Kapitalist üretim tarzının sebep olduğu iklim krizinin artık gözlerden saklanamaz olması ve tepkilerin yükselmeye başlamasıyla birlikte emperyalist örgütlerin tepelerinde konuya dair raporlar art arda yayınlanmaya, sözde çözüm önerileri sunan toplantılar yapılmaya başlandı. Fakat her uluslararası toplantı sonrası verilen büyük sözler unutuldu ve kapitalist sistem kendi yolunda ilerlemeye devam etti.
İklim krizinin temel nedenlerinden birini kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtlar oluşturuyor. “Sanayi devrimiyle birlikte başta kömür olmak üzere fosil yakıtların kullanımının fütursuzca artması, atmosferdeki sera gazlarının oranını da aynı derecede arttırdı. Yapılan araştırmalar, atmosferdeki karbondioksit oranının 1750 yılı ile karşılaştırıldığında yüzde 40 artmış olduğunu ortaya koyuyor. Sera gazlarındaki bu artış, haliyle güneşten gelen ışınların yeryüzünde sıkışmasına ve böylece dünyamızın sürekli ısınmasına sebep oluyor. Son 150 yılda yerküre 1 derece ısındı, bu ısınmanın üçte ikiden fazlası ise son 50 yılda meydana geldi. Kulağa 1 derece oldukça az gelebilir fakat istatistiklere göre dünya eskiden 150 bin yılda 1 derece ısınıyordu! Ayrıca çok daha yıkıcı olayların habercisi olan yaşadığımız felâketler, büyük ölçüde yerkürenin 1 derece ısınması sonucu meydana geldi. Bilim insanları kritik eşiğin 2 derece olduğunu ve çok değil, 2030 yılına gelindiğinde yerkürenin 1,5 dereceden fazla ısınmış olacağını ısrarla vurguluyor.”[1]
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ilk olarak 1992 yılında 100’den fazla ülke tarafından küresel emisyonları düşürmek vaadiyle imzalandı. 2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması, katılımcı ülkelerin küresel ısınmayı 1,5-2 dereceyle sınırlama konusunda taahhütte bulunduğu ilk anlaşma oldu. İmzacı ülkeler 2030 yılına kadar küresel ısınmayı sanayi devrimi öncesi ortalama sıcaklığın 1,5 santigrat derece üzerinde sınırlandırma hedefini önlerine koydular ama fosil yakıttan enerji üretimi de artarak devam etti. Verilen sözlerin hiçbiri tutulmadı.
2020 Mart ayıyla birlikte ilan edilen Covid-19 pandemisi aslında kapitalist sistemin içinde olduğu derin ekonomik krize karşı mücadele etmek için bir nefes arası olarak kullanıldı emperyalistler tarafından. Fakat elbette bunun da faturası oldu. Üretimin düşmesi ve tedarik zincirinin bozulması ilk önce petrol fiyatlarını düşürse de pandeminin etkisinin azalmasıyla fiyatlar tekrar fırladı. Pndemiden sonra 3. Dünya Savaşının yeni ve önemli bir cephesi olarak başlayan Ukrayna-Rusya savaşı ise zaten bozuk olan dengeleri tekrar altüst etti. Küreselleşen kapitalizmde üretim zincirleri küresel ölçekte birbirine bağlı olduğu gibi, yaşanan krizler de küresel ölçekli oluyor. Savaş, ekonomik kriz, iklim, gıda, göç krizleri farklı düzeylerde de olsa tüm dünyada eş zamanlı etkisini hissettiriyor.
Rusya dünyanın en büyük ikinci petrol üreticisi ve ham petrol ihracatçısı. Ayrıca “Rusya (2020 yılında), dünyadaki buğday üretiminin yüzde 11’ini karşılamanın yanı sıra, ham petrol üretiminin yüzde 12,1’ini, doğal gazın yüzde 16,6’sını, paladyumun yüzde 43’ünü ve alüminyum arzının yaklaşık yüzde 6’sını sağladığı gibi, aynı zamanda önemli bir titanyum, nikel, bakır ve platin üreticisi bir ülke. Öyle ki ABD, Avrupa ve İngiltere’nin sivil havacılık sanayileri Rusya’dan yapılan titanyum tedarikine bağımlılar. Ukrayna da benzer bir biçimde önemli bir uranyum, titanyum, demir cevheri, çelik ve amonyak üreticisi. Bu yüzden de Rusya’ya yönelik olarak uygulanan yaptırımlar, 2018’de olduğu gibi, alüminyum piyasasını sarsabilir ve bir bütün olarak metal piyasasını ciddi sıkıntıya sokabilir. Bu da bu maddelerin girdi olarak kullanıldığı çok sayıda sektörde üretim sorunlarına ve ciddi fiyat artışlarına yol açabilir.”[2] ABD ve AB’nin Rusya’ya uyguladığı ambargo sonrası Rusya’nın gaz akışını kesmesiyle AB devletlerinde panik çok daha fazla yükseldi. Bir yanda artan enerji fiyatları ve onun tetiklediği enflasyon, diğer yanda kışın kapıda olmasıyla artacak enerji ihtiyacının karşılanamayacak olmasından duyulan panik var.
Marksist Tutum’da Rusya-Ukrayna savaşını irdeleyen yazılarda özellikle vurgulandığı üzere Ukrayna’nın çeşitli kereler barış girişimlerine cevap vermek istemesine karşın ABD ve İngiltere tarafından engellenmesinin, bunların savaşın uzamasından çıkarları olmasıyla bağlantılı olduğu açık. ABD uzun zamandır AB ülkelerinin ve özellikle Almanya’nın Rusya’dan enerji almasından rahatsızlık duyuyordu. Bunun altında hem Rusya’nın enerjiden elde ettiği geliri engelleme hem de kendi ürettiği kaya gazını satmak istemesi yatıyor. Ayrıca Almanya’nın kendine rakip olacak bir güç haline gelmesini bir şekilde engellemek ya da buna sekte vurmak, yavaşlatmak istiyor. Ukrayna’yı NATO üssü haline getirerek Rusya’nın yeni bir cephe açmasının zeminini döşerken bunları hesap etmediği düşünülemez. Nihayetinde savaşın hemen ardından yükselen petrol fiyatlarına ve Rusya’nın gazı kesmesine karşı ABD kaya gazı AB ülkelerine satılmaya başlandı. Fakat Avrupa 2020 yılında boru hatları üzerinden Rusya’dan 167,7 milyar metreküp gaz aldı ve dolayısıyla AB ülkeleri daha fazla enerji ithalatına ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle petrol ve kömür ithal edebileceği ülkelerle anlaşmalar yapıyor.
Sıfır emisyon hedefinden kömür ve nükleer enerji kullanımının arttırılmasına
Bütün bunlara ek olarak AB ihtiyacı olan linyit ve taş kömürünün neredeyse yarısını Rusya’dan ithal ediyordu. Fakat alınan yaptırım kararları çerçevesinde 10 Ağustos itibariyle AB şirketleri Rusya’dan kömür ithalatını durdurdu. Yıllardır küresel ısınmaya etkileri nedeniyle kademeli de olsa üretiminin bitirileceği söylenen kömür bugün Rus doğalgazına karşı alternatif enerji kaynağı olarak öne çıkıyor. AB ülkeleri, kömür ithalatı için Avustralya, Güney Afrika, Kolombiya ve ABD’ye yöneldi. Talebin artması kömürün fiyatını da ocak ayından bu yana 3 kat arttırdı. “Avrupa’nın en büyük kömür yakıtlı elektrik üretim filosuna sahip olan Almanya geçen yıl 27 milyon ton olan buhar kömürünü bu yıl 32 milyon ton ithal etmeyi planlıyor. Aynı zamanda Avusturya, Çek Cumhuriyeti, İtalya, İspanya, Macaristan, Hollanda ve hatta elektrik enerjisinin yüzde 70’ini nükleer santrallerden elde eden Fransa da kömür ithalini artırma kararı almaya hazırlanıyor.”[3]
Yaşanan enerji krizi kömür tüketimini arttırdığı gibi bir müddettir Avrupa ülkelerinde kapanmaya başlanan nükleer santrallerin de tekrar açılmasının ya da kapanmasının ertelenmesinin önünü açtı. Fosil yakıta ihtiyaç duymadan enerji üretme kapasitesi nükleer enerji teknolojisinin parlatılmasını sağlıyor. Güvenlik sorununa bağlanmış olan enerji krizine kısa ve uzun vadeli çözüm olarak önerilen “yeşil teknoloji”nin hızlandırılması önerilerinin içinde nükleer enerjinin kullanılması da var. Bazı “çevreciler” başta Almanya’daki Yeşiller olmak üzere nükleer enerjiyi hidrokarbon atığı üretmediği gerekçesiyle temiz enerji kategorisine koymaya çalışıyorlar. Radyoaktif atık sorununa ne oldu peki diye kendilerine sormak bile anlamsız. Ulus-devletlerin ve sermayenin âli çıkarları gündeme gelince “çevreciliğin” de sınırları ona göre belirleniyor.
Öte yandan kapitalist ilişkiler temelinde ilerlediği sürece en temiz diye adlandırılan enerji kapitalist rekabet ve ulusal sınır bariyerine çarpacaktır ve çarpmaktadır da. “Yeşil teknoloji” diye adlandırılan güneş panelleri ve rüzgâr tribünlerinin imalatı için gerekli hammaddeler açısından tüm dünya görünmez bağlarla birbirine bağlıdır. Rusya başlıca madenlerde dünyanın en büyük ihracatçısıdır. “Yeşil teknoloji” tesisleri için çelik, bakır, alüminyum ve nikel gibi temel metallere ihtiyaç duyan ABD ve AB’nin Rusya’ya koyduğu ambargolar dönüp kendilerini vurmaktadır.
Kapitalistlerin “yeşil teknoloji” derken dertlerinin iklim krizinin yarattığı felâketlerle mücadele olduğunu düşünmemiz saflık olur. Çünkü Marksizmin veciz sözünde anlatıldığı gibi “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser”. “Yeşil enerji” de kâr için üretildiğinden o da doğaya zarar vermektedir. Çözüm kapitalizm altında daha temiz enerji kaynakları bulmakta değil. Emperyalistler fosil yakıttan uzaklaşmak gerektiğini bugüne kadar çok konuştular ama yapmadılar. Sonucun ne olacağından bağımsız olarak bugün bu konunun bu kadar gündeme gelmesinin nedeni tepkileri bastırmak, yeni kâr alanları yaratmak ve rekabette ön almaktır. Üretimin aksamasından dolayısıyla kârın düşmesinden, ayrıca yükselen fiyatlara ve enerjiye ulaşımın kısıtlanmasına gelecek tepkilerden korkuyorlar.
Bugün özellikle Avrupalı siyasetçiler ve düşünce kuruluşları enerji krizinin “yeşil enerji” için bulunmaz fırsat olduğunu propaganda ediyorlar. Biz bunu şöyle okumalıyız; burjuvazi krizde olan kapitalist sistemi “yeşil enerji” denilen sektörü harekete geçirerek canlandırmak istiyor ve bunu yaparken devlet teşviklerini kaçırmak istemiyor.
Burjuvazi yine savaşı ve krizi fırsata çeviriyor. Emperyalistlerin yeni kâr alanları olarak gördüğü “yeşil teknoloji” aynı zamanda emperyalistler arası rekabette de artık önemli bir konu. Çünkü zaten güç savaşı içinde oldukları Çin’in dünya pazarlarına egemen olmasını engellemek istiyorlar. Çin güneş panelleri alanında neredeyse tüm pazarı kontrol ediyor. Rüzgâr tribünleri pazarında da güçlü.
Pandemi, ekonomik kriz ve üzerine gelen Ukrayna-Rusya savaşıyla enerji krizi emperyalist ülkeleri fosil yakıttan uzaklaşma yönünde daha somut adımlar atmaya zorlasa da ya da şimdiye kadar olduğu gibi emperyalizmin tepelerinde bu konuda büyük laflar edilse de bütün bunlar kapitalizmin efendilerinin insanlık ve doğayla barışık bir enerji politikası geliştirebileceğine inanmamızı gerektirmez. Çünkü kapitalizm için insan ve doğa değil kâr önemlidir. Nasıl ki bugün robot teknolojisiyle çalışma saatlerini hızla düşürmek mümkünken işçiler hâlâ uzun çalışma saatlerine mahkûm kılınıyor ve milyarlarca insan işsizlik ve sefaletle boğuşuyorsa, kapitalizm altında “yeşil enerji” de doğayı tahrip etmeye devam edecektir.
Dünya Ekonomik Forumunun 2022 Ocağında yayınladığı “Küresel Risk Raporu 2022” savaşın ve ekonomik krizin yarattığı eşitsizliğin, iklim krizinin yarattığı sorunların toplumsal hareketlere neden olacağı vurgusunu yaparak içinden geçilen dönemi “tarihin dönüm noktası” olarak tanımlıyordu. Bu kaygının hiç de yersiz olmadığını art arda gelen büyük toplumsal hareketlenmeler de kanıtlıyor. Enerji krizi, yükselen enflasyon, devasa eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk, açlık nedeniyle Sri Lanka, Ekvador, Arjantin, Güney Afrika gibi ülkelerde isyanlar, grevler gösteriler yaşanıyor. Ve özellikle son aylarda bu hareketlenme emperyalizmin çeperlerindeki ülkelerle sınırlı kalmıyor. İngiltere, Almanya, ABD gibi emperyalist devletlerin metropollerinden, limanlarından, demiryollarından, okullarından, havaalanlarından burjuvaziyi korkutan “Artık Yeter!” sesleri yükseliyor. Yapılması gereken, tüm can alıcı sorunların olduğu gibi iklim krizinin de kaynağında kapitalizmin olduğunu bilerek kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmektir.
link: Meral İnci, Kapitalizm, Enerji Krizi ve “Yeşil” Enerji, 25 Eylül 2022, https://marksist.net/node/7758
“Bir Gece Ansızın” Nereye?
Emek ve Özgürlük İttifakı: “Hep Birlikte Başaracağız”