Seçim sürecinin gündeme getirdiği tartışmalardan birisi de “güçlü lider” konusu idi. Erdoğan’a oy verenler de Kılıçdaroğlu’nu pek benimsemeyen muhalif seçmenler arasındaki geniş bir kesim de “güçlü lider” istediklerini dile getiriyorlardı. CHP’ye yeni lider arayışının alevlendiği şimdilerde de açıktan ya da örtük biçimde aynı anlayış kendisini hissettirmekte. Sert sözler söyleyen, masaya yumruğunu vuran, “karizma” sahibi liderlerin teveccüh gördüğü zamanlardayız. Nitekim “güçlü lider” söyleminin son yıllarda tüm dünyada yükseldiği görülüyor. Trump kaybettiği son seçimlerden önce, Putin’lerin, Erdoğanların olduğu bir dünyada böylesi adamlarla başa çıkabilmek için ABD’nin kendisi gibi güçlü bir lidere ihtiyaç duyduğunu, Biden gibi adamların bu zorlukların üstesinden gelemeyeceğini söylemişti meselâ. Özetle dünya artık sert adamların dünyası diyordu. Daha sofistike bir tarzda da olsa benzer düşünceleri Erdoğan’ın beyin takımından İbrahim Kalın da dile getirmişti. Erdoğan’ın temsil ettiği otoriterliğin belirtilerine yönelik eleştirilere yanıt verme çabası içindeki Kalın, bunun otoriterlik değil güçlü liderlik olduğunu, dünyada güçlü liderlere ihtiyaç duyulan bir döneme girildiğini anlatmaya çalışıyordu. Bu söylemin yaygınlaşması tesadüf değil, kapitalizmin tarihsel kriziyle doğrudan ilişkili bir olgudur. Nasıl ki bu dönem ekonomik krizlerin sıklaştığı ve ağırlaştığı, emperyalist savaşların kızıştığı bir dönemse, militarizmin, faşizmin, ırkçılığın, milliyetçiliğin ve otoriter siyasi eğilimlerin de yükseldiği bir dönemdir. İşte “güçlü lider” söylemi ve arayışı da bu eğilimlerle bağlantılıdır.
Güçlü lider kavramı farklı egemen sınıf siyasetlerinin çoğu kavramları gibi örtülü nitelik taşır. Kelime olarak alırsanız ortalama insan “ne var ki güçlü lider tabirinde” der. Lider güçsüz mü olsun? Ya da lider dediğin güçlü olur, milyonlarca insandan oluşan toplumu bir arada tutabilecek güçlü bir irade ister vb. Sınıf bilincinden ve örgütlülüğünden yoksun, sınırlı gündelik deneyimlerinin içinde yaşayıp giden sıradan milyonlarca emekçinin içine itilebileceği bir düşünüş tarzıdır bu. Güçlü lider kavramını emekçi kitlelere benimsetmek isteyen egemenlerin derdi başkadır elbette. Onlar demokratik hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılmış, bu hakları kullanması istenmeyen, uslu ve itaatkâr kitleler istemektedirler. Güçlü lider lazım derken, aslında “bakın güçlü lider var o sizin iyiliğiniz için her türlü zorluğu göğüslemeye hazır ve ne gerekiyorsa yapacak, sizin inisiyatif göstermenize, kendi adınıza harekete geçmenize gerek yok” demek istemekte, anti-demokratik otoriter yönetim tarzlarını emekçilere iyi bir şeymiş gibi benimsetmeye çalışmaktadırlar. Hedef, kitlelerin kendi potansiyel güçlerine yabancılaşması, böylelikle kendilerini aşağılaması, kendi sınıf çıkarlarını düşünmekten uzaklaşması, kendilerinin yerine lideri koymasıdır.
Geniş emekçi yığınlar, risk ve tehditlerin arttığı, yüz yüze geldikleri sorunların çetrefilleşip derinleştiği şartlarda, “güçlü lider” demagojisine kulak kabartır hale gelebiliyorlar. Ama bu şartlara ek öznel şartlar olarak, sınıf çıkarlarını savunmalarına olanak sağlayacak örgütlülüklerden ve bunlar üzerinden yükselen liderliklerden yoksun olmaları belirleyici oluyor. Böylece emekçiler aslında kendi örgütlü güçlerinden gelmesi gereken güveni başka bir noktada, bir güçlü liderde aramaya başlıyorlar. Bu elbette düzenin çeşitli kollardan ideolojik propagandasıyla beslenip kitlelerin zihnine yerleştiriliyor.
Propaganda dediğimizde bunu sadece medyadan empoze edilen fikirler olarak görmemek gerekiyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan gelenek ve anlayışlar, kurumsal eğitim sistemi gibi mekanizmalar toplumu kuşatan koca bir bütün olarak iş görür bu alanda. Ama bunlarla iç içe daha dolaysız etki yaratan bir gerçekliğe dikkat çekmek gerekiyor bu noktada: kapitalizm altında emekçinin nesnel konumunun kendiliğinden yarattığı etki.
Kapitalizmin öğütücü çalışma ve yaşam şartlarında hayat sürmeye çalışan emekçiler genel siyasal sorunlarla ilgilenmeye pek meyilli değildirler. Fiziksel ve mental olarak yorucu çalışma saatlerinin kişiye bindirdiği yükün yanı sıra başta geçim ve aile yaşamının gerekleri doğrultusunda harcanması gereken çaba işçi-emekçiler için zorlayıcıdır. Kalan sınırlı zamanın da (eğer kalmışsa) kişinin kendince nefes alması anlamına gelen serbest zaman etkinliği ile geçtiği düşünüldüğünde, örgütlenme ve siyasal hayata müdahale için ayrıca zaman ve enerji harcamanın ortalama emekçi için kolay olmadığı ortaya çıkar. O yüzden siyaset “siyasetçilerin işi” olur. Bu anlayış bir kez yerleşince zaten genel olarak “güçlü lider” arayışı için uygun bir zemin şekillenmiş olur. Bu durum ortalama emekçinin kendisini bu tür sorunlarla uğraşmak için güçsüz hissetmesi gerçekliğinin diğer yüzüdür sadece. Güçlü lider onların zayıflıklarının bir telafisi gibi görünür emekçilere.
Bunun yıkıcı bir yanılsama olduğunu anlatmaya elbette gerek yoktur. Tarihte özellikle güçlü lider denilen figürlerin iktidara geldiği toplumlarda ne büyük acılar ne büyük felâketler yaşandığını biliyoruz. Hitler ve Mussolini gibi adamların sadece adlarını hatırlamak yeterlidir. Günümüz dünyasında da “güçlü lider” denildiğinde akla gelen isimlerin Putin, Trump, Erdoğan, Modi, Orban, Şi gibi isimler olması tesadüf değildir. Bunların kendi toplumlarına ve genelde dünyaya ettikleri kötülükler şimdiden büyük bir kayıt defteri oluşturmuş durumdadır. Otoriter ve giderek faşist eğilimleri temsil eden bu “güçlü liderlerin” hüküm sürdüğü dünyada emekçilerin yoksullaşması derinleşmiş, sınıfsal eşitsizlikler hızla artmış, emekçilerin uzun yılların mücadeleleriyle kazandıkları demokratik hak ve özgürlükler daha büyük hızla tırpanlanmaya başlamış, dünyanın gitgide artan sayıda bölgesi emperyalist savaşın alevlerine maruz kalmış, küresel göç dalgaları tetiklenmiş, yüz milyonlar yerlerinden yurtlarından olarak göç yollarında sefaletin derinliklerine sürüklenmiş, ırkçılık ve faşizm güçlenmiştir. İşte “güçlü lider” dendiğinde tüm bunların ve daha fazlasının bir arada olduğu bir tablo akla gelmelidir.
Dolayısıyla bu güçlü liderlerin müktesebatı bize işçi sınıfının ve genelde emekçi kitlelerin bu liderlerle güçsüzleştiğini, kendi kaderlerini tayin etmede, refahlarında ve özgürlüklerinde büyük gerilemeler yaşandığını gösteriyor. Özetle “güçlü liderin” olduğu yerde güçsüz kitleler vardır.
Asyatik gelenekler
Güçlü lider meselesinde özellikle bizim topraklar açısından dikkate alınması gereken bir önemli nokta daha var. Tarihinde sivil toplumun oluşmadığı ve demokratik geleneklerin bulunmadığı bizimki gibi ülkelerde, bu liderlik anlayışı daha köklü bir anlayış olarak ortaya çıkmaktadır. Astığı astık kestiği kestik sultanların hüküm sürdüğü bu coğrafyada sorun başka yönler de içermektedir.
Yeryüzündeki farklı ülke ve toplumların farklı gelenekleri olduğunu biliyoruz. Bu gelenekler kimi durumlarda otoriter eğilimleri besleyici, bunlara çanak tutucu bir zemin sunarken, kimi durumlarda bunu zorlaştırıcı etki yapar. Türkiye gibi tarihsel olarak Doğu despotizminin damgası altında şekillenmiş ülkelerde etki, anti-demokratik otoriter eğilimleri besleyici yöndedir. Bu toplumlarda sivil demokratik gelenek ve teamüller zayıftır. Temelde devletten türeyen ve aileye varıncaya kadar toplumun en küçük kurum ve hücrelerine sinen otoriter eğilimler kendini gösterir. Sendikalar, dernekler, kooperatifler, siyasi partiler gibi bilumum örgütlenmeler bu genel eğilimin etkilerini taşır. Kapitalist düzenin temel sömürülen sınıfını oluşturan işçilerin, sömürüye ve ona eşlik eden baskıya karşı mücadele eğilimiyle kurdukları sendikalarda bile bunun ağır etkileri görülür. İşyerinde temsilci seçilen işçilere bile çalışma arkadaşları “başkan” demeye başlayıp, çoğu durumda ona hoş görünme eğilimine girerler.
Marx, Doğu despotizminin hâkim olduğu toplumlarda siyasetin emekçilere gökler kadar uzak göründüğünü söylemişti. Kapitalizmin tüm düzleştirici, çözücü etkilerine rağmen bu ülkelerde söz konusu temeller o denli derinlere kök salmıştır ki, toplumsal hayatın birçok yönü bu temel etkilerin izini taşır. O kadar ki tarihin gördüğü en görkemli devrime sahne olmuş Rusya’da bile, köylüler arasında ilk dönemlerde Lenin’i ülkeyi yönetmek üzere gelmiş yeni Çar olarak algılayanlar olabiliyordu. Doğu’da binlerce yıllık bir durağanlığın pençesinde yaşayan geniş emekçi köylü kitlelerin rutin bir şekilde sürdürdükleri tarım ve hayvancılık faaliyetleri onların tüm varoluşlarını kuşatmaktaydı. Devletin despotik yönetimi altında artı-ürünlerini vergi adı altında devlete teslim ediyor ve kalan kısıtlı ürünle zorlu hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Siyaset, ülke yönetimi onlar için gerçekten gökler kadar uzak bir konuydu. Bir padişah (sultan, çar, şah, kral vs.) ölür, yerine oğlu gelirdi ve hayat kuşaklar boyu pek değişmeden devam ederdi.
“Asyatik sınıflı toplumlarda, despotik devleti sırtında taşıyan alt sınıflara, yani kırın doğrudan üreticilerine gelince, onlar devlet katında cereyan eden politik çatışmaların (yani yönetici devlet sınıfı içindeki iktidar kavgalarının) genellikle dışındaydılar. Dolayısıyla, alt sınıfların yaşam tarzları, tepede cereyan eden bu tür çatışmalardan hiçbir biçimde etkilenmiyordu. Bu nedenle de, asyatik köy topluluklarının «kapalı devre» yaşamları yüz yıllar boyunca hep aynı düzen içinde ve aynı yavaşlıkta sürüp gitmiştir. Marx’ın dediği gibi, politik gökyüzündeki fırtınalar bu küçük köy topluluklarını zerrece etkilemiyordu. Varlıklarını binlerce yıl sürdüren bu «kendine yeterli» asyatik köy toplulukları, kozalarının dışına çıkıp, başka topluluklarla ekonomik ilişkiler geliştirmek gibi bir süreci hemen hiç yaşamadılar. Bu zararsız görünümlü köy topluluklarının, binlerce yıl boyunca Doğu despotluğunun ekonomik temelini oluşturmaktan öte bir varlık gösterememelerinin, ya da Marx’ın deyimiyle «bu haysiyetsiz, hareketsiz ve bitkisel yaşamın, bu edilgen varoluş biçiminin» açıklanabilir bir nedeni olsa gerektir.”[*]
Bu tür bir tarihsel arka plan modern çağlara geldiğimizde işçi sınıfı mücadelesinde de ek zorluklar doğurmaktadır. Kapitalizmin yabancılaştırıcı, işçileri siyasetten uzaklaştırıcı etkilerinin, ideolojik baskısının yanı sıra derin tarihsel köklerden gelen bu olumsuz etkiler, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi çabasını daima zorlaştırmaktadır. Bizimki gibi demokratik sivil toplum yapılarının ve geleneklerinin zayıf olduğu ülkelerde örneğin sendika bürokrasisi olgusu da çok daha zorlu bir sorun olmaktadır. Bu bürokrasi çok daha sağlam biçimde yerleşmekte, sökülüp atılması çok daha farklı boyutlar içeren mücadeleleri gerektirmektedir. Tarihsel kökleri olan itaat, biat ve kafa kol ilişkilerine, Mehmet Sinan’ın vurguladığı gibi haklara değil ihsanlara alışık teamüllere dayanarak, bürokratlar hâkimiyetlerini sürdürebilmek için her düzeyde ayak oyunlarına ortak edecek sıradan işçiler devşirebilmektedir. Bu aynı zamanda bürokrasinin uzun vadede “insan kaynağını” da oluşturan önemli bir kanaldır. Makam mevki verilerek işyeri düzeyinden devşirilen işçiler yeni bürokratlar olarak yetişmekte ve sürekliliği sağlamaktadırlar. Tabanda demokratik işçi mücadelesi geleneklerinin sarsıcı etkisi olmadıkça, sendika başkanları, şube başkanları, yöneticileri, giderek işyeri temsilcileri hikmetinden sual olunmaz padişahlar gibi davranabilmekte ve öyle algılanabilmektedirler.
İşçilerin kolektif sınıf aklına, işyeri düzeyinden başlayarak kendi örgütlü birliklerine güvenmeyip karşı karşıya kaldıkları sorunları birtakım kurtarıcıların ya da “iş bilir” liderlerin halledebileceğini sanmalarının son tahlilde büyük bir yanılgı olduğu aşikâr. İşçi sınıfının mücadelesinde kestirme yollar yoktur. Başarının anahtarı daima işçilerin bilinç ve örgütlülüklerinin yeterli düzeye yükselmesidir. Marx, Birinci Enternasyonal’in Kuruluş Çağrısının sonlarında işçiler için, “Bir tek başarı öğesine sahipler: sayıları; ama sayı, ancak güç birliği ile birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelir” diyordu. İşçi sınıfının önderi olan Marx işçilere gereken bilinç ve örgütlülüktür diyor, güçlü lider değil. İşçi sınıfının gerçek önderlerinin söylemi de çabası da daima bu doğrultuda olmuştur.
İşçi sınıfı için gerekli olan, “güçlü” bir lider değil, kendi özgücüne güvenmesini sağlayacak devrimci partisi başta olmak üzere, her düzeydeki sınıf örgütleridir. Esas olan budur. Bu tür örgütleri sınıfa, onun tarihsel mücadele mirasını billurlaştıran ve ortak aklının ifadesi olan kolektif bir liderlik sunar. Burada liderlik de bireyler anlamında liderler de vardır hiç kuşkusuz, ama bunlar “güçlü lider” kavramına yüklenen anlamın tam zıddını ifade ederler. İşçi sınıfının kendisini kurtaracak olan kolektif özgürleştirici eylemini hazırlayan ve onu bu yola sevk eden bir liderlik anlayışına ihtiyacı var. Erdoğan öfke içinde “ayaklar baş mı olacak” demişti bir keresinde. İşte işçi sınıfının gerçek liderlikleri bu sözlerde ifade bulan anlayışın tam zıddını temsil ediyor.
[*] Mehmet Sinan, Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı, 27 Temmuz 2007, marksist.net/node/1616. Mehmet Sinan’ın bu konuyu işleyen ve sitemizde yer alan yazılarının tümü önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Konuyla ilgilenenlerin bu yazıları okumalarını önemle öneriyoruz.
link: Levent Toprak, Güçlü Lider Arayışı Ne Anlatıyor?, 18 Haziran 2023, https://marksist.net/node/7997
Yunanistan’da Mülteci Katliamı ve İşçi Protestoları
“Dünya Mülteciler Günü” ve Egemenlerin Vicdan Maskesi