Filistin sorunu onyıllardır Ortadoğu’nun kanayan yaralarından biri olmaya devam ediyor. Bu ulusal sorun en başından beri Ortadoğu’daki emperyalist kapışmanın da bir parçası durumunda. Gelinen noktada bir yanda ABD’yi ve neredeyse tüm Batılı devletleri, Rusya’yı, hatta Körfez’deki Arap ülkelerini dahi yanına almış bir İsrail varken, diğer yanda yapayalnız kalmış Filistin halkı bulunuyor. Zira Filistin’in yanındaymış gibi görünen Türkiye ve İran gibi güçlerin de asıl derdi kendi bölgesel çıkarları ve planları. Bu durum ve mevcut güçler dengesi Filistin sorununun çözümünü fazlasıyla zora sokuyor. Ancak buna rağmen Filistin halkı direnmeye ve hakkı olanı istemeye devam ediyor.
1948’de kurulan İsrail devleti bir hançer gibi Filistin halkının bağrına sokulduğundan bu yana Filistinliler gün yüzü görmedi, siyonist İsrail devleti zulmünü her geçen gün daha da arttırdı. 1904 yılında Yahudi göçü hızlanmaya başladığında bölgede 650 bin kişilik Arap nüfusa karşılık sadece 24 bin Yahudi bulunuyorken, uygulanan yok etme, zorla yerinden etme ve sindirme politikaları sonucunda demografik yapı tamamen değişmiştir. İsrail’in nüfusu 10 milyona yakındır (bunun yaklaşık %75’i Yahudi kökenlidir) ve Filistin yönetimi altında da yaklaşık 5,5 milyon insan yaşamaktadır. Bugün Filistinliler kendi ülkelerinde adeta “esir” durumundalar ve güya Filistin yönetimine bırakılmış az miktardaki toprak da gerçekte tamamen İsrail’in ablukasındadır. Milyonlarca Filistinli ise Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerde sürgün hayatı yaşıyor.
İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulüm maalesef o kadar kanıksanmış durumda ki, bombalamalar veya hak ihlalleri artık ne Arap ülkelerinde ne de Türkiye’de veya İran’da bir infial yaratıyor. Onyıllardır İsrail’in ve onu destekleyen Batılı ülkelerin yarattığı çözümsüzlük ortamı, İsrail devletinin işgallerle adım adım topraklarını genişletmesi ve Filistinlileri de buralardan kovmasıyla sonuçlandı. Batılı güçler bir yana, Arap devletlerinin ve hamilik taslayan Türkiye, İran gibi ülkelerin bu iddialarına rağmen gerçek manada İsrail’i caydıracak adımlar atmaması sonucu, aslında tüm dünyanın gözü önünde siyonist İsrail devleti Filistin’i ve Filistinlileri yok ediyor. İsrail’in her fırsatta Kudüs’te provokasyonlara girişmesi, Gazze’yi bombalaması, kadın-çocuk demeden sivilleri katletmesi, Filistinlileri binyıllardır bulundukları topraklardan zorla çıkartması, Filistinlilerin sadece ulusal haklarına değil inançlarına da tecavüz etmesi artık alışılageldik şeyler haline geldi.
2021 yılında da İsrail devleti Filistinlilere yönelik pek çok saldırıda bulundu. Örneğin Mayıs ayında, üstelik Müslümanlarca önemli olan Ramazan ayının son günlerinde Doğu Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da, Harem-üş Şerif’te Filistinlilere saldırdı. Bu kutsal sayılan bölgeleri adeta savaş alanına çevirdi. Bununla da yetinmeyip her zaman yaptığı gibi Gazze’yi havadan bombalamaya başladı. Bu saldırılarda onlarca Filistinli hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı. Ve yine her zamanki gibi Batılı devletler tarafları sükunete davet edip (!) ateşkes çağrıları yaptılar, BM de göstermelik olarak kınadı, Erdoğan “Eyy İsrail” diye haykırdı.[1] Tabii ki İsrail bu kınamaların hiçbirini tınmadı ve istediğini aldıktan sonra sözde ateşkes sağlandı. Olan da her zamanki gibi Filistin halkına oldu.
Aradan geçen on yıllardan sonra iyice açığa çıkmıştır ki, Filistin sorunu artık kangren hale gelmiştir ve bir zamanlar savunulan iki devletli çözümün nesnel zemini de fiilen ortadan kalkmaktadır. Çünkü mevcut tabloda ne Filistin halkı istediğini alacak güçtedir ne uluslararası siyasi konjonktür buna uygundur ve ne de İsrailli işçiler kardeş Filistin halkının bu sorununa sahip çıkacak siyasi bilince sahiptir. Ancak bu sorun çözülmedikçe İsrailli işçi-emekçilerin de kurtuluşu mümkün değildir. Filistin sorununun neden ve nasıl bu hale geldiğini anlamak, çözüm yollarını saptamak, Ortadoğu’da barışın nasıl sağlanacağını kavramak açısından da önemlidir. Bilhassa da en az Filistin sorunu kadar köklü ve girift hale gelmiş olan Kürt sorununu bizzat yaşayan Türkiyeli sosyalist ve devrimciler için...
Filistin sorununun tarihçesinden çıkan dersler
Filistin sorunu, Marksist Tutum sayfalarında çok kez ele alınmış konulardan biridir. Bu meseleye Marksistlerin nasıl yaklaşması gerektiğinden tutalım da güncel gelişmelerin analizine kadar pek çok açıdan işlenmiştir. Konu hakkında detaylı bir okuma yapmak isteyen okurlarımız, sitemizde yer alan Filistin Sorunu sayfasına giderek yazılarımızı inceleyebilirler. Bu sebeple, burada konunun tarihsel arka planının veya sürecin kronolojik gelişimini çok detaylı ele almayacağız. Ancak sorunun neden çözümsüzlüğe mahkûm edildiğinin anlaşılabilmesi için tarihsel süreçteki bazı önemli gelişmeleri ve kırılma noktalarını, burjuva siyasi önderliklerin izlediği politikaların yıkıcı sonuçlarıyla birlikte hatırlatmakla yetineceğiz.
Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım adlı 2003 tarihli yazımızda, Filistin sorununun muhtevasının ne kadar girift ve çok yönlü olduğunu anlatmak için şunları söylemiştik: “Bugün Filistin sorunu olarak karşımızda duran sorun, emperyalistlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda, halkların gerçek canlı bedenlerine uymayan yapay bir biçimde şekillendirmesinin sonucu olarak ortaya çıkan sorunlar yumağının son ve can alıcı halkasıdır. Filistin sorununa sağlam bir perspektifle yaklaşabilmek için bu tarihsel boyutun iyi anlaşılması zorunludur. Öte yandan Filistin sorunu daha karmaşık başka boyutlar da içermektedir. Yukarıda belirttiğimiz Arap ulusunun bölünmüşlüğü sorununun yanı sıra, sorunun bir kolu ezilen bir halk olarak Filistin halkının haklı kurtuluş mücadelesi boyutuna, bir diğer kolu da çok köklü bir tarihsel sorun olan Yahudi sorunu boyutuna açılmaktadır. Tüm bu karmaşık boyutlar Filistin sorununun Filistin’in kendisiyle sınırlı bir sorun olmadığını şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar.”[2]
Burada dikkat edilmesi gereken temel husus, Filistin sorununun emperyalistlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmelerinin dolaysız bir sonucu olduğudur. Sorunun ortaya çıkmasında da, bir türlü çözülememesinde de temel tarihsel ve siyasal faktör budur. İngiliz emperyalizmi Afrika, Asya veya başka yerlerde yaptığı gibi burada da “böl, parçala, yönet” taktiğine uygun şekilde önce Yahudi göçünün önünü açmış, sonra Osmanlı’ya karşı Arapları desteklemiş, ardından da İsrail devletinin kuruluşunu sağlamıştır. Ortadoğu’nun bölünmüş Arap halkları da hiçbir zaman Filistin halkına sahip çıkmak üzere egemenlerden bağımsız bir tutum sergileyememişlerdir. Dolayısıyla Filistin sorunu, Arap ulusunun bölünmüşlüğü ve Yahudi sorunuyla da iç içe geçtiğinden bugünkü karmaşık hali bizi şaşırtmamalıdır. Ayrıca Filistin halkının Batılı emperyalistlerin desteklediği İsrail’e karşı direnişinin, işbirlikçi Arap rejimlerini rahatsız ediyor oluşunu da akılda tutmak gerekir. Gelinen noktada Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın başını çektiği bu rejimler Filistin sorununun “bir biçimde” çözülmesini yeterli görmekte ve uzamasını istememektedirler. Hal böyle olunca da zaman, ABD başta olmak üzere Batı’yı arkasına almış olan İsrail devletinin lehine işlemektedir. İsrail her geçen gün güya Filistin yönetimine bırakılmış bölgelere tecavüzlerini arttırmakta, iki devletli çözümün nesnel zeminini fiilen yok etmekte ve Filistinlileri de diğer Arap devletlerini de kendi nihai hedefini kabul etmeye sürüklemektedir. Zaten İsrail’in 1948’den beri temel politikası tüm Filistin’i işgal ederek ele geçirmek ve tek bir İsrail devleti altında Filistinlileri azınlık durumuna düşürmek ve o topraklardan kovmaktı. İsrail’in uyguladığı her politika bu amaca hizmet etmektedir.
Yeri geldiğinde İsrail’in yaptıklarını uyduruk kınamalarla geçiştiren Batılı güçlerin de bu plana özde bir itirazları yoktur. Batılı büyük güçler kimi zaman açıktan kimi zaman el altından, 1897’de başlayan ve 1904’ten sonra hızı artan Yahudi göçünü desteklemişlerdi. Bu destek daha sonra da Siyonist İsrail devletine desteğe dönüştü. Bu tarihlerde Osmanlı Devleti’nin başında bulunan ve bugünün İslamcılarının pek sevdiği II. Abdülhamid’in de bu göçün önünü açtığını geçerken kaydedelim. Arap ve Müslüman bir Ortadoğu’da, özellikle de petrolün bulunmasından sonra, her daim Batı’nın çıkarlarını savunacak, yeri geldiğinde bir üs, bir ileri karargâh olabilecek bir devlet Batılı emperyalistlerin her zaman işine gelmiştir.
Nitekim, bir ara görünürde Arapları destekleyen veya güya tarafsız davranan İngiltere’nin dışişleri bakanı Lord Balfour’un adıyla anılan 1917 tarihli deklarasyonla birlikte de Yahudi devletinin kurulmasının önü bizzat İngiliz emperyalizmi tarafından açılmıştır. Bu deklarasyondan sonra Yahudi göçü de arttığından ve bundan cesaret alan Yahudi örgütleri Araplarla açıktan çatışmaya başladığından, 1929-1936 arası dönemde Filistinliler çok sayıda isyan ve direniş gerçekleştirdiler. Ancak hepsi de İngiliz emperyalizminin askerlerince bastırıldı. Çünkü Yahudilerin aksine Arap nüfusun destek göreceği, sırtını dayayacağı bir büyük güç yoktu. Filistinliler Yahudilerin de Arapların da eşit haklara sahip bir şekilde üniter bir devlet altında yaşamasını kabul ediyorlardı fakat bu haklı talepleri kabul edilmediği gibi 1947’de BM’de yapılan oylamayla İsrail devletinin kurulması onaylanmış oldu.[3]
Kimileri, bugünden geriye doğru bakarak, 1947’deki BM planının Filistinliler tarafından kabul edilmemesinin büyük bir hata olduğunu ve tarihi bir fırsatın kaçtığını söyleyebiliyorlar. Oysa gerçeklik tam olarak böyle değildir. Bize söylenen; BM’nin paylaşım planının iki ayrı devletin kurulmasını öngördüğü (iki ayrı devlet veya bir federasyon altında iki ayrı yönetim seçenekleri söz konusuydu) ama Filistinli Araplar bunu kabul etmedikleri için sadece İsrail devletinin kurulduğudur. Halbuki BM’nin planına yakından bakıldığında ortada hiç de masum bir niyet olmadığı anlaşılacaktır. Birincisi, bu plan 33 ülkenin evet oyuna karşılık 13 ülkenin hayır ve 10 ülkenin de çekimser oy vermesine rağmen kabul edilmiştir ki bu durum BM prosedürüne aykırıdır. BM genel kurulu ancak üçüncü turda yeterli sayıya ulaşabilmiştir ve her turda da ABD evet demeyecek ülkelere çok ciddi baskı yapmış, hatta ikinci turdan sonra yeterli üçte ikilik çoğunluk sağlanamamasına rağmen plan genel kurula getirilmiştir. İkincisi, plana göre iki ayrı devlet öngörülüyordu, ne var ki tarihi Filistin toprakları birbirinden kopuk birden fazla bölgeye bölünmüştü ve ayrı devletler oluşturabilecek bir sınır bütünlüğü bulunmuyordu. Üçüncüsü, nüfusun %70’ini oluşturan ve toprakların %92’sine sahip olan Araplara ülkenin sadece %47’si verilecekti. Zaten Arapların, içinde bağımsız bir İsrail devletinin yer aldığı tüm önerilere karşı olduğu bilindiğinden bir anlamda iş katakulliye getirilerek, Filistin topraklarına ilk hançer sokulmuş oluyordu. Açıkçası ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı güçler uzun vadeli bir planın ilk adımını atmışlardı. İsrail devletinin ne uluslararası hukuka ne de bölgenin demografik ve coğrafi-siyasi yapısına uygun olmayan biçimde kurulmasının uluslararası alandaki meşruiyetini ise Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırım oluşturacaktı. O kadar ki SSCB başta olmak üzere çoğu “sosyalist” ülke de İsrail lehine oy kullanmıştı. Tabii Yahudi burjuvazisinin kurulacak İsrail’e göçü hızlandırmak için bizzat Nazilerle yaptığı işbirliğinden kimse bahsetmeyecekti…
Bu noktada, daha işin başında, yani sorun henüz bu kadar çetrefilli hale gelmemiş ve Yahudi devleti kurulmamışken, sürecin gidişatını etkileyebilecek olan SSCB ve diğer sözde “sosyalist” devletlerin aldığı tutumu da kısaca açmak gerekir. Eğer SSCB ve diğer ülkeler gerçekten birer işçi devleti olsalardı, en başından itibaren ezilen Filistinlileri destekler ve onların çözüm önerisi olan demokratik bir cumhuriyetin kurulması için uğraşırlardı. Çünkü işin aslı bu çözüm önerisi Yahudilerin varlığını reddetmiyor ve onlara da kurulacak devlette söz hakkı veriyordu. Oysa “İsrail devletini ilk tanıyan ülkelerden biri olan SSCB, İsrail devletinin kurulmasını İngiliz emperyalizminin bölgede zayıflamasının bir ifadesi olarak görmüş ve bu nedenle İsrail’in oluşumunu desteklemişti. SSCB, İsrail-Arap savaşında Çekoslovakya aracılığıyla Yahudilere silah desteğinde bulunmuştu. Dolayısıyla, Filistin davasını sonuna kadar desteklediği sanılan SSCB’nin tutumu, soruna işçi sınıfının değil Sovyet bürokrasisinin çıkarları açısından yaklaşan oportünist bir tutumdu”.[4] Bu tutum, Stalinizmin Filistin sorunu ve benzeri pek çok ulusal kurtuluş mücadelesine hangi temelde yaklaştığının bariz örneklerinden biridir. SSCB’nin bu yaklaşımı Filistin’e yakın ülkelerdeki Komünist Partilerin de tutumunu belirlediğinden, Filistin halkı da yalnız kalmıştı. Dolayısıyla Filistin sorununun bugünkü haline gelmesinde, Stalinizmin günahı büyüktür.
Böylece 1948’de İsrail devletinin ilan edilmesinin ardından Filistinliler için bugüne kadar uzanan son derece çileli ve acılarla dolu bir süreç başlamış oluyordu. BM’nin bu kararına itiraz eden Filistinliler, İsrail devletine karşı savaşmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar ve 1948’i takip eden yıllar boyunca önce yüz binlerce, sonra milyonlarca Filistinli yerinden yurdundan edildi, başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı. İşin ilginç yanı, başka ülkelerdeki Yahudiler de İsrail’e göç etmeye zorlanıyordu. Tüm bunlar İsrail devletinin kurulmasının emperyalist güçlerin planlı bir çalışmasının sonucu olduğunun kanıtıdırlar.
Böylelikle Filistin sorununun bir türlü çözülememesindeki bir diğer önemli etkene yani siyasi önderlik meselesine gelmiş oluyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz ilk büyük yenilgiden sonra Filistinlilere destek veren Arapların kendilerini toparlaması 1960’lı yıllara kadar sürdü. “Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve Irak’tan oluşan Arap devletleri, 1964’te toplanan Arap Konferansında Filistin halkını ayrı bir kimlik içinde örgütleme kararı aldılar ve bu doğrultuda FKÖ’yü kurdular. FKÖ’nün başkanlığına ise, Birleşmiş Milletler’de Arap birliği genel sekreter yardımcısı ve Suudi Arabistan sürekli temsilcisi olan Ahmet Şukayri’yi getirdiler. Şukayri 1950 yılında da Birleşmiş Milletler’e Suriye delegesi olarak atanmıştı.”[5] Sanılanın aksine, FKÖ’nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) kuruluş amacı Filistinlilerin haklı davasını desteklemekten ziyade İsrail’in saldırgan politikalarına karşı yükselen halk hareketini kontrol altına almaktı. FKÖ’nün kuruluşunda başat rol oynayan ve asıl derdi Arap ulusunu birleştirmek olan BAAS’çı Abdülnasır, Filistin sorununu da bu yolda önemli bir araç olarak görüyordu. Dolayısıyla da kendisinin kontrolünde bir FKÖ ve FKÖ’nün kontrolünde bir Filistin hareketi istiyordu. FKO (Filistin Kurtuluş Ordusu) da bu mantıkla FKÖ’yü kuran devletlerin ordularında görevli subaylar tarafından kurulmuştu ve onların yönetimindeydi. Bu yaklaşım, yani çeşitli Arap devletlerinin Filistinlilerin kurtuluş mücadelesini desteklerken veya destekler görünürken bile aslında kendi çıkarlarını işin temeline koymaları, Filistin sorununun çözümsüzlüğünün asli nedenlerinden bir diğeridir.
Filistin’in kurtuluşunun ancak silahlı mücadeleyle mümkün olabileceği görüşü temelinde ve Yaser Arafat önderliğinde, 1958’de, Kuveyt’te kurulmuş olan El Fetih örgütü ise Arap egemenleri tarafından kurulan FKÖ’den çok farklı bir siyasi çizgideydi. El Fetih’in FKÖ’den en temel ayrım noktası, diğer Arap devletlerinden bağımsız bir örgütlenmeyi savunmasıydı. 1965’te gerçekleştirdiği ilk silahlı eylemin ardından El Fetih otoritesini giderek arttırdı. Öyle ki, 1967’deki Arap-İsrail savaşında Arapların kaybetmesinin ardından, El Fetih FKÖ’yü ele geçirmeye girişti. Nihayetinde 1968 Kasım’ında aralarında El Fetih’in de bulunduğu pek çok gerilla grubu FKÖ’nün meclisi niteliğinde olan Filistin Ulusal Konseyine girdiler ve Yaser Arafat FKÖ’nün başkanlığına getirildi. Bu tarihten sonra FKÖ’nün politikası değişmeye başladı ve daha mücadeleci bir örgüte dönüştü.[6] Arafat liderliğindeki FKÖ, 1968-73 yılları arasında silahlı mücadeleyi öne çıkaran bir politik hat izlemiş, ardından da (1973’ten itibaren) elde ettiği kazanımları korumak maksadıyla diplomasiye ağırlık vermeye başlamıştır. Bu sayede Filistinlilerin “sürgün hükümeti” sıfatını kazanmış, BM nezdinde de Filistinlilerin tek meşru temsilcisi kabul edilmiştir. Ardından 1994 ve 1995 yıllarındaki çeşitli anlaşmalarla Gazze Şeridinin tamamına yakını ve Batı Şeria’nın da bazı bölgeleri FKÖ kontrolündeki Filistin Yönetimine bırakılmıştır. FKÖ’nün bahsi geçen dönemde izlediği bu mücadeleci çizgi, Filistin halkının talepleriyle de örtüştüğünden, belli kazanımlar elde edilmesi mümkün olmuştur. Ne var ki FKÖ’nün bu konumu ve çizgisi uzun süre devam etmemiş ve Filistin halkı burjuva politik hesapların gelgitleri içinde çıkmaza sürüklenmiştir.
Bu noktada FKÖ’nün yapısına dair şu hususun da altını çizmek gerekir; Arafat’ın ve El Fetih’in önderliğinde FKÖ, uzunca bir dönem Filistin davasının yegâne örgütü haline gelmişse de aslında çok parçalı bir yapıya sahiptir. FKÖ, 1968’de Arafat liderliğindeki El Fetih’in ve FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) gibi irili ufaklı pek çok örgütün daha dahil olmasıyla farklı bir hüviyete kavuşmuş, hem Arap ülkelerinden görece bağımsızlaşmış hem de bir çatı örgütüne dönüşmüştür. Bu parçalı yapısına rağmen, çeşitli örgütlerin “kurtuluş hedefi elde edilinceye kadar savaşa devam” şiarı etrafında birleşmesi ve Arafat’ın karizmatik liderliği sayesinde FKÖ 90’ların sonuna kadar Filistin hareketinin tartışmasız ve meşru temsilcisi olma sıfatını koruyabilmiştir. 1968-90 arasındaki dönemde, SSCB’nin desteğini şu veya bu düzeyde arkasına alan FKÖ genel olarak sol bir söylem de benimsemiştir. II. Dünya Savaşı sonrası neredeyse tüm ulusal hareketler için geçerli olan bu durum, uluslararası arenada sol-sosyalist çevrelerin de Filistin’in kurtuluşu davasını aktif biçimde desteklemesinin zeminini oluşturmuştur. Ne var ki içinde yer alan kimi örgütler daha radikal-sol bir çizgi izlese de genel olarak FKÖ’nün sosyalistlikle hiçbir zaman alakası olmamıştır. Nitekim SSCB’nin çökmesiyle birlikte Arafat ABD’nin ve diğer Batılı güçlerin desteğini alabilmek için örgütün mücadeleci çizgisini iyice yumuşatmaya ve yüzünü Batı’ya dönmeye başlamıştır. Böylece 90’lardan sonra Filistin önderliğinin dışarıdan bakıldığında homojen görünen yapısı bozulmaya ve çeşitli rakip güçler daha görünür olmaya başlamıştır.
İşin aslı, pek çok başka ulusal kurtuluş mücadelesi örneğinde olduğu gibi, küçük-burjuva ve burjuva unsurlardan oluşan FKÖ kazanımlar elde ettikçe mücadeleci çizgisini terk etmiş ve giderek daha fazla oranda çeşitli büyük güçlere sırtını dayayarak elindeki kazanımları korumaya, oluşan bürokrasinin ve egemen kesimin ayrıcalıklarını geliştirmeye odaklanmıştır. Bunun sonucunda da kaçınılmaz olarak yozlaşma, çürüme ve gözden düşme gelmiştir. Bu da 1987’de kurulan HAMAS’ın (İslami Direniş Hareketi) 90’lı yılların sonuna doğru hızlanan yükselişini beraberinde getirmiştir. Mısır merkezli Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kolu olarak kurulan HAMAS, 80’lerde tüm Ortadoğu coğrafyasında güçlenen siyasal İslamın Filistin’deki temsilcisi olmuştur. Ayrıca Filistin kurtuluş hareketinin bölünmesi ve FKÖ’ye nazaran daha radikal ve “terör” eylemleri gerçekleştiren bir İslamcı örgütün varlığı, uluslararası arenada meşruiyetini arttırmak isteyen İsrail devletinin de işine gelmiştir. Bu sebeple, Filistin halkının haklı taleplerini temsil edebilecek devrimci bir örgütlenmenin yokluğunda HAMAS, kuruluşundan itibaren özellikle Gazze’de sürdürdüğü dayanışmacı faaliyetleriyle (yardım kuruluşları, hastaneler ve okullar kurmuştur) yoksul halkın sempatisini kazanmış, FKÖ’nün 1988’de İsrail devletini tanıdığını açıklamasının ardından da popülerliğini iyice arttırmıştır. Bu süreç 2005 genel ve yerel seçimlerinde öne atılan HAMAS’ın Gazze’de kontrolü tamamen ele geçirmesiyle ve Filistin ulusal kurtuluş hareketinin siyasi önderliğinin iki ayrı cepheye bölünmesiyle sonuçlanmıştır.
Gelinen noktada Filistin Yönetimi denen siyasi yapıyı gerçek manada bir devlet olarak adlandırmak olanaksızdır. Ayrıca, 1988’de Arafat’ın önderliğinde ilan edilen ve BM’nin 138 üyesi tarafından tanınan, BM’de gözlemci devlet statüsünde bulunan Filistin toprak bütünlüğüne de sahip değildir. Bu sözde devlet aslında iki ayrı parçadan oluşmaktadır; Gazze ve Batı Şeria. 2006’dan bu yana HAMAS Gazze şeridini ve FKÖ de Batı Şeria denilen bölgeyi kontrolünde tutmaktadır. Bu iki bölgeyi yönetmek için 1993’te kurulmuş olan Filistin Ulusal Yönetimi de HAMAS ve FKÖ’den oluşmaktadır.
Bunun anlamı Filistin kurtuluş hareketinin hem siyaseten hem de coğrafi/bölgesel olarak bölünmüş durumda olması ve İsrail’in son derece avantajlı bir konuma gelmesidir. Her iki bölge de fiilen İsrail işgali-ablukası altındadır. Bölgelerden birbirine geçişler ve hatta Batı Şeria’nın kendi içinde bir mahalleden diğerine geçiş bile İsrail devletinin kontrolündedir. Bölgeler birçok küçük parçaya bölünmüştür ve Yahudi yerleşimleriyle arada duvarlar bulunmaktadır. Siyonist İsrail devleti ekonomik olarak da bu bölgeleri kontrolü altında tutmakta, dışarıdan gelen yardımları istediğinde ulaştırıp istediğinde engellemekte, vergiyi toplamakta ve Filistin yönetimine iletmekte, bazen de iletmemektedir. Filistinlilerin çoğu geçinebilmek için Yahudi kesiminde çalışmak zorundadır ve İsrail de bunu koz olarak kullanmaktadır. Elektrik, su, gıda veya ilaç gibi pek çok hayati ihtiyaç maddesi için bu yerleşimler İsrail devletine muhtaçtır. Tüm bu ablukaya ek olarak İsrail devleti düzenli olarak Filistin topraklarında yeni Yahudi yerleşimleri kurmakta, her sene sudan bahanelerle Filistinlilerin yerleşimlerine saldırılar düzenlemekte, onlarca insanı katletmektedir. İsrail hapishaneleri Filistinli siyasi mahkûmlarla doludur. Filistin yönetimi bütçesinin yaklaşık %6’sını bu mahkûmlara ve ailelerine yardıma harcamak zorunda kalmaktadır.
(devam edecek)
[1] Bkz. Aylin Dinç, İsrail Devleti Sıkıştıkça Filistin Halkına Saldırıyor (Mayıs 2021), marksist.com
[2] Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım (Eylül 2003), marksist.com
[3] Bkz. Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım
[4] Zeynep Güneş, age
[5] Zeynep Güneş, age
[6] Zeynep Güneş, age
link: Kerem Dağlı, Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor?, 26 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7563