Kapitalizmin yarattığı sorunlar sıçramalı bir şekilde insanlığın önüne yığılıyor. Küresel eşitsizlik, emperyalist savaş, göç, salgın hastalıklar, doğanın tahrip edilmesi, iklim ve çevre krizinden kaynaklı felâketler insanlığı uçurumun kenarına getirmiş durumda. Son birkaç yılda emekçiler bu sorunların yakıcılığını çok daha doğrudan hisseder hale geldiler. 2020 yılında tüm dünyayı etkileyen pandemi, 300 milyonu bulan kitlesiyle göçmen ve mülteci sorunu, özellikle geçen yaz şiddetini hissettirerek yaşanan, milyonlarca emekçinin hayatını altüst eden yangın ve seller… Tam da bu nedenle tüm dünyada işçiler, emekçiler, gençler, eşitsizliğe, ekolojik krize ve burjuvazinin yağma ve talanına karşı şimdiye dek görülmedik kitlesellikte ve sıklıkta meydanlara çıkıp tepkilerini gösteriyorlar. Burjuvazi ise göstermelik konferanslarla, hiçbir ciddiyeti ve yaptırımı olmayan anlaşmalarla vb. bir şey yaparmış gibi görünerek sorumluluğu sırtından atmaya çalışıyor. Bu konferanslar silsilesinden biri de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP). Bu kapsamdaki toplantıların yirmi altıncısı, yani COP26, 31 Ekim-12 Kasım tarihleri arasında İskoçya’nın Glasgow kentinde yapıldı. Bu konferansta da tıpkı daha önceki benzerlerinde olduğu gibi, kapitalizmin egemenlerinin ekolojik kriz karşısında havanda su dövmek dışında hiçbir şey yapmadıkları ve yapamayacakları görülmüş oldu.
120’si devlet liderleri düzeyinde 197 ülkeden 40 bin delegenin katıldığı COP26’nın hedefleri şöyle belirlenmişti; 2009 yılında Paris İklim Konferansında hedef olarak koyulan sanayi devrimi öncesi sıcaklığı 1,5 dereceden fazla aşmama hedefini canlı tutmak. Önceki konferanslarda belirlenen sınırdaki kömür kullanımını sıfırlamak için tarih belirlemek. 2020 yılında yerine gelmesi gereken ama gerçekleşemeyen zengin ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerin fosil yakıt emisyonlarını azaltmalarına ve krizin etkilerine uyum sağlamalarına yardımcı olmak için yıllık 100 milyar dolarlık iklim finansmanı vermelerini sağlamak. 14-19 yıl içinde tüm yeni araba satışlarını sıfır karbon emisyonlu yapmak. On yılın sonunda ormansızlaşmaya son vermek.
Hedeflerin ortaya koyuluş biçimi, kapitalistlerin kamuoyuna yansıtmak istediklerinin aksine kendi gerçekliklerinin farkında olduklarını gösteriyor. Zaten konferanstan önce ve konferans sırasında açıklanan raporlar, konferansın sonuçlarının iklim için sihirli bir değnek olamayacağını gösteriyordu. Nitekim sonuç, bir kez daha, bu konferanstan beklentisi olanlar için “hayal kırıklığı” oldu. Umutlar her zamanki gibi bir sonraki seneye ertelendi. Ülkelerin ortak tavır geliştirmesinin zorunlu olduğu söylenen en temel konular çözümsüz kaldı. Ortada ise yine vaatler, sözler ve gereği yerine getirilmeyen anlaşmalar var. 1,5 derece sınırı için anlaşma bir sonraki yıla bırakıldı. Atmosferdeki karbon emisyonunu azaltmak için fosil yakıt kullanımını sonlandırma önerisi sadece kömür için gündem oldu ve kullanımı “sonlandırma” değil “sınırlama” taahhüdüyle bağıtlandı. Gelişmekte olan ülkelere ise, daha az karbon salımı için yapılması gereken dönüşümlere dair bugüne kadar defalarca verilen ama bir türlü yerine getirilmeyen yardım sözleri verildi yine.
COP26 öncesi yayınlanan ve konferansa da hazırlık olan Birleşmiş Milletlere (BM) bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panelinin (IPCC) Ağustos ayında yayınladığı değerlendirme raporunda, dünyanın küresel ısınma nedeniyle benzeri görülmemiş ve geri dönüşü olmayan zararlarla karşı karşıya olduğu vurgulanıyordu. IPCC’nin raporuna göre, atmosfere zararlı karbondioksit salımının radikal biçimde azaltılması durumunda dahi, sıcaklıkların sanayileşme öncesi döneme göre 1,5 derece artmasını engellemek artık mümkün değil. Ancak raporda, önlem alınmaması halinde küresel ısınmanın yüzyılın sonuna kadar 2 derece ve üzerinde seyredeceği tahmininde bulunuluyor. 50 yılda bir görülen aşırı sıcak havanın artık yılda bir görülmesinin olası olduğu, tropik fırtınaların, yağmur ve kar yağışının artacağı, bugüne kıyasla 1,7 kat daha fazla kuraklık yaşanacağı belirtiliyor. Yangınların daha yoğun ve uzun süreceği uyarısı yapılıyor. Küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlandırılması durumunda dahi deniz seviyesinin iki, üç metre, hatta daha fazla yükseleceği vurgulanıyor. Uzmanlar bu sürecin kutuplardaki buzulların erimesi ve okyanusların ısınması ile daha da hızlanacağı değerlendirmesinde bulunuyor. Uzmanlara göre, deniz kenarındaki ülkelerde geçmişte yüz yılda bir görülen seller 2100’e kadar her yıl meydana gelecek.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) da zirve öncesi yayınladığı açıklamada konan hedeflere ulaşmanın mümkün olmadığını belirtiyordu. “Devletlerin, sanayi devrimi için dönüm noktası olarak kabul edilen 1850’den bu tarafa yükselen küresel ısınmayı 1,5 derece artışla sınırlamak için gereken adımları atmadıklarının altını çizen UNEP, şöyle diyor: «Hükümetler iklim değişikliği konusunda daha güçlü adımlar atmayı taahhüt etseler bile, birçok ülke önümüzdeki on yılda petrol, gaz ve kömür gibi fosil yakıt üretimlerini önemli ölçüde arttırmayı planlıyor.» ABD, Suudi Arabistan, Rusya, Kanada, Çin, Hindistan başta olmak üzere toplam 15 büyük fosil yakıt üreticisi ülkenin gelecek on yıldaki madencilik ve sondaj planlarını inceleyen UNEP, bu planların iklim için verilen taahhütleri baltaladığını ve anlamsızlaştırdığını söylüyor. Bu ülkeler küresel ısınmayı önlemek için öngörülen seviyeden yüzde 240 daha fazla kömür üretimi planlıyor. Aynı şekilde petrolde yüzde 57, doğalgazda yüzde 71 daha fazla üretim planlanıyor. Küresel ısınmaya neden olan sera gazı emisyonunun yüzde 80’i, 30 Ekimde Roma’da toplanan G20 ülkeleri tarafından yapılıyor. Adı geçen ülkeler ve G20 ülkeleri fosil yakıt üretimine bu kapasiteyle devam ederlerse, 2030 yılına kadar küresel ısınmayı sanayi devrimi öncesi ortalama sıcaklığın 1,5 santigrat derece üzerinde sınırlandırma hedefinin misliyle aşılacağı belirtiliyor.”[1]
COP26’dan önce ve zirve sırasında verilen sözleri inceleyen İklim Faaliyet Takibinin (CAT) analizine göre ise verilen tüm taahhütlere karşın, dünyanın küresel sıcaklık artışını kısıtlama hedefine yaklaşılamadı. Analizde, dünyanın küresel sıcaklıklarda hedeflenen 1,5 derecelik artışın çok ötesinde, 2,4 derecelik artışa doğru gittiği vurgulanıyor. Zirveden önce, 1,5 derece sınırında kalınacaksa tüm yeni fosil yakıt geliştirmelerinin bu yıldan itibaren durdurulması gerektiğini söyleyen Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ise zirve sırasındaki taahhütler sonrası incelemesinde küresel sıcaklıkta 1,8 derecelik bir artış olacağını hesaplıyor.
Yapılan tüm araştırmalar ve sonuçları 1,5 derece eşiğinin aşılmasının yaşamı altüst edecek iklim değişikliklerine neden olduğuna işaret ediyor. Mesela 2021 yılı içinde Çin ve Avrupa’da şiddetli yağmurlar nedeniyle oluşan seller ve Pasifik’te aşırı sıcaklar nedeniyle binlerce insan öldü. Grönland’da buzullar hızla eriyor, Akdeniz ve Sibirya’da binlerce hektar ormanlık alan küle döndü. Dünyanın pek çok bölgesinde kuraklık etkili oldu. Doğanın hızla tahrip edilmesi ve kirletilmesi durdurulup küresel ısınma 1,5 derece sınırında tutulamazsa ve 2 dereceyi aşarsa Grönland ve Antarktika’nın buz tabakasının büyük bölümünün çökmesi sonucunda deniz seviyesinin yükselmesiyle bazı ada devletleri ve kıyı kentleri sular altında kalabilir, balık habitatı bozulur, tarımsal merkezlerde kıtlık yaşanır. Bu da gıda ürünlerinde aşırı fiyat artışı ve insanlığı bekleyen açlık demek. Ayrıca bu durum, sıtma benzeri bulaşıcı hastalıkları taşıyan sivrisineklerin daha geniş bir alana yayılmasına, böcek ve hayvan yaşam alanlarının çoğunun kaybolmasına ve orman yangınları riskinin artmasına da neden olacaktır.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ilk olarak 1992 yılında 100’den fazla ülke tarafından küresel emisyonları düşürmek vaadiyle imzalandı. Farklı gelişmişlik düzeyindeki ülkeler küresel ısınmaya etkilerinin farklı olmasına rağmen sorunun çözümü için birlikte hareket etmeyi taahhüt ettiler. 2015 yılında Paris’te gerçekleşen COP21, yaygın bilinen ismiyle “Paris İklim Antlaşması”, katılımcı ülkelerin küresel ısınmayı 1,5-2 dereceyle sınırlama konusunda anlaştığı ilk zirve oldu. Bu anlaşmaya 10 ülke katılmadı. Bu ülkelerden biri de Türkiye idi. Türkiye Paris İklim Anlaşmasını bu yıl onayladı. Paris İklim Anlaşması çerçevesinde, 196 ülke düzenli olarak ulusal ve kolektif gelişmeleri raporlama kararı aldı. 2020’de ilk kez planlanan raporlama, Covid-19 salgını nedeniyle bu yıl gerçekleşecek.
COP26, Paris İklim Anlaşmasının da test edileceği ilk zirve olarak lanse ediliyordu. Ama test sonucu bizler açısından hiç de şaşırtıcı olmadı. Kapitalizmin iklim krizine nasıl baktığına ve çözüm üretme niteliğinin olmadığına dair binlerce örnek var. Bunlardan en çarpıcılarından biri Kyoto Protokolünde alınan sera gazı emisyonu kotası kararı ve sonucunda olanlardır. 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde düzenlenen konferans sonrası kabul edilen Kyoto Protokolü, bir ülke kendi kotasını aşan miktarda karbondioksit salımı yapıyorsa, daha az salım yapan bir başka ülkenin kotasından “dünyayı kirletme kotası” satın alabilmesini öngörüyordu. Sonuçta bir “karbon borsası” dahi oluştu. Her şeyi metalaştıran kapitalizm dünyayı mahvetme kotalarını bile alınır-satılır hale getirebilmiştir.
Dünyanın pençesinde olduğu ve sadece küresel ısınmayla değil, doğanın çok yönlü tahribatı, yani ormansızlaşma, sulak alanların kuruması, atıklar gibi pek çok devasa sorunu içeren ekolojik kriz elbette kapitalizmin tarihsel sistem krizinden bağımsız değildir. Kapitalist ekonomi, sistemin her alanda tıkanmış olmasından dolayı şiddeti artan krizlerle sarsılıyor. Bu krizden çıkmanın yollarını arayan egemenler, 2020 yılında dünyayı kaplayan Covid-19 pandemisini hiç vakit kaybetmeden fırsata çevirmeye uğraştılar. Kapitalizmin tüm günahları bir virüsün üzerine yıkıldı ve aynı zamanda hemen öncesinde kapitalizmin yarattığı her türlü felâkete karşı sokaklarda olan kitleler bu yolla sindirilmeye çalışıldı. Yani kapitalistler kendi yarattıkları felâketleri yine kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. İşte ekolojik kriz de bunlardan biri. Şimdilerde çevreci kesilen tekeller, “yeşil kapitalizm”, “yenilenebilir enerji” diyerek bu dönüşümü kapitalizm için yeni yatırım alanlarına çevirmek istiyorlar. Dünyanın geleceği, insan yaşamı, canlı popülasyonu, emekçilerin yaşamını altüst eden seller, orman yangınları, dünyayı bekleyen kuraklık ve susuzluk tehlikesi… Bunların hepsi kapitalist efendiler için yeni kârlı alanlar yanında teferruat.
2021 yılı Dünya Ekonomik Forumuna “Büyük Reset”çiler damga vurdu. Emperyalist-kapitalist sistemin egemenlerinin bir kısmı kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve krizlerin artık emekçi kitleler tarafından kaldırılabilecek düzeyi çoktan geçtiğinin farkına vardılar ve olası bir isyanı engellemek için bir şeyler yapmanın yollarını aramaya giriştiler. Bugüne kadar sistemin hatalı taraflarını reformlarla iyileştirilebileceğini söyleyenler artık kapitalizmi “Resetlemek” gerektiğini söylüyorlar. İşte bu Resetçiler COP26’da kendilerini gösterdiler. Çünkü enerji üretim sektörünün resetlenip yeni enerji kaynakları için yatırım yapılması, hem bir taraftan emekçileri oyalamanın aracı hem de büyük yatırım alanları anlamına geliyor.
“Resetçiler ekolojik krizin sorumlusu olarak gördükleri kirli teknoloji ve yöntemlerin tasfiyesini ve bu temelde bir yeşil kapitalizmin tesis edilmesini istiyorlar. Aslında programın bu çevreci ayağını bir diğer ayak olan sınai-teknolojik yenilenme ile bir arada ele almak gerekiyor. Zira çevre dostu teknolojilere dayanan bu yeşil perspektif, Sanayi 4.0 olarak da anılan endüstriyel dönüşümü içeriyor. Daha açık biçimde ifade etmek gerekirse ekonominin yeni teknolojiler temelinde daha fazla dijitalleştirilerek yenilenmesi, aynı zamanda kirli ve eski teknolojilerle yöntemlerin de tasfiyesi anlamına geliyor. Bu büyük yenilenme sürecinin içereceği doğayı korumayı amaçlayan ya da doğa dostu yeni yatırımların 2030 yılına kadar 400 milyona yakın yeni iş yaratacağı iddia ediliyor. Gıda, toprak ve denizlerin kullanımı, altyapı ve çevre inşası, enerji ve madencilik gibi üç başlıkta incelenen alanlarda bu çerçevede yapılması gereken yatırımların yılda 2,7 trilyon dolar gerektirdiği hesap edilmiş. Bu rakam ilk bakışta büyük görünebilirse de pandemi sürecinde ekonomiyi canlandırmak için yapılan 2,2 trilyon dolarlık harcamayla karşılaştırılabilir düzeydedir diyor Resetçiler.”[2]
Türkiye’de de burjuvazi rant ve kârın kokusunu iyi alıyor. Zirveye katılan Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, Paris Anlaşması kapsamında Türkiye’ye 3 milyar 157 milyon dolar tutarında finans kaynağı sağlanması konusunda bir gazeteye verdiği röportajda tam da şunları söylüyor: “Yeşil kalkınma için, yeşil üretim için bu kaynağı kullanacağız. Dünya, 90’larda teknoloji devrimi yaşadı, biz yeterince yakalayamadık. Şimdi yeşil kalkınma dönemi başlıyor. Yeni bir teknoloji çıkacak. Yeşil kalkınma dönemine giriyoruz. Bu dönemde «maruz kalan» değil, yön veren, etki eden bir ülke olmalıyız. Bu fırsatı iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Enerji, tarım, ulaşım, sanayi, ormanlaştırma, çevre alanında faaliyette bulunanların hepsi için projeler hazırlanıp bu paralar bu projeler için harcanacak. Yeni istihdam alanları oluşacak. Bazı avantajlarımız var. Yenilenebilir enerjide kurulu gücümüz yüzde 53’ler seviyesinde. Avrupa’da 5’inci, dünyada 12’inci sıradayız.” Bu arada Çevre ve Şehircilik Bakanlığının isminin, COP26 toplantısının hemen öncesinde (29 Ekim 2021) sessiz sedasız Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına çevrilmesi, AKP iktidarının 3 milyar dolar için hiçbir riyakârlıktan kaçınmayacağının çarpıcı ifadelerinden birini oluşturuyor! Şimdiye dek gelmiş geçmiş en korkunç çevre talancısı iktidar olan AKP iktidarı, “yeraltında çıkarılmayan bir kilo kömür dahi bırakmama”yı ve kömür santrallerinin sayısını katlayarak arttırmayı düstur edinen, maden uğruna deşilmedik dağ, kesilmedik orman, katletmedik tek bir dere bırakmayan o değilmiş gibi, şimdi “yeşil kalkınma”dan, “yeşil üretim”den söz edebiliyor! Her türlü üretimin kâra endekslendiği kapitalist düzende burjuvazinin bu arsızlığı, riyakârlığı ve açgözlülüğü hiç de şaşılacak bir şey değildir elbette.
Devlet bütçelerinin büyük kısmının silahlanmaya ayrıldığı, “planlı eskitme” yoluyla ürünlerin kullanım ömrünün kasıtlı azaltıldığı, “hızlı tüketim” amacıyla ürünlerin kalitesiz üretildiği ve tüketim için tüketimin teşvik edildiği bir sistemde nasıl “yeşil üretim”den söz edilebilir? Bu sistemde gerçekten temiz ve yenilenebilir olan enerji kaynakları dahi kâr için kullanıldığında doğaya ve insana yarardan çok zarar veriyor. Temiz enerji denilerek yapılan HES’ler akarsu havzalarını kurutuyor, rüzgâr panelleri kuşlara zarar veriyor, nükleer enerji başlı başına ölümcül riskler taşıyor. Toplumsal ihtiyaçlara ve doğaya zarar vermemeye odaklı planlı bir üretim yapılmadığı sürece temiz ve yenilenebilir enerji de çözüm olamaz. Bunun hayata geçebilmesinin zor ama bir o kadar da gerekli şartı ise üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı, kâr odaklı, rekabetçi bir sistem olan kapitalizmin yıkılıp komünist bir toplumun kurulmasıdır.
“Komünizm, pompalanan sahte ihtiyaçların değil insanların hakiki maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması esasına dayanır. Mesele, insan ihtiyaçlarını karşılamak için neyin ne kadar üretileceği sorularına karar vermeye de indirgenemez. İşin bu yönü planlamadan ibarettir. En temel soru, «ne için» üretimdir, insanların hakiki ihtiyaçlarını temel alan bir üretim mi, kâr amacıyla üretim mi? Bu soruya verilecek cevap, üretimin iç örgütlenmesinin nasıl olacağı sorusuna verilecek cevabı da beraberinde getirecektir. Kapitalizmin bu soruya verdiği cevap, «üretim için üretim, birikim için birikim» şeklindedir. Kapitalist «üretim için üretim» mantığında amaç kullanım değerleri üreterek insanların ihtiyaçlarının karşılanması değil, satılmak ve böylelikle kâr edip sermaye birikimini büyütme amacına hizmet edecek değişim değerlerinin üretilmesidir. Bu ürünlerin bir ihtiyacı karşılıyor olması bir amaç değil, onların satılabilmesi için sahip olmaları gereken bir nitelikten ibarettir. Dahası hiçbir gerçek ihtiyaca hizmet etmeyip, sırf empoze edilmiş bir ihtiyaç hissi temelinde nice ürünün üretilip satıldığını da hatırlatalım.”
“Kapitalist dünyada burjuvazi kârdan başka bir şey düşünemez, düşünürse rekabette geriye düşer ve kaybeder! Burjuvalar arasında olduğu gibi onların genel çıkarlarını korumakla yükümlü ulus-devletler arasında da rekabet asla sona ermez. Kapitalizm hüküm sürdükçe, ulus-devletin halihazırdaki kritik yetkilerini kendi elinde toplamış, bağlayıcı kararlar alan ve iklim sorunu gibi global sorunları çözmeye muktedir «ulus-üstü siyasal kurumlar» hiçbir zaman var olamayacaklar. Hiçbir ulus-devlet, hele de güçlü kapitalist devletlerden hiçbiri (ki çevre sorununun esas müsebbibi onlardır) kendilerini uluslararası rekabette geriye düşürecek kararları uygulamak zorunda bırakacak şekilde kendi egemenlik yetkilerini bir üst siyasal birliğe devretmeyecektir. Böylesi bir üst siyasal birlik ancak ve ancak kapitalizmle birlikte kapitalist rekabetin ve kâr amaçlı üretimin tasfiyesiyle mümkün olabilecektir. Sözün kısası, yeşil kapitalizm hayalleri, kapitalizmin hareket yasalarının (daha fazla kâr güdüsü ve rekabet) yanı sıra onun siyasal örgütlenme biçiminin (ulus-devlet) yarattığı duvara toslamaktan kurtulamaz.”[3]
Emperyalist “çevrecilerin” söylediği tek bir doğru var o da oyalanacak vaktimizin olmadığı. Kapitalizm insanlığı ve doğayı yok etmeden işçiler, işçi sınıfının öğrenci, çalışan gençleri, emekçi kadınlar, kapitalizme karşı savaşıp onu tarihin hurdalığına göndermelidir.
[2] Levent Toprak, “Büyük Reset”, marksist.com
[3] Oktay Baran, İklim Krizi ve Kapitalizm, marksist.com
link: Meral İnci, COP26: Kapitalizm Altında Çözüm Yok, 15 Kasım 2021, https://marksist.net/node/7506
İşçi Sınıfının Bilimi Marksizm Dünden Bugüne Capcanlı
“Marx’ın Kapital’ini Okumak” ve Bir Teşekkür