'Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine' demiş ozan. Birarada yaşamak, elbette zihnimizde olumlu çağrışımlar yapan bir kavram, yeter ki Nazım ustanın dediği gibi kardeşçesine olsun. Nitekim bu özlem uluslararası işçi hareketinin 150 yılı aşkın süredir temel devrimci değerlerinden birini oluşturmuştur. Ancak bu tür olumlu değerler insanlığın genel değerlerini temsil ettiklerinden, insanlığın kardeşliğine en büyük darbeleri vuran eli kanlı egemenler bile, iş söze geldiğinde kardeşliği, birarada yaşamayı savunur görünürler. O halde bu tür değerleri sözde savunmanın kendi başına bir önemi olmadığı açıktır. Verili somut koşullar altında bu tür değerlerin nasıl hayata geçirileceği sorusu gerçek samimiyet testini oluşturur. Örneğin Kürt halkının en büyük düşmanlarından olan faşistler bile 'Türk-Kürt kardeştir', 'hepimiz biriz', 'beraber yaşamalıyız', 'etle tırnak gibiyiz' demektedirler. Birtakım soyut ilke ve değerleri, somut koşullar içinde bunların ruhuna en uygun çözümleri ortaya koymaksızın savunmak, bazen (hatta çoğu durumda) tam tersi amaca hizmet etmek anlamına gelebilir. Evliliği kadın için bir azap haline getirmiş kocanın, 'birlik-beraberlik' ilkesi adına kadına boşanmayı men etmesi, etraftan bakanların da ortada bir haksızlık olduğunu teslim etseler bile temelde aynı tutuma ortak olmaları, 'ilke'nin ruhuna ne kadar uygundur? 'Birarada yaşam' insanlara zorla dayatılıyorsa, üstelik eşitsiz bir temelde, birilerinin diğerlerini ezdiği, horladığı, aşağıladığı, en temel hak ve özgürlüklerini dahi kısıtladığı, ikinci sınıf 'sözde' vatandaş olarak gördüğü, alabildiğine sömürdüğü, hiç de adil olmayan bir temelde gerçekleşiyorsa, bu durumda bile birarada yaşam savunulabilir mi? Hepsinden öte, 'birarada yaşamak', bu yaşamı var edecek ve paylaşacak öznelerin yani halkların kendilerinin karar vermesi gereken bir tercih değil midir? Niyetleri ne kadar iyi olursa olsun, onlar dışında birileri ezilenler adına karar verebilirler mi? 'Birarada' sürecek bu yaşam, nasıl bir yaşam olacaktır? Ezenle ezilenin, koşullar değişmeden 'birarada' yaşamaya devam etmesi savunulabilir bir şey midir?
İşte ÖDP'nin 25 Haziranda gerçekleştirdiği 'Birarada Yaşamı Savunalım' mitingi, bu sorular üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi ve tartışılması gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Bu miting ÖDP'nin aynı temayla başlattığı kampanyanın ilk adımıydı. Örgütleyicileri kampanyanın hedefini 'Özgür, Eşit ve Demokratik bir Türkiye'de Birarada Yaşamayı Savunmak' olarak koyuyorlar. Amaçlarının 'Türk-Kürt ya da laik-dindar çatışması yoluyla oluşan gerilimi ve birarada yaşama duygusunun zayıflamasını önlemek, barıştan ve hoşgörüden yana bir seçenek yaratmak', taleplerinin ise 'devletin bütün yurttaşlarına eşit davranması ve bir sıfır noktası ilan ederek ve herkesi demokratik, toplumsal yaşama katarak her türlü şiddetin durdurulması' olduğunu söylüyorlar. Ancak milliyetçiliğin ve şovenizmin alabildiğine tırmandırıldığı, linç kültürünün, ırkçılığın ve her türlü gericiliğin, ayrımcılığın körüklendiği bir ortamda, işçi ve emekçi sınıfların burjuva politikalara ve faşizme alet olması istenmiyorsa, ayrım noktaları iyi konulmalıdır. Çünkü reformistler kulağa hoş gelen bu sözlerin somut gereği olan ayrılma hakkını susarak geçiştirerek her fırsatta reformizmin milliyetçi doğasını açığa vurmaktadırlar.
Burjuva fikirler sadece sağdan değil soldan da geliyor. Reformizmi ve liberal solculuğu işçi sınıfına devrimcilik yahut sosyalizm diye yutturmaya çalışanların, yakıcı politik sorunlar karşısında ikircimli ve ikiyüzlü bir tutum takınmaları ve genel doğruları ürkekçe söylemekle yetinmeleri ilk kez karşılaştığımız bir olgu değildir. Zoru görünce kaçmak, burjuvazinin tepkisini çekmemek için meseleyi sulandırarak ve işçilerin kafasını bulandırarak, bazen burjuva demokrasisinin bile gerisine düşen sloganları ısıtıp ısıtıp 'yeni' buluşlarmış gibi önümüze getirmek, devrimci mücadele yerine 'şenlikli muhalefet'le yetinip 'aman bir tatsızlık çıkmasın' anlayışıyla herkesi 'barışçıl' bir mücadeleye çağırmak, reformizmin en karakteristik özelliklerindendir.
Oysa gerçekler inatçıdır ve reformistlerin son tahlilde düzeni ayakta tutmaya yarayan tüm çabalarına rağmen, gittikçe kangren haline gelen sorunların ezilenlerin ve sömürülenlerin yararına çözümü için kitlelerin devrimci mücadelesi şarttır. Kürt sorunu da, yaşadığımız topraklarda bu yakıcı meselelerin başında geliyor. Geniş bir yelpazeye sahip sol hareketin içinde, kimin nerede durduğunu ayırt etmek bakımından turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Bugünün Türkiye'sinde sol harekete damgasını vuran milliyetçi ve devletçi solculuk anlayışı, reformistinden küçük-burjuva radikaline kadar solun geniş kesimini etkisi altına almış durumdadır. Kürt sorununa bakışları sakatlanmış olan bu kesimler, özellikle de reformistler, Kürt halkının dertlerine sözüm ona çare arar göründükleri anlarda bile yakayı ele vermekten kurtulamıyorlar.
'Kardeş kavgası' mı, haksız savaş mı?
Öncelikle üzerinde durmamız gereken husus, Kürt halkının haklı mücadelesine yönelik saldırıların ve baskıların artması sonucu ortaya çıkan gerilimli durumun, liberal solcularca 'toplumun birarada yaşama duygusu zayıflıyor, kardeş kavgası ve çatışmalar yeniden başladı' denerek ifade edilmesidir. 'Kardeş kavgası' tabiri geçmişte 12 Eylül'ün darbeci generalleri tarafından, devrimcilerle düzenin faşist güçleri arasındaki kavgayı anlatmak için kullanılmıştı. Bugün de liberal solcular tarafından, burjuva devletin kışkırttığı paramiliter ve faşist güruhun Kürtlere yönelik saldırılarını nitelemek için kullanılıyor.
Oysa söz konusu olan şey, Türk ve Kürt halkları arasındaki 'kardeş kavgası' değil, burjuva devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü haksız savaş, saldırılar ve baskılardır. Kürt halkı on yıllardır özgürlük uğruna mücadele veriyor. Burjuva devlet ise başından beri bu hareketi bastırmaya, boğmaya, yok etmeye çalışıyor. Geçmişte Kürt varlığını inkâr eden ve Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesini imha etmeye çalışanlar, bugün Kürt varlığını inkâr edemeseler de Kürt sorununun olmadığını veya zaten çözüldüğünü söyleyerek aynı inkârcı politikayı devam ettiriyorlar. Özellikle burjuvazinin statükocu kanadının Kürt sorunundaki tutumu, yıllardır zerre kadar değişmemiştir. Bu kanat, 2005 Newroz'undan bu yana Kürt hareketine yönelik saldırı ve provokasyonlarına tekrar hız vermiş, milliyetçi-devletçi solcuları da kendine yedeklemeyi başarmıştır.
Dolayısıyla son dönemde yaşanan gelişmeleri 'kardeş kavgası' diye nitelemek ve bu kavgayı durdurmak adına 'barış içinde birarada yaşamak' gibi boş sözlerle ifade edilen karşılığı belirsiz politikalar öne sürmek, Kürt halkının özgürlük mücadelesini görmezden gelmek ve sorunun 'karşılıklı sevgi ve hoşgörü' gibi laflarla çözülebileceğini varsaymaktır. Sadece şemdinli olaylarında yaşananlar ve devletin aldığı tutum bile, reformistlerin bu konudaki hayalci iyimserliğini gözler önüne sermeye yeterlidir. Burjuva devletin amacı, çatışmaların sadece PKK ile devletin kolluk güçleri arasında sürdüğünü söyleyerek Kürt halkına yönelik baskıları örtbas etmektir. Liberal solun pasifist tutumu, son tahlilde meydanı milliyetçi-şoven dalgaya bırakmaktan öte bir anlam taşımıyor.
Liberal solcular 'toplumsal yapıdaki parçalanmayı ve çözülmeyi durdurarak toplumsal barış ve huzur ortamını tekrar sağlamak'tan söz ediyorlar. Sanki kapitalizm altında ve milliyetçiliğin alabildiğine körüklendiği koşullarda toplumsal barış ve huzur sağlanabilirmiş gibi! Reformistler, Kürt halkının içinde bulunduğu duruma acıyarak, sözümona onlara barış ve dostluk eli uzatıyorlar. Ama diğer taraftan burjuva devlet Kürt halkının boğazını sıkmaya devam ediyor! Bir elinde havuç, diğerinde sopa tutuyor ve 'ister zorla ister güzellikle razı olursun, benimle, benim istediğim şartlarda yaşamaya' diyor.
Kültürel özerklik mi, kendi kaderini tayin hakkı mı?
Liberal solcular bu milliyetçi ve pasifist yaklaşımı temellendirmek için adeta bir sosyolog edasıyla burjuvazinin kırk yıllık resmi ideolojisine başvuruyorlar. Kürt sorununu siyasal bir mesele olarak kavramak ve koymak yerine, birtakım 'kültürel haklar'dan bahsederek sorunun kaynağının bölgenin ekonomik açıdan azgelişmişliğinde görülmesi gerektiğinden dem vuruyorlar. Burjuvazi bölgeye yeterli oranda sermaye yatırımlarında bulunursa ve böylece işsizlik, yoksulluk gibi sıkıntılar Türkiye normallerine çekilirse, sorun ortadan kalkacaktır deniyor. Oysa dünyanın başka birçok yerinde de görüldüğü gibi ortada bir ulusal sorun vardır ve Lenin'in hep ısrarla vurguladığı gibi bu özgül sorunun özü kültürel ya da ekonomik olmayıp siyasaldır. Çözümü de, tarihsel olarak verili bir burjuva demokratik hak olan kendi kaderini tayin hakkının kabulüdür. Hepsinden acili Kürt halkının talep ettiği siyasal hak ve özgürlüklerin tanınmasıdır. Kürt halkı kendisine sadaka verilmesini istemiyor, bu uğurda verdiği mücadeleyle, ödediği bedellerle hakkını arıyor. Gelinen noktada bu liberallere ve reformistlere söylenebilecekler belki de en iyi, 'gölge etme başka ihsan istemem' deyişiyle özetlenebilir.
Burjuva liberallerin ve liberal solcuların, Kürt ulusuna yalnızca birtakım kültürel haklar verilmesini savunmasında şaşılacak bir şey yoktur. Onların asıl korkuları, burjuva devletin çözülüp dağılması tehlikesidir. İspatı, Birgün gazetesinin yazarlarından ve ÖDP'nin ileri gelenlerinden Oğuzhan Müftüoğlu'nun ve parti genel başkanı Hayri Kozanoğlu'nun satırlarında mevcuttur:
'Geleneksel sol yaklaşım açısından bakarsanız, mevcut düzeni kökten değiştirme iddiasındaki devrimci sosyalist bir partinin, sistemin içine girdiği krizlerin derinleştirilmesi ve düzenin çatlaklarının daha da açılması doğrultusundaki bir siyaset çizgisi izlemesi beklenir. Oysa Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bir süre önce sol yanımızdaki kimi ezberleri bir kere daha bozarak «Birarada Yaşamayı Savunalım» adı altında bir kampanya başlattı.' (Müftüoğlu)
'Zaten jeolojik fay hatlarının sürekli tehdidinde olan Türkiye, bir de toplumsal fay hatlarının aktif hale gelmesiyle parçalanma tehlikesi yaşıyor. İşte «birarada yaşamı savunalım» çağrısı bu endişenin sonucudur.' (Kozanoğlu)
Bu satırlardan anlaşılacağı üzere liberal solcuların arzusu, Kürt halkının taleplerinde fazla ileri gitmemesi, kültürel hak ve özgürlüklerle yetinmeyi bilmesidir. Kürt ulusal hareketinin artık yadsınamaz bir düzeye geldiği bir dönemde, ayrılma hakkının tanınması yerine kültürel özerklik istemini ileri sürerek Kürt hareketinin ehlileştirilmesine çalışıyorlar. Böylelikle reformizmin özüne uygun olarak, sorun güya kısmi reformlarla ve uzlaşmalarla (örneğin kendi dilinde eğitim yapma, kendi kültürünü geliştirme gibi), üstelik emekçi yığınları fazla ayağa kaldırmadan 'barışçıl' yöntemlerle çözülebilecektir. Ayrılıkçı-bölücü olarak nitelenen Kürt ulusal hareketinin 'devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü'ne kastettiği biçiminde formüle edilen resmi yaklaşım, Türk egemen sınıflarının tarihi korkusunu yansıtır. Liberal solcuların, Kürtlerin ayrılıkçı yanlarını (bu da PKK ile özdeşleştirilmektedir) temizleyerek, onları kültürel özerklikle yetinmeye ikna etme çabası ise neticede egemen burjuva politikalara destek vermek anlamına gelir.
Lenin, sosyal-şovenizm olarak adlandırdığı bu siyasal tutumu şöyle tarif ediyordu:
'Bunlar (â?¦); ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını yalnızca sözde kalmak koşuluyla ikiyüzlüce savunurlar; siyasal bakımdan serbestçe ayrılma istemini «aşırı» bulurlar, ezen ulusların sosyalistlerinin devrimci bir taktik uygulamaları gereğini savunmazlar, tersine, devrimci görevlerini karanlıklara boğarlar, oportünist tutumlarını haklı gösterirler, halkı kolayca aldatmanın koşullarını hazırlarlar, ezilen ulusları zorla yönetimi altında tutan devletin sınırları sorununu ele almaya hiç yanaşmazlar.' (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Y., s.132)
Burjuva liberallerin ve liberal solcuların hep bir ağızdan oluşturdukları koro, Lenin'in tarifine tastamam uyuyor. Kürt halkının istemlerinin aşırı bulunması 'ki bugün ayrı devlet kurmak gibi bir talepleri yoktur' ifadesini Türk ve Kürt milliyetçiliğinin aynı kefeye konmasında ve PKK'ye yönelik yapılan tek taraflı silah bırakma çağrılarında bulmaktadır. Bu yaklaşım, oportünizmin ve ikiyüzlülüğün en âlâ örneklerinden biridir. Yine ÖDP'nin yürüttüğü ve mitinge konu olan 'Birarada Yaşamı Savunalım' kampanyasının bildirgesinde, bu görüş şöyle ifade ediliyor;
'Bu sorun ne devletin, ne PKK'nın, ne de bölgede hegemonya kavgası sürdüren emperyalistlerin «diplomasisine» terk edilemez. şimdi çözümsüzlüğü ve beraberinde parçalanmayı yaratan bu seslerin karşısında başka bir sese ihtiyaç var. (â?¦) Bu süreç yönetenler ve PKK bakımından, karşılıklı olarak birbirini besler hale gelmiş çözümsüzlük siyasetinin geliştiği bir süreçtir.'
Benzer şekilde Müftüoğlu bir makalesinde şöyle yazıyor,
'Kürt toplumuna da bu konuda ciddi sorumluluklar düştüğü ortada. Adeta bir arada yaşama olanağını ortadan kaldırmayı hedefleyen eylemlerin her iki taraftan da tertipleniyor olması uyarıcı olmalıdır.'
Marksizmin ulusal sorun konusundaki en temel ilkelerini, 'ezberi bozduk' diyerek hiçe sayan ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini burjuva devletin gericiliği ve şovenizmiyle bir tutan bu anlayışın şoven doğası, DTP'nin I. Olağan Kongresi üzerine yazılıp çizilen görüşlerde de yansımasını bulmuştur. Burjuva devlet ve emrindeki medya, her zamanki gibi daha kongre öncesinde cepheden saldırıya geçmişlerdi. Kongreden bir gün sonra savcılık, Kürtçe propaganda yapıldığı gerekçesiyle kongre hakkında inceleme başlatırken burjuva medya da ağzından köpükler saçarak, 'PKK Ankara'da' gibi manşetlerle görevini ifa etti. Kongrede İstiklal Marşı okunmamasını, Öcalan posterlerinin ve PKK bayraklarının açılarak sloganlar atılmasını, DTP eşbaşkanı Aysel Tuğluk'un 'barışı sağlamak için asıl toplum ve devlet PKK ile arasındaki mesafeyi kaldırmalı' sözlerini, 'PKK'sız barış süreci olmaz' ifadelerini 'delil' sayan burjuva medya, adeta yargıç rolünü üstlenerek yargısız infaza kalkıştı. Kuşkusuz burjuvazinin bu tavırları beklenen şeylerdi, ama burjuva liberal köşe yazarlarından ilham alan liberal solcuların satır aralarında ve sinsice dile getirdikleri 'İstiklal Marşı da okunsa daha iyi olurdu' yahut 'Kürtler artık PKK'ye karşı çıkacak cesareti göstermeli' türünden ifadeleri ikiyüzlü tavırlarını ortaya koymak açısından ibret vericidir.
Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğinin bir tutulamayacağı, Marksizmin ulusal sorun konusundaki yaklaşımının en önemli ayrım noktalarından biridir. 'Ezen ulusun baskıcı, kudurgan şovenizmiyle, ezilen ulusun ulusalcılığı aynı kefeye konulamaz. Bu nedenle ezen ulusun komünistleri, ezilen ulusun milliyetçiliğine yönelik eleştirilerin, ezen ulus şovenizmini gölgelemesine asla izin vermemelidirler.' (Ulusal Sorun Üzerine, www.marksist.com)
Oysa burjuva liberaller ve liberal solcular tam da bunu yapıyorlar; ezilen ulusun mücadelesine yönelttikleri eleştirilerle aslında ezen ulus şovenizminin gölgelenmesine hizmet ediyorlar. Ezeni ve ezileniyle, burjuvazisi ve proleteriyle, 'barışçıl' bir ortamda 'birarada' yaşamayı, silahların ve şiddetin gölgesinden uzakta 'şenlikli muhalefet' yapmayı düşleyen liberal solcularımıza geçmiş olsun, burjuvazinin ve devletinin kolluk güçlerinin böylesi hayalleri kâbusa çevirmekte üstüne yoktur.
ÖDP'nin mitinginde, ezilen ulus sorunu, yani Kürt sorunu açık bir dille ifade edilmemiş, mesele 'Anadolu'nun mozaiğini oluşturan tüm halkların, Lazların, Çerkezlerin, Türklerin, Kürtlerin vs birarada kardeşçe yaşaması' şeklinde ortaya konulmuştur. Bugünün Türkiye'sinde Kürtlerden başka hangi halkın ulusal sorunu vardır? Ne Lazların ne Çerkezlerin ve ne de bir başka topluluğun böylesi bir talebi veya mücadelesi söz konusudur. O halde işin içine Lazları, Çerkezleri ve benzeri laf ebeliklerini katmanın amacı nedir? Bu, meseleyi sulandırmak ve bir kafa karıştırma operasyonundan başka bir şey değildir. Ayrıca bu yaklaşımın içinde resmi ideolojinin, 'Kürtlere istediklerini verirsek diğerleri de ister, onlara da verirsek bize bir şey kalmaz' paranoyasının bilinçaltına işlemiş etkilerinden bahsetmek de mümkündür.
Lenin halkların gönüllü birlikteliğine giden yolun bazen ayrılıktan geçebileceğini söylüyordu. Liberal solcular ise, gönüllü birlikteliğin tesisi görevinden kaçarak gönüllü yurttaşlık gibi yapay çözümler icat ediyorlar. Gönüllü birliktelik, ayrılma hakkının tanınmasını ve bu hakkı nasıl kullanacağına ezilen ulusun kendisinin karar vermesini öngörür. Gönüllü yurttaşlık ise ayrılma hakkını daha baştan reddedip, Lenin'in dediği gibi 'devletin sınırları sorununu ele almaya hiç yanaşmaz'. Gönüllü sıfatına kanıp da bu incelmiş şovenizmin tuzağına düşmeyelim. Kürt halkının tamamı bugün TC vatandaşıdır, ama kimilerinin onları sözde vatandaş olarak gördüğü bir ülkede, gönüllü yurttaşlığı 'dâhiyane' bir çözüm önerisi olarak sunmak nasıl bir zekânın ürünüdür? Kuşkusuz mesele liberal solcuların zekâ düzeyiyle değil, politik tercihleri ve ideolojilerinin sınıfsal aidiyetiyle ilintilidir. Burjuva liberalizmini kendine program edinen ürkek reformistlerimiz, gönüllü yurttaşlık önerisiyle aslında başbakanın alt kimlik tartışmasında dile getirmiş olduğu 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı'ndan öte bir yere varamamışlardır. Tek fark birinin başına gönüllü sıfatının eklenmiş olmasıdır.
Kürt sorununun gönüllü yurttaşlık temelinde Bölgesel Kalkınma Planının yürürlüğe girmesiyle kati bir şekilde çözüleceğini, çözüme giden yolda ilk adımın seçim sisteminin değiştirilerek Kürtlerin meclise girmelerinin sağlanması, ikinci adımın da Türk-Kürt çatışmasına karşı barışın ve birarada yaşamın örgütlenmesi olduğunu söyleyen ÖDP'nin yaptığı, liberal burjuvaziye yaranmaya çalışmak değilse nedir? Bir kez daha Lenin'in sosyal-şovenlere ve reformist Kautskicilere karşı yürüttüğü mücadeleyi hatırlayalım:
'Amaç yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir. Ve işte bu amaca ulaşmak için biz, bir yandan, Renner ve Otto Bauer'in bilinen «ulusal kültür özerkliği» fikrinin gerici niteliğini yığınlara açıklarken, öte yandan, ezen ulusların sosyalistlerinin ikiyüzlülüğü ve korkaklığı üzerinde özelikle duran açık ve tam bir ifade ile kaleme alınmış bir programda, ezilen ulusların kurtuluşunu istemeliyiz, ve bu, havada, genel sözlerle, içi boş lafebelikleriyle ve sorunu geleceğe, sosyalizmin gerçekleştiği zamana «erteleyerek» olmamalıdır.
'(â?¦) Ezen ulusların proletaryası, her burjuva pasifistinin yineleyip durduğu türden, ilhaklara karşı ve genel olarak ulusların eşitliğinden yana, genel, beylik sözlerle yetinmemelidir. (â?¦) Proletarya, «kendi» ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir. Yoksa, proletarya enternasyonalizmi boş bir sözden başka bir şey olmazdı, ezen uluslarla ezilen ulusların işçileri arasında ne güven, ne de sınıf dayanışması mümkün olurdu; öte yandan «kendi» ulusları tarafından ezilen ve «kendi» devletleri sınırları içinde zorla tutulan ezilen ulusların durumu konusunda susan reformistlerin ve Kautskicilerin ikiyüzlülüğü sergilenmemiş olurdu.' (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.127-128.)
Halkların gönüllü birliğine giden yolun ayrılma hakkının tanınmasından geçtiğini unutmayalım. Mesele her koşulda ayrılığı öğütlemek meselesi değil, bu hakkı tanımak yahut tanımamak meselesidir. Dolayısıyla, 'birarada yaşamı savunalım' kampanyası örneğinde olduğu üzere, kulağa hoş gelen genelgeçer sözler ileri sürmek asla yeterli olamaz. 'Birarada yaşama'nın pratikteki karşılığı ne olacak, bu niyet hayata nasıl geçirilecek sorularının cevabını vermek gerekiyor.
link: Kerem Dağlı, Liberal Soldan Yurttaşlık Dersleri!, 14 Ağustos 2006, https://marksist.net/node/7209
Eğitim-Sen Mücadele Etmeden Ayakta Kalamaz
Ekonomi Tıkırında!