Başta Erdoğan olmak üzere rejim sözcüleri son haftalarda “bir gece ansızın” tipi misafirlik için adres değiştirip dümeni Yunanistan’a doğru kırdılar. Daha önce birkaç kez Suriye için ortalıkta dolandırılan bu “bir gece ansızın” propagandası sessiz sakin bir kenara bırakılmıştı. Büyük emperyalist ağabeylerin parmak sallamalarından sonra, Suriye için yükseltilen o şoven kabadayı pozları terk edilmiş ve hiçbir şey olmamış gibi ıslık çala çala dolaşan ezik kabadayının tavrına geçilmişti. Şimdiki “bir gece ansızın” hezeyanının akıbetinin ne olacağını ise önümüzdeki dönemde göreceğiz.
Elbette akla gelen ilk soru “ne oluyor” sorusudur. İktidarın propaganda aygıtının yaygarası ortada çok ciddi bir tehdit olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyor. Duyan sanır ki Yunanistan ertesi gün Türkiye’yi işgale kalkışacak şekilde askeri yığınak ve hazırlık yapıyor! Böylesi bir tehdit algısı yaratılmaya çalışılınca karşılığında da “bir gece ansızın geliriz” pespayeliği içinde Yunanistan hızla askeri saldırıya ve işgale maruz bırakılacakmış gibi bir hava körükleniyor. Halbuki daha baştan söylemek gerekirse ortada Yunanistan’ın Türkiye’ye saldırı başlatması gibi bir ihtimal yok ve herkes de bunun farkında. Türkiye ve Yunanistan dünyadaki en büyük ve etkin askeri ittifak olan NATO’ya üye iki komşu ülke. Emekçi halklar birbirlerine karşı düşmanlık gütmedikleri gibi, her iki devletin egemenleri açısından da şu anda gerçekten savaş sebebi olabilecek bir durum bulunmuyor.
Bu yükseltilen Yunanistan düşmanı milliyetçilik dalgasının asıl sebebinin, içte ve dışta sıkışan rejimin ciddi oranda azalan toplumsal desteğini toparlama arzusu olduğu açıkça görülüyor. Sürekli kışkırtıcı açıklamalar ve Ege üzerinde küçük çaplı da olsa bir çatışma çıkarmaya dönük gerilim yükseltici askeri hareketler yapılıyor. Bir kıvılcım yaratmaya çalışılıyor. Ama ortada dişe dokunur bir zemin de olmadığı için, bir bakıma bu inandırıcılık eksiğini kapama telaşını faş edercesine, yapılan açıklamalar diplomatik ciddiyetten gitgide daha çok uzaklaşıp alay konusu seviyesine iniyor. “Bir gece ansızın geliriz”le başlayan pespayelik, “benim için Miçotakis diye biri yok”a, “Yunan kaşınıyor, kaşırız”a kadar varmış durumda. Uzman sıfatıyla ekrana çıkan bir emekli general bile ortada iddia edildiği gibi haklılığın bariz olduğu ciddi bir sorun olduğunda öncelikle BM ve NATO olmak üzere uluslararası platformlarda diplomatik bir seferberlik yürütülmesi ve Yunanistan’ın bu zeminlerde yalnızlaştırılması gerektiğini, ama Türkiye’nin böyle bir adım atmadığını, çünkü ortada yeni bir durum olmadığını söyledikten sonra, bir ülkeyle gerilim söz konusuysa o ülkenin halkını rencide edecek, ulusal gururunu yaralayacak tarzda demeçler verilmemesi gerektiğini vurgulama ihtiyacı duydu.
Zaman zaman “bizim filanca halkla asla bir derdimiz yok” şeklinde de ifade edilen bu harcıâlem prensibin bile göz göre göre çiğnenmesi, pespayelikte sınır tanınmaması, generalin de ima ettiği üzere gerçekte ortada dişe dokunur bir sorun olmamasından kaynaklanıyor. Türkiye ve Yunanistan arasında özellikle son yıllarda doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynakları nedeniyle ve büyük emperyalist güçlerin bölgedeki siyasetlerinde yaşanan değişiklikler nedeniyle orta ve uzun vadede sorunlar çıkması muhtemeldir, ama son haftalardaki yaygara tümüyle içeride bir milliyetçi hezeyan dalgası yaratarak zaman kazanmaya dönüktür. Bu anlamda, hakikatteki boşluk söylemin körleştirici şiddetiyle kapatılmaya, toplum içindeki en geri duygu ve eğilimler harekete geçirilmeye çalışılıyor.
Bugün ileri sürülen Ege’deki adaların “işgal edilmesi” ya da silahlandırılması gibi söylemler büyük oranda manipülatiftir. Yaratılmaya çalışılan izlenim, az önce dediğimiz gibi, sanki Yunanistan yarın Türkiye’ye saldıracakmış gibi bir izlenimdir. Gerçek ne? Gerçek şu ki, 1924’teki Lozan Antlaşmasından tutun en son olarak 1947’deki Paris Antlaşmasına kadar tüm antlaşmalar, gerçek nüfus bileşimi ve halk taleplerine de uygun olarak, Ege adalarının birkaçı hariç tamamını Yunanistan toprağı olarak tescil etmiştir. Kitlesel nüfus mübadelesi gibi acılı ve ama sonuç olarak devletler arasındaki karşılıklı mutabakata dayalı bir badireden sonra temel olarak bir toprak anlaşmazlığı sorunu kalmamıştır iki ülke arasında.
Bu anlaşmaların anakaraya yakın olan doğu Ege adalarının silahlandırılmamasını içerdiği doğrudur. Yunanistan’ın 1960’lı, 70’li yıllara kadar buna uyduğu, bu yıllardan itibaren adaları silahlandırmaya başladığı biliniyor. Burada sorulması gereken soru onyıllar boyunca buna yeltenmeyen Yunanistan’ın neden bu tarihlerden sonra buna başladığıdır. Bunun çok açık sebebi, yukarıda zikredilen antlaşmaların imzacısı olan TC’nin, cumhuriyetin ilk onyıllarındaki barışçıl politikasının sonraki yıllarda terk edilmeye başlanmasıdır. “Varlık Vergisi” (1942-44) hadisesi tümüyle ve DP iktidarı döneminde yürütülen 6-7 Eylül (1955) provokasyonu ise bir yönüyle Türkiye’deki Rum azınlığı hedef alan bir kaçırtma ve sermayenin zorla Türkleştirilmesi operasyonuydu. 6-7 Eylül’ün önemli diğer boyutu ise, Kıbrıs sorununda sömürgeci İngiltere’yle işbirliği halinde izlenen saldırgan/provokatif Rum/Yunan karşıtı politikalara geçişti. Bu yeni politika çizgisinin 1960’larda da sürdürülmesi, Yunanistan’ın da bazı savunma önlemlerine yönelmesine yol açmıştır. Nüfus ve askeri güç bakımından kendisinden kat kat üstün olan bir güç karşısında küçük bir ülke olarak Yunanistan’ın Türkiye’nin burnunun dibindeki adaları korumak için önlem alma çabasına girişmesi şaşırtıcı değildir. Zira yukarıda zikredilen tüm antlaşmalar, denk olmayan ve arada tarihsel husumetler olan iki komşu ülke arasında özellikle büyük olanın saldırgan olmayan bir tutumunu varsayıyordu.
Tüm bunların üzerine gelen 1974’teki Kıbrıs işgali, uluslararası alanda Yunanistan’ın politika değişikliğini meşru kılmıştır. BM platformu dâhil olmak üzere tüm uluslararası platformlarda Türkiye Kıbrıs’ta işgalci güç olarak görülmüş ve orada yaratmak istediği durum asla diplomatik kabul görmemiştir. Kıbrıs’taki yeni durum, Türkiye açısından ılımlı barışçıl politik çizgiden sonra izlenmeye başlanan saldırgan çizgide işgalcilik noktasına kadar yükselme anlamına geliyordu. Yunanistan açısından bakılacak olursa, Kıbrıs gibi kocaman bir adaya bile, hem de uluslararası planda yalnız kalmayı da göze alarak saldıran bir ülkenin, burnunun dibindeki küçük adalara da şu ya da bu sebeple pekâlâ saldırabileceğini hesap etmemek ne hayatın gerçekleriyle ne de burjuva politikasının gerekleriyle bağdaşırdı.
Yunanistan’ın adaları silahlandırma stratejisi bu nedenle onyıllardır hiçbir uluslararası platformda kınama konusu olmamakta, Yunanistan bu konuda mazur görülmektedir. Bunun aksi tek bir örnek olsaydı bile Türkiye’deki iktidarlar bunu bire bin katarak önümüze sürerlerdi. Uluslararası güçler de Türkiye devleti de adaların silahlandırılmasının Türkiye’ye dönük genel bir saldırı plan ve stratejisinin parçası olmayıp tümüyle adaları bir Türkiye saldırısı karşısında korumaya, Kıbrıs’ta olduğu gibi adaların da bir oldu bittiyle gasp edilmesine mani olmaya dönük olduğunu biliyor. Nitekim adaların statüsüyle ilgili son antlaşma olan ve savaşa katılmadığı için Türkiye’nin tarafı olmadığı 1947 tarihli Paris Antlaşmasının baş imzacılarından olan SSCB, bu kez kendi gemilerinin sefer güvenliğini gerekçe göstererek adaların silahsızlandırılmasını şart koşmuş ve kabul ettirmiş olmasına rağmen, özellikle Kıbrıs işgalinden sonra Yunanistan’ın görünüşte antlaşmaya aykırı davranışını sorun etmemiştir. Yani bırakalım Türkiye’yi SSCB bile burada Yunanistan’ı haklı ve makul görmüştür.
Aslında son gerilimde bile “Türkiyeli yetkililer” tarafından el altından da olsa itiraf edilmiş bir durumdur bu. BBC Türkçe’nin temas kurduğu ve isimlerini vermediği “konuya yakın” üst düzey Türk yetkililer bakın ne diyor: “Türkiye saldırgan bir politika izlemeyecek. Biz diplomasi yürütelim diyoruz. Türkiye’nin adalara asker çıkarmak gibi bir niyeti yok, öyle bir tehdit yok çünkü.” En son ifadeye dikkat edilsin, “öyle bir tehdit yok” deniliyor. Aynı haberde Türk “güvenlik kaynakları” da benzer şeyler söylüyorlar: “Yunanistan’ın silahlandırdığı adalar üzerinden Türkiye’ye saldırması delilik olur, böyle bir adım atmalarını beklemiyoruz. Türkiye’ye askeri saldırıda bulunma ihtimalleri olmadığı için yani böyle bir tehdit algımız olmadığı için biz de askeri bir adım atma planı yapmıyoruz.” Bunlar izlenen politikanın rezilliğini ortaya seren itiraflardır.
Diğer taraftan yakın dönemdeki bir anket çalışmasında (Temmuz 2022) halkın yarıdan fazlasının (yüzde 51,5) Yunanistan’la gerilimi tümüyle bir seçim gündemi çabası olarak gördüğü anlaşılıyor. Öyle ki AKP seçmeninin bile yüzde 36’sı, MHP seçmeninin yüzde 38’i bu düşüncede. Aksini düşünen AKP seçmeni oranı ise yüzde 40. Aynı ankette halklar arasında düşmanlık var mı sorusuna katılımcıların yüzde 64’ü yok diyor. Doğrusu hem Erdoğan bu oyunun tiridini çıkarmış durumda hem de emekçilerin yaşadığı ağır ekonomik geçim sorunlarının süreğenliği bu tür dikkat uzaklaştırma operasyonlarının inandırıcılığını azaltıyor.
İşin doğrusu Yunanistan’daki siyasi yorumcuların bile çoğu Türkiye’nin yükseltmeye çalıştığı gerilimi, “Türkiye’de yaklaşan seçimlerle bağlantılı olarak ekonomik krizin, yükselen enflasyonun ve hayat pahalılığının Türk halkına unutturulmak istendiği” şeklinde açıklıyorlar. Bu gerçeğin büyük bölümünü oluşturuyor. Ama içeride iyice sıkışan Erdoğan’ın 1990’lı yıllarda Tansu Çiller’in yaptığına benzer bir Kardak krizi çıkarmayacağının da garantisi yoktur. Unutmayalım ki Erdoğan’ın “bir gece ansızın gelebiliriz” tehdidi daha önce Suriye topraklarına yönelmiş ama sağdan soldan yediği tokatlarla bu unutturulmuştu. Oraya göstermelik bile olsa bir askeri saldırı yapamayacağını anlayan Erdoğan bu kez de milliyetçi militarist hezeyan dalgası kabartabilmek için tehdidin yönünü Yunanistan’a çevirmişti. Elbette büyük emperyalist güçler adalar konusunda icazet vermediler rejime, aksine net biçimde uyardılar. Ama yine de sıkışan Erdoğan’ın gözünü karartıp küçük bir maceraya girişmeyeceğinin garantisi yoktur.
Diğer taraftan Yunanistan tarafında da çeşitli burjuva politikacıların Türkiye’deki rejim tarafından yükseltilen militarist hezeyan dalgasını fırsat bilip milliyetçiliğe oynadıkları bir gerçektir. Bununla birlikte Yunanistan’da genel olarak bunun dozu Türkiye’dekine göre çok daha azdır. Ancak sonuç olarak her iki tarafta da burjuva siyasetinin daima bu tür sorunları kaşıyarak, fırsat bilerek emekçi kitlelerin bilincini bulandırmaya ya da uyanışlarını baltalamaya, başka yönlere kanalize etmeye çalıştıkları gerçeği bakidir.
Yunanistan burjuvazisi açısından bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor. Türkiye’deki yeni Türk-İslamcı faşist rejimin önemli direklerinden birisi Batı karşıtlığı. Bu rejimin izlediği politikalar Türkiye’nin daha önceki dönemlerinde hiç olmadığı kadar Batı karşıtı emperyalist güçlere doğru kaykılması anlamına geliyor. Elbette karşı cepheye nihai bir geçiş olmuş değil, ama ciddi birtakım değişimler de yaşandı. Bu durum Yunanistan burjuvazisine eskiye göre uzun vadede yeni fırsat kapıları açmakta ve onlar da bunu değerlendirmek için hevesli görünüyorlar. ABD’nin Yunanistan’da açtığı yeni askeri üsler, askeri yardımlarda Türkiye ile gözetilen oranların Yunanistan lehine değiştirilmesi gibi olgular yeni dönemin önemli işaretleridir. Dahası doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıklarda olsun, Ege sorunlarında olsun Batılı güçler açıkça Yunanistan’ın yanında yer alıyorlar. ABD’nin başını çektiği ve İngiltere’nin baş yamaklığını yaptığı Batılı emperyalist cephenin Rusya’yla (ve Çin’le) giriştiği yeni savaş süreci kuvvetlerin yeni bir konumlanışını getiriyor. Bu yeni dizilişte Türkiye’nin şark kurnazı tutumu nedeniyle ve kimi diğer faktörlerle (çoktandır AB üyesi olması vb.) Yunanistan’ın konumu daha fazla önem kazanıyor.
Elbette bu, bir yandan Rusya ve Çin’le kırıştırıp yakınlaşırken, Şanghay İşbirliği Örgütüne girmeyi hedeflediklerini söylerken, diğer yandan ABD ve NATO’dan da her istediğini almayı bekleyen Türk-İslamcı faşist rejimi çileden çıkarıyor. Pazarlaya pazarlaya bitiremedikleri “Türkiye’nin jeostratejik konumu”nun nasıl olup da istedikleri kadar getirisi olmadığına, her kaprislerinin nasıl olup da sineye çekilmediğine şaşıyorlar, bunu sindirmekte zorlanıyorlar. Hal böyle olunca da dış politikada rezilce tornistanların ardı arkası kesilmiyor. [Bkz. Oktay Baran, İflas Eden Dış Politika, Açmaz ve Tornistanlar, (10 Eylül 2022), marksist.com]
Farklı ülkelerin işçi sınıfları arasında düşmanlık için hiçbir sebep olmamasına ve doğal bir yakınlaşma, kaynaşma eğilimi olmasına rağmen, politik bilinç ve örgütlenme eksikliği nedeniyle burjuva egemenler halkları birbirlerine karşı kışkırtmayı başarabilmektedirler. Bilinç ve örgütlülük düzeyi yükseltilmedikçe bu tehlike ne yazık ki vardır. Gerçekte birbirlerinin doğal uzantısı olan Ege adaları, Anadolu yarımadası ve Yunanistan anakarası arasında ulusal sınır adı altında duvarların örülmüş olması, bu toprakların insanlarının tüm bu coğrafyada barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamalarının engellenmesi burjuvazinin çizdiği ulusal sınırların gericileşen doğasını ortaya koymaktadır. Ama kapitalizm altında bu engellerin aşılması ne yazık ki mümkün değildir. Sömürücü sermaye sınıfının egemenliğinde emekçiler daima sınırlarla birbirlerinden ayrıştırılacaklar, egemenlerin işine geldiğinde birbirlerini gırtlağına sarılmaları için kışkırtılacak ve seferber edileceklerdir. Tek çare milliyetçiliğe karşı işçi sınıfının enternasyonalist ilkelerini bayrak edinmek, bunun için de bilinç ve örgütlülüğü her düzeyde yükseltmektir.
link: Levent Toprak, “Bir Gece Ansızın” Nereye?, 23 Eylül 2022, https://marksist.net/node/7757
“LGBT Karşıtı Miting”de Sergilenen Nefret ve İkiyüzlülük
Kapitalizm, Enerji Krizi ve “Yeşil” Enerji