Filistin ulusal kurtuluş hareketinin açmazları
Her ne kadar Filistin sorununun çözümü alabildiğine zorlaşmış olsa da tüm bu olumsuz koşullara ve siyonist İsrail devletinin ağır zulmüne rağmen Filistin halkı direnmeye devam ediyor. Ancak yine de bugün gelinen noktada Filistin sorununun çözümü doğrultusunda yeterince yol alınabilmiş değildir. Bunun nedenlerini anlayabilmek için, ilk bölümde saydığımız genel faktörlerin yanı sıra, öznel faktöre yani ulusal kurtuluş hareketinin önderliklerine de daha yakından bir göz atmak gereklidir.
Filistin ulusal kurtuluş hareketinin tarihini kabaca üç döneme ayırmak mümkündür: Filistin’e göçlerin başlamasından FKÖ’nün kurulmasına kadar geçen ilk dönem (1897-1964), FKÖ’nün kurulmasından Filistin Ulusal Yönetiminin kurulmasına kadarki ikinci dönem (1964-1993), 1993’ten bugüne değin devam eden üçüncü dönem.
Filistin’deki Arap toplumunun huzursuzluğu İngilizlerin 1917’de Balfour Deklarasyonunu yayınlaması ve I. Dünya Savaşı sonunda bölgeyi işgal etmesiyle iyice artmıştı. Bu tarihlerden itibaren İngilizler, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının önünü açmış oluyorlardı ve Yahudi göçü de hızlanmaya başlamıştı. Yahudi burjuvazisi uluslararası kurumların ve emperyalist güçlerin de desteğiyle Filistin’de Arap halkın topraklarını zorla gasp ederek bir devlet kurmak yönünde harekete geçmişti. Ne var ki Filistin’deki Arap toplumu başlangıçta buna kapsamlı biçimde karşı duracak ulusal bir bilinçten yoksundu. İlk tepkiler bölgeye gelen Yahudi göçmenlere yöneldi ve 1921-1929 yılları arasındaki çeşitli çatışmalarda her iki taraftan yüzlerce Yahudi ve Arap hayatını kaybetti. Arapların, çoğu Avrupa’nın ve Rusya’nın işçi-emekçi sınıflarından olan Yahudi göçmenlere yönelttiği bu saldırılar, anlaşılabilir nedenlere dayansa da Yahudi ve Arap toplumları arasındaki karşıtlığı derinleştirerek sorunun çözümünü karmaşıklaştırdı.
30’lu yıllarsa Ortadoğu coğrafyasında Arap milliyetçiliğinin yükselmeye başladığı yıllardı ve Filistin’deki Araplar da bundan etkilendiler. Yahudi göçmenlere karşı tepkiden hareketle gerçekleşen çatışmalar yerini daha siyasi taleplere ve organize eylemlere bırakmaya başladı. Arap milliyetçiliğinin önemli isimlerinden bazılarının Kudüs’e gelmesiyle birlikte çeşitli direniş örgütleri kurulmaya, direniş hareketi anti-siyonist ve anti-İngiliz bir içerik kazanmaya başladı. Buna en iyi örnek 1936 yılında başlayan ve 1939’da sona eren “büyük ayaklanma”dır. Kimilerince birinci intifada[1] olarak da görülen bu ayaklanmada Arap halkın en önemli talebi İngiliz Manda Yönetiminin feshedilerek bağımsız ve demokratik bir hükümet kurulmasıydı ve buna göre yönetimde hem Arapların hem de Yahudilerin söz hakkı olacaktı. Ayrıca Araplar, Yahudi göçünün durdurulmasını ve toprak işgallerine son verilmesini de istiyorlardı. Nisan 1936’da başlayan genel grev, tüm büyük şehirleri sardı ve kitlesel bir hal aldı. Genel grevin yanı sıra çeşitli türden eylemler, boykotlar ve protestolarla ilerleyen ve akabinde köylülerin silah elde dağa çıkışıyla devam eden ayaklanma, İngiliz manda yönetiminin binlerce isyancıyı katletmesine rağmen zorlukla bastırılabildi. Neticede İngiliz yönetimi Arapların bazı taleplerini kabul etmek zorunda kaldı; Yahudi göçü sınırlandı ve İngilizler 10 yıl içinde Filistin’e bağımsızlık tanıyacaklarını duyurdular. Yine bu ayaklanma sürecinde oluşturulan Arap Yüksek Komitesi[2] de Filistin halkının kurtuluş mücadelesinin merkezi bir siyasi önderliğe kavuşması bakımından önemli bir adımdı. Bu ayaklanmayla birlikte Filistin sorunu ilk kez dünya kamuoyunda ciddi biçimde yer aldı ve bölge ülkelerinden de destek görmeye başladı. Diğer Arap ülkelerinde Filistinlilerle dayanışma, onların mücadelesine destek verme yönündeki eğilimler güçlendi, çeşitli örgütlenmeler oluşmaya başladı.
Filistin tarihindeki bu ilk intifada, elde ettiği kazanımlar kadar hareketin bazı eksiklerini de ortaya koymuştur. Buradaki en önemli olumlu unsurlardan birisi yönetiminde Arapların ve Yahudilerin adil ve eşit şekilde yer alacağı bağımsız ve demokratik bir cumhuriyet talebidir. Bu talep hem Yahudi toplumunun korkularını hem de Arap toplumunun kaygılarını gidermeye, hem de İngiliz emperyalizminin Filistin’den çıkmasını sağlamaya dönük nitelikteydi. Diğer bir önemli nokta da Filistin’deki Arap halkın, özellikle de işçi-emekçi kesimin kitlesel olarak mücadeleye dâhil olmasıydı. Bu sayede önemli bazı sonuçlar elde edilebilmiştir. Bu noktaya özellikle dikkat edilmelidir, çünkü ne zaman ki küçük-burjuva veya burjuva önderlikler kitle hareketi yerine çeşitli emperyalist ve burjuva güçlere sırtlarını dayamaya başlamışlar, halkı arkasına alan mücadeleci bir çizgi izlemek yerine mücadeleyi devletlerarası diplomasiye indirgeyen bir çizgiye kaymışlardır. Bunun sonucunda da hareket devrimci özelliklerini kaybetmeye, pörsümeye ve gerilemeye başlamıştır. Bu, ulusal kurtuluş hareketlerinin geneli için geçerlidir.
Birinci intifadanın ortaya çıkardığı temel eksiklik ise ulusal düzeyde ve merkezi bir siyasi örgütlülüğün olmayışıdır. Ne Arap Yüksek Komitesi ne de irili ufaklı direniş örgütleri, İngiliz Manda Yönetimiyle ya da silahlı Yahudi güçleriyle baş edecek niteliğe sahipti. Bunu fırsat bilen Yahudi burjuvazisi, Araplarla Yahudiler arasındaki çatışmaları gerek Yahudi toplumunu korkutmak gerekse de dünya kamuoyuna “Arapların barbarlığı” olarak sunmaktan geri durmamıştır. Siyonizmin pençesindeki Yahudi göçmenlere de (ki çoğu Avrupa ve Rusya’dan gelen işçi-emekçilerden oluşuyordu) asıl düşmanın Yahudi burjuvazisi ve İngiliz emperyalizmi olduğu anlatılamamıştır. Ayrıca pek çok Arap aşiret lideri ya da kanaat önderi de yeri geldiğinde İngiliz Manda Yönetimiyle işbirliği yapmaktan çekinmemiştir.
Aynı döneme dair açılması gereken önemli bir parantez de komünist hareketin durumu ve aldığı tutumlardır. Maalesef komünistler Filistin’deki işçi ve emekçi sınıflar içinde başat bir yer tutamamışlardır, ancak geriye önemli dersler bırakmışlardır. Filistin Komünist Partisinde (FKP) cisimleşen komünist hareketin deneyimi de göstermektedir ki; komünistlerin ulusal (burjuva ve küçük-burjuva nitelikteki) hareketlerden bağımsız kendi siyasal örgütlenmelerini gerçekleştirmeleri hayati önemdedir, Filistin sorununun kalıcı ve gerçek çözümü Arap ve Yahudi işçi-emekçilerin siyonizme, kapitalizme ve emperyalizme karşı verecekleri ortak mücadeleye bağlıdır.
FKP’nin (1919-1948) tarihçesine baktığımızda partinin yaşanan sorunlar karşısında aldığı tutumların değişim gösterdiğini ve süreç içinde giderek çelişkili bir hal aldığını görürüz. FKP başlangıçta doğru bir şekilde sorunu iki boyutuyla birden kavrıyordu; bir yanda Yahudi halkın varlığı söz konusuydu ve geri gönderilmeleri (“Filistin sadece Araplarındır, Yahudiler geri dönmelidir” görüşü) bir çözüm olarak görülmüyordu, diğer yanda ise Filistinli Arapların ezilmesine, topraklarının gasp edilmesine ve siyonizme karşı durmak gerekiyordu. FKP İngiliz emperyalizmini sorunun asıl kaynağı görerek öncelikle Arap ve Yahudi emekçi halkın Manda Yönetimine karşı ortak mücadele vermesini, siyonizme yani Yahudi milliyetçiliğine karşı da özellikle Yahudi işçi-emekçilerin bilinçlendirilmesini, Arap ve Yahudi işçi-emekçilerin aynı parti çatısı altında örgütlenmesini savunuyordu. FKP başlangıçta, dönemin komünist partilerinin genel anlayışına uygun biçimde, sorunun dünya devrimiyle ve emperyalizme karşı genel mücadeleyle birlikte ele alınması gerektiğini, Filistin’de de Arap ve Yahudi işçilerin ortak devletinin yegâne çözüm olacağını söylüyordu. O günlerin koşullarında doğru ve devrimci bir perspektifi yansıtan bu görüşler, aynı zamanda enternasyonalist bir öze de sahipti. Ancak bu ilk süreçlerde dahi bazen Yahudi (göçmen) işçileri elinde tutmak kaygısıyla siyonizme tavizler verildiği olmuştur. Bunda, parti tabanının ve yöneticilerinin büyük çoğunluğunun Yahudi göçmenlerden oluşmasının payı büyüktür.[3]
1919’da kurulan ve 1924’te Komintern’e kabul edilen FKP’nin en büyük handikapı ise, ilerleyen yıllarda Komintern’e egemen hale gelen Stalinizmin çeşitli ülkelerdeki komünist partilere SSCB’nin yani bürokratik diktatörlüğün çıkarları doğrultusunda politikaları dayatmış olmasıydı. Stalinizmin egemenliğindeki Komintern, bölgede İngiliz emperyalizmine karşı hem genel olarak Arap milliyetçiliğini hem de Filistin ulusal kurtuluş hareketini desteklediği için Filistin’deki Arapların her türlü eylemini, hareketini anti-emperyalist bir bağlamda görüyordu. Bu görüşün temeli de anti-sömürgeciliğin anti-emperyalistlikle bir tutulması olarak özetleyebileceğimiz çarpıtmaya dayanıyordu. Komintern’in bu politikası ve özellikle de FKP’nin yönetim organlarında Arapların daha fazla yer alması yönündeki baskısı, ister istemez ulusal harekete tavizler vermeye itti. Çünkü dönemin Filistin’inde Arap halk ağırlıklı olarak kırsal kesimden oluştuğundan ve aşiret yapısına sahip bulunduğundan FKP de daha ziyade Yahudi işçi-emekçilere dayanıyordu ve kurucuları Yahudi komünistlerdi. Komintern’in baskısı, FKP liderliğini ulusal hareketin kadrolarından parti yönetimine insan devşirmeye itti ve bu da partinin niteliğinin bozulmasına yol açtı.
FKP başlangıçta çok doğru biçimde hem siyonizme hem İngiliz emperyalizmine hem de Arap milliyetçiliğinin aşırı tutumlarına karşı çıkıyor, Arap halkının haklı taleplerini destekliyordu. Yani Stalinizmin dayatmasının aksine meseleye ulusal değil sınıfsal bir pencereden bakmaya çalışıyordu. Ama zamanla Stalinizmin etkisi parti üzerinde ağır basmaya başladı ve izlenen gelgitli politikalar yüzünden (İngiliz emperyalizmine önce karşı çıkılıp sonra sessiz kalınması veya bir dönem faaliyet neredeyse ulusal hareketi desteklemeye indirgenmişken sonra bundan 180 derece çark edilmesi ve sonra bundan da geri dönülmesi gibi…) parti zayıfladı ve kopmalar gerçekleşti. Komintern’in 1935’ten itibaren kabul ettiği “halk cephesi” politikası da bu durumun üzerine tuz biber ekti.[4]
1930’ların sonuna doğru parti içinde başlayan ayrışmanın sonucunda Yahudi komünistler FKP olarak ve Arap komünistler de Ulusal Kurtuluş Birliğini (UKB) kurarak (1944) yollarına devam ettiler. Ancak 1948’de BM planının kabulü ve İsrail devletinin kurulmasının ardından UKB ile FKP tekrar birleşerek İsrail Komünist Partisi (İKP) adını aldılar. Önemli bir ayrıntı, İKP kurulmadan önce hem FKP’nin hem de UKB’nin, BM’nin 1948’de hayata geçen iki devletli çözüm planına karşı çıkıyor oluşlarıydı. İkisi de ayrı devletler yerine Yahudilerin ve Arapların eşit ve adil şekilde temsil edilecekleri demokratik bir cumhuriyetin daha hayırlı olacağını savunuyorlardı. 1948’de ortaya çıkan İKP ise siyonizme karşı olmakla birlikte İsrail devletini tanıdığını açıkladı ve Arapların da BM planı çerçevesinde bir devlet kurma haklarının olduğunu savundu.[5]
İlk döneme ilişkin sözlerimizi sonlandırırken değinmemiz gereken önemli bir nokta şudur; Arapların tüm karşı çıkışlarına rağmen 1948’de İsrail devletinin resmen ilan edilmesi ve ABD-SSCB dâhil tüm büyük devletlerce tanınması, Filistin sorununun çözümüne dair “tek devlet modeli” olarak adlandırılan modelin de fiilen geçerliliğini yitirmesine neden olmuştur. Gerek Filistinli Araplar gerekse de diğer Arap devletleri başlangıçta buna şiddetle karşı çıksalar ve bir süre İsrail devletiyle savaşsalar da sonuç değişmemiştir.
İkinci dönemde ise FKÖ’nün kurulmasıyla birlikte Filistin ulusal kurtuluş hareketi ilk kez merkezi bir örgütlenmeye ve yönetime kavuşmuştur. FKÖ öncesinde de Arap Yüksek Komitesi gibi yapılar yahut pek çok irili ufaklı siyasi yapı mevcuttu, ama ilk kez “ulusal” düzeyde ve merkezi bir örgütlenme FKÖ’nün kurulması sayesinde mümkün olmuştur. Dolayısıyla ikinci dönemi, birinci dönemden ayıran en temel özellik ulusal hareketin merkezi bir örgütlenmeye kavuşmuş oluşudur. Ancak yazımızın ilk bölümünde de değindiğimiz gibi FKÖ Mısır önderliğindeki Arap devletleri tarafından kurulmuş bir örgüttü ve asıl amacı da Filistin’deki halk hareketini kontrol altına almaktı. FKÖ’nün bizzat Arap devletleri tarafından kurulmuş olması harekete ciddi bir maddi-manevi destek ve de uluslararası alanda tanınırlık ve meşruiyet sağladı. Ancak bu örgütün kurulmasına önayak olan dönemin Mısır devlet başkanı Cemal Abdülnâsır’ın asıl derdi Arap birliğini sağlamak olduğundan, FKÖ’yü ve Filistin hareketini de bu doğrultuda kullanmak istiyordu. Fakat 1967’deki Arap-İsrail savaşında Mısır, Suriye ve Ürdün’ün aldığı ağır ve kesin yenilgiler, Nâsır’ın Arap Birliği hayallerinin sonunu getirirken FKÖ’nün de başka bir çizgiye girmesine yol açtı.
Geçerken belirtmek gerekir ki, 1967’deki “Altı Gün Savaşı”, Arap-İsrail savaşlarının ilki değildi. 1948’de İsrail’in kendini bağımsız bir devlet olarak ilan etmesinin ardından başlayan ilk Arap-İsrail savaşı, İsrail’in BM’nin kendisine verdiği %56’lık toprak payını fiilen %78’e çıkarmasıyla, bir milyona yakın Filistinlinin göç etmek zorunda kalmasıyla ve demografik yapının Araplar aleyhine değişmesiyle sonuçlandı. Filistinli Arapların göç ettiği Ürdün, Lübnan, Suriye gibi ülkelerde, ileriki tarihlerde bu göçlere bağlı pek çok sorun yaşanacaktı. Birçok Arap ülkesi de Yahudilerin vatandaşlığını iptal etti, mallarına el koydu ve bu ülkelerdeki Yahudileri İsrail’e göç etmek zorunda bıraktı. Böylece İsrail’deki Yahudi nüfus arttı. Kısacası savaştan en kârlı çıkan ülke daha yeni kurulmuş olan İsrail oldu. Bunu 1956’daki Süveyş Krizi izledi. Ardından 1967’deki “Altı Gün Savaşı” geldi ve onu da 1973’teki “Yom Kippur Savaşı” izledi. Bu sonuncusu İsrail’in Arap Birliği ülkeleri karşısındaki askeri ve siyasi üstünlüğünü geri dönüşsüz şekilde perçinlemiş oldu.
Bu savaşlarda İsrail’in hızlı şekilde elde ettiği mutlak üstünlük, tüm Ortadoğu’nun kaderini belirlemiş, bu coğrafyada ABD emperyalizminin nüfuzunu arttırdığı gibi Filistin hareketini de son derece olumsuz yönde etkilemiştir. Geleneksel olarak İsrail’in karşısında yer alan ve Filistin hareketini destekleyen Arap devletleri, bu ağır yenilgilerden sonra siyasetlerini değiştirmeye başladılar. Arap devletlerinin uzunca bir dönem devam edecek olan “Filistin sorununun bir biçimde çözülmesi ve uzamaması” şeklinde özetlenebilecek politikaları bu yenilgilerle şekillenmiştir. İşin özü tüm Arap dünyası, artık İsrail devletinden geriye dönüş olmayacağı, Filistin açısından olası tek çözümün ikinci bir devlet olacağı düşüncesiyle hareket etmeye başladı. Ancak bu kez de İsrail devleti işi yokuşa sürecek, Batı’yı ve en önemlisi de ABD’yi arkasına almış olmanın verdiği güvenle, açıktan karşı çıkmasa da bağımsız Filistin devletinin kurulmasını engellemek için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Bu açıdan bakıldığında, Arap-İsrail savaşları, Filistin sorununun kaderini belirleyen çok önemli bir süreç olmuştur.
1967 Arap-İsrail Savaşı sürecinde FKÖ’nün de yapısı değişti ve Filistin ulusal kurtuluş hareketini oluşturan çeşitli silahlı gruplar FKÖ’ye alınmaya başladı. Bu değişim bir anlamda zorunluydu, çünkü FKÖ’yü ayakta tutan Arap devletleri Arap-İsrail savaşlarının hepsini kaybetmiş ve artık Filistin sorununa olan yaklaşımlarını değiştirmişlerdi. Onlar açısından Filistin sorunu artık birincil önemde değildi. Zaten Arap Birliği hayali de çökmüştü. Ayrıca İsrail’le açıktan savaşarak sonuç almanın mümkün olmadığını düşünüyorlardı. Bu koşullarda, Arafat liderliğindeki El Fetih 1968’de FKÖ’nün yönetimini ele geçirdi. Yeni niteliği ve bileşimiyle FKÖ, bundan sonra Filistin halkının davasının seyrinde önemli bir etmen olacaktı.
El Fetih’in FKÖ’nün liderliğini alması, Filistin ulusal kurtuluş hareketinin yeni bir rotaya girmesi anlamına geliyordu. “Soğuk Savaş” dönemi ve ABD-SSCB arasındaki rekabetin zeminini oluşturduğu uluslararası konjonktürde, SSCB Ortadoğu’da ABD’ye ve uzantısı olarak gördüğü İsrail’e karşı FKÖ’yü el altından/dolaylı yollardan destekliyordu. Filistinliler Arap devletlerinin yürüteceği savaşla ya da uluslararası diplomasi alanında salt siyasi mücadeleyle bir yere varılamayacağını anlıyorlardı. Artık FKÖ, yeri geldiğinde gerilla yöntemlerine de başvurarak çok daha radikal ve sert bir eylem çizgisi izleyecekti. Tarihi lideri Yaser Arafat’la özdeşleşen El Fetih, solcusundan İslamcısına kadar son derece çeşitlilik arz eden kişi ve grupların bir araya gelmesinden oluşuyordu. Bu grupları ortaklaştıran temel kabul ise Filistin’in kurtuluşunun kitlelerin silahlı eylemleriyle mümkün olacağı düşüncesiydi.
FKÖ’nün liderliğini alan El Fetih’in bu çizgisi, gerilla mücadelesini benimseyen daha farklı örgütlerin kurulmasını da beraberinde getirdi. Bunlardan biri de Filistin Halk Kurtuluş Cephesiydi. FHKC, El Fetih’e göre çok daha sol ve devrimci bir çizgiye sahipti. Fakat bilmek gerekir ki, kendini Marksist-Leninist olarak adlandırsa da gerçekte FHKC de küçük-burjuva devrimci bir siyasi önderliği ifade ediyordu. FHKC içinden daha sonraları pek çok farklı örgüt çıktı. FHKC çizgisiyle El Fetih çizgisi arasındaki temel fark, her ikisi de özünde küçük-burjuva niteliğe sahip olmalarına rağmen, El Fetih’in daha en baştan ileride kurulacak Filistin devletinin çekirdeği olarak örgütlenmiş olması ve çeşitli devletlerle de bu temelde ilişkiler kurmasıydı. Nitekim ilerleyen yıllarda daha da gelişecek olan Filistin burjuvazisi, ulusal hareket içindeki temsilcisini El Fetih’te bulacaktı. Oysa FHKC daha devrimci bir siyasi perspektife sahipti. FHKC, Filistin’in kurtuluşu sorununu Ortadoğu devriminin bir parçası olarak görüyordu. Bu önemli farklara rağmen, El Fetih liderliğindeki FKÖ, pek çok direniş grubunu kendi bünyesinde toplamayı ve birleştirmeyi başardı. Filistin halkının da desteklediği FKÖ, verdiği gerilla mücadelesiyle İsrail’e karşı önemli başarılar da kazandı. Başarılar arttıkça mevcut Arap rejimleri de (genelde el altından da olsa) FKÖ’yü desteklemeye başladı.
Ne var ki, gerilla mücadelesi önemli başarılar elde edilmesini ve FKÖ’nün Arap halkları nezdinde prestijinin artmasını sağlasa da İsrail’deki Yahudi işçi-emekçilerin ciddi tepkisini çekti. Filistinlilerin haklarını ikircimsiz savunan etkili İsrailli komünist örgütlerin yokluğunda, İsrailli egemenlerin oyunlarıyla, gerilla mücadelesi Yahudi emekçiler nezdinde korkuya ve tepkiye yol açıyordu. Başlangıçta İsrail ordusunu ve askerini hedef alan saldırıların yerini giderek sivil hedeflere ve şehirlerdeki bombalı saldırılara bırakması bu tepkinin büyümesi için zemini güçlendirmişti. Zaten Yahudi ve Arap işçi-emekçilerin ortak mücadelesi de FKÖ için bir şey ifade etmiyordu.
Bir diğer sıkıntılı nokta da FKÖ İsrail devletini tanımadığı halde Mısır’dan Irak’a hemen tüm Arap devletlerinin İsrail’i tanımasıydı. Bu da Araplar arasında bir ikilik yaratıyordu. Nitekim Filistin burjuvazisi içinde de Filistin devletinin tanınması koşuluyla İsrail’in tanınması ve anlaşma yapılmasını savunan bir kanat oluşmuştu. Yine de her şeye rağmen Mısır, Suriye ve Irak gibi BAAS’çılığın egemen olduğu Arap devletleri, İsrail’in uzun bir gerilla mücadelesiyle yıpratılması ve akabinde de topyekûn bir savaşla 1967 yenilgisinin öcünün alınması fikrini belli ölçüde muhafaza ediyorlardı. Fakat Ürdün başta olmak üzere bir kısım Arap devleti de daha ABD-Batı yanlısı bir siyaset izliyorlardı ve FKÖ’nün gerilla mücadelesi temelinde kendi ülkelerinde konuşlanmasını, bizzat kendi iktidarlarına karşı da bir tehdit olarak görüyorlardı. Kısacası çok parçalı FKÖ ile diğer Arap rejimleri arasında da bir bütünlük, birlik olduğu söylenemezdi. Bu, siyonist İsrail devletinin elini güçlendiriyordu.
Bu tabloya, FKÖ’nün uçak kaçırma eylemlerinin Batılı emperyalist güçlerce “terör eylemi” olarak sunulması ve uluslararası kamuoyunun manipüle edilmesi de eklenince, Filistin davasının 70’li yıllarda Batı kamuoyunda ciddi puan kaybettiği görülecektir. Her ne kadar 1968 dalgasının etkisiyle sola kayan üniversite gençliği vb. sol çevrelerde gerilla mücadelesine sempatiyle bakılıyor olsa da bunun genel içinde sınırlı bir yer tuttuğunu belirtmek gerekir. Üstelik Mısır ve Suriye gibi FKÖ militanlarına hamilik yapan ülkelerin rejimleri de politika değiştirmeye ve FKÖ’yü dışlamaya başlamışlardı. Bu gelişmelerin en önemli sonucu, 80’li yılların ortalarına doğru El Fetih’in, İsrail devletinin tanınabileceği ve Batı Şeria ile Gazze’de bir Filistin devletinin kurulabileceği görüşünü ortaya koyması oldu. Bu da FKÖ’de ciddi gerilimlere yol açtı. Fakat nihayetinde FKÖ içindeki gruplar, bu görüşün çeşitli versiyonlarını tartışmaya başladılar.
Burada akılda tutulması gereken husus, FKÖ’nün uzun yıllardan sonra İsrail’i tanıyan ve iki devletli çözümü kabul eden bir noktaya varmış olmasının İsrail’in tavrını değiştirmeye yetmemiş oluşudur. İsrail devleti FKÖ’yü terör örgütü olarak görüyor ve hiçbir şekilde masaya oturmayacağını söylüyordu. İsrail, Filistin halkını Gazze ve Batı Şeria’daki dar bir alana hapsetmişti ve sürekli olarak Filistinli Araplara ait topraklara aşırı dinci ve milliyetçi Yahudi grupları yerleştiriyor, Filistinlileri bu topraklardan sürüyor, Filistin halkına sistematik olarak baskı uyguluyor, cezaevlerini Filistinli mahkûmlarla dolduruyor, ayrıca ekonomik baskı da uyguluyordu. Filistinliler derin bir işsizlik ve yoksulluk cenderesine hapsedilmiş durumdaydılar. 1982’de İsrail’in Lübnan işgali esnasında gerçekleşmiş olan Sabra ve Şatilla katliamları İsrail politikalarının nereye varabileceğini Filistin halkına göstermede bir dönüm noktası olmuştu.[6] Fakat 1987 yılında başlayan ikinci intifada tüm denklemi değiştirdi.
1987-93 yılları arasında gerçekleşen ikinci intifada Gazze’deki bir mülteci kampında başlamış ve hızla diğer Filistin yerleşim bölgelerine yayılarak kitlesel bir hal almıştır. İkinci intifada, bir anlamda tüm Filistin halkının siyonist İsrail devletinin onyıllardır devam eden zulmüne karşı bir başkaldırısı olmuştur. Filistin halkının katıldığı bu ayaklanma genel grevlerle, İsrail’e ait kurumların boykot edilmesiyle, sivil itaatsizlik eylemleriyle, vergi vermemeyle, barikat savaşlarıyla karakterize olmuştur. Özellikle gençlerin ve hatta çocukların katılması ve ön saflarda İsrail askerlerine kafa tutmasıyla bilinen ikinci intifadada, en önemli hususlardan biri İsrail bölgesinde çalışan Arap işçilerin gerçekleştirdiği kitlesel grevlerdi. Bu açıdan ikinci intifada, Filistin davasının kazanılması için nereye odaklanılması gerektiğini gösteren çok önemli bir örnektir. İsrail’deki sanayi ve tarım üretimini ciddi biçimde etkileyen bu grevler, İsrail devletinin ayaklanmaya son derece sert bir şekilde müdahale etmesinin de başlıca nedeni olmuştur. 1200’e yakın Filistinlinin hayatını kaybettiği ve 100 bine yakın Filistinlinin de yaralandığı ikinci intifada sonucunda, İsrail devleti geri adım atmak zorunda kaldı, İsrail devletinin politikaları uluslararası kamuoyunda büyük ölçüde teşhir oldu, yine uluslararası alanda Filistin davası büyük destek kazandı, Filistin devletinin tanınması yönünde ciddi bir zemin oluştu.
Aslında büyük ölçüde FKÖ’nün kontrolünün dışında başlayıp ilerleyen ikinci intifadanın yarattığı siyasi konjonktürde Arafat önce 1988’de Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayan bir “mini devlet” ilan etti. Buna göre Doğu Kudüs başkent, Arafat devlet başkanı oluyordu. Ardından ABD aracılığıyla İsrail ile başlayan görüşmeler, 1993’te Oslo’da bir “barış antlaşması”nın yapılmasıyla sonuçlandı. Antlaşmaya göre FKÖ İsrail’i tanıyacak, saldırılara son verecek, İsrail de Batı Şeria’nın ve Gazze’nin bir kesimini içine alan “mini devlet”i kabul edecekti. Filistin Ulusal Yönetimi adı verilen bu devletin başkanı da Arafat olacaktı.
[1] Kelime olarak ayaklanma, başkaldırı anlamları taşıyan intifada, Filistin halkının İsrail zulmüne karşı sergilediği isyanın, cesaretin ve kararlılığın sembolü haline gelmiştir.
[2] Arap Yüksek Komitesi 1936 yılında (Filistin İngiliz Mandası Yönetimi altındayken) Kudüs müftüsünün inisiyatifiyle kurulmuştu ve Filistinli Arapların siyasi organı konumundaydı. Ancak 1936-1939 yılları arasındaki ilk intifada sürecinde İngilizler tarafından yasaklandı. 1945’te Arap Birliği tarafından geçici olarak tekrar kurulduysa da 1948’den sonra yerini Filistin Umum Hükümetine bıraktı. Filistin Umum Hükümeti, yine Arap Birliği üyesi ülkeler tarafından, İsrail devletinin kurulmasına karşılık (onu tanımayarak) tüm Filistin topraklarını kapsayacak şekilde ilan edilmişti.
[3] Bir araya gelerek FKP’yi kuran veya sonradan ona katılan örgütlerin hemen hepsinin kurucuları ve üyeleri Avrupa ve Rusya’dan gelen Yahudi göçmenlerden oluşuyordu. FKP öncesi bu örgütlenmeler içindeki Yahudi göçmenler siyonizm fikrinden etkilenmişlerdi ve siyonizmi sadece Yahudi burjuvazisinin ideolojisi olarak görmüyorlardı. Hatta “proleter siyonizmi” adıyla bir akım da yaratmışlardı. Dolayısıyla özellikle FKP tabanında siyonist eğilimler ve/veya siyonizme olumlu bir gözle bakanların sayısı hiç az değildi.
[4] “Halk Cephesi”yle ilgili ayrıntılı bir okuma için bakınız: İlkay Meriç, Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri, Ocak 2022, MT
[5] Daha sonra da çeşitli bölünmeler geçiren bu reformist partinin ana gövdesi bugün HADASH yani “Barış ve Eşitlik İçin Demokratik Cephe” adlı siyasi oluşumun ana bileşeni olarak parlamentoda %3-4 civarı oyla 3 veya 4 sandalyesi olan burjuva sol bir parti konumundadır.
[6] İsrail devletinin kurulmasını takip eden Arap-İsrail savaşları esnasında yüz binlerce Filistinli Lübnan’a göç etmek ve oluşturulan kamplara sığınmak zorunda kalmıştı. Öyle ki, Lübnan nüfusunun %35’ini Filistinli mülteciler oluşturuyordu. İsrail’in FKÖ saldırılarını gerekçe göstererek 1982’de giriştiği Lübnan işgalinde, İsrail ordusu Beyrut’a kadar ilerlemiş ve nihayetinde FKÖ militanlarının kamplardan çekilmesini öngören bir ateşkes imzalanmıştı. Böylece savunmasız kalan mülteci kamplarında, İsrail ordusunun desteği ve yönlendirmesiyle, Hıristiyan-Falanjist milislerin yüzlerce Filistinliyi öldürmesi, tüm Filistin’de büyük bir infial yarattı.
link: Kerem Dağlı, Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor? /2, 4 Mayıs 2022, https://marksist.net/node/7635