara göre 60 bine yakın insanın hayatını kaybettiği son deprem felâketinde ve onu takip eden seçimlerde ise totaliter bir gücün yapabileceklerinin âlâsına tanık olduk.
Erdoğan AKP’sinin Suriye savaşına nasıl şevkle girdiğini, milyonlarca Suriyelinin hayatını altüst eden bu savaşa nasıl fırsat gözüyle baktığını, Afrin ve sonrasında diğer bölgeleri işgal ederek buranın tüm zenginliklerini nasıl sömürdüğünü de biliyoruz. Dahası, başta Erdoğan’ın bakanları olmak üzere geniş bir burjuva kesim, savaşın yarattığı yıkımı fırsata dönüştürüp yüz binlerce mülteciyi köle gibi sömürmekten son derece memnundurlar ve bunu dillendirmekten de çekinmemektedirler. On milyonu aşkın Türkiyeli işçi işsizken, onlar, Suriyelilerin geri gönderilmesinin ciddi bir işgücü açığı yaratacağından “endişe” duyduklarını söylemektedirler.
Dediğimiz gibi, kapitalizmde her şey gibi felâket de sınıfsal bir olgudur. Kimileri için yeni kazanç kapıları açar, kimilerini vurup yıkar. Karşımızda, nüfuz bölgelerini genişletmek için, hammadde kaynaklarını tekeline almak için vb. bölgesel, hatta küresel savaşlar çıkaran, bu savaşlarda son derece yıkıcı konvansiyonel silahların yanı sıra gelecek kuşakların hayatını da cehenneme çeviren nükleer silahları kullanan; çeşitli deneyler ya da diğer türden kirli amaçlar için milyonlarca insanın canına mal olan hastalıkları bilinçli bir şekilde yayabilen; salt ormanlık arazileri büyük sermayenin talanına sunmak için hektarlarca alanı ateşe verebilen; “rasyonel ekonomi politikaları”nı hayata geçirmek adına, sermayeyi ihya ederken yoksul emekçilere astronomik zamları, vergileri, düşük ücretleri dayatan bir sistem bulunuyor. Bu sistemde sermaye için akılcı yani rasyonel olan, emekçiler için akıl dışı yani irrasyoneldir.
Özünde, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının, bir asalak azınlığı lüks içinde yaşatmak için biteviye çalışması ve her şeyi kendisi ürettiği halde bunun için kullandığı üretim araçlarına asla sahip olamaması ve ekonomik egemenlikle birlikte siyasal egemenliği de bu azınlığa teslim etmesindeki akıl dışılık ortadan kaldırıldığında, insanın ve insan aklının özgürlük çağına da adım atılmış olacaktır. İşte o zaman felâketler insanlığın gerçekleşmeden önce engellemeye girişeceği, engellenemediyse üstesinden gelmek için çabalayacağı ve yaraları en kısa sürede saracağı olaylar olacaktır, sömürülecek fırsatlar değil!
[1] Oktay Baran, Covid-19: “Dünya Büyük Bir Felâketle Karşı Karşıya” mı?, 30 Mart 2020, marksist.net/node/6871
[2] Elif Çağlı, Emperyalist Paylaşım Savaşı Devam Ediyor, 11 Mayıs 2003, marksist.net/node/298
[3] Naomi Klein, Şok Doktrini - Felaket Kapitalizminin Yükselişi, Agora Kitaplığı, 2010, s.458
[4] Klein, felâket olaylarının ardından kamu alanını hedef alan, ayrıca felaketleri “heyecan verici piyasa fırsatları” olarak gören örgütlü saldırıları “felâket kapitalizmi” diye nitelendirdiğini belirtmektedir.
[5] Elif Çağlı, İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler, 29 Kasım 2003, marksist.net/node/302
[6] Naomi Klein, age, s.4-5
[7] Naomi Klein, age, s.7
link: İlkay Meriç, Felâketler Yaratmak, Felâketten Beslenmek!, 24 Temmuz 2023, https://marksist.net/node/8023
Mezbahaya Dönen Yaşamlar!
Kemal Türkler’i An(la)mak!