Militan mücadeleci bir çizgiden uzak durduğu ölçüde sendikal hareketin kan kaybı artıyor. Çalışma Bakanlığının 'memur' sendikaları ile bu yıl yapılacak toplu görüşmelerde hangi sendikaların yetkili olacağına dair yaptığı açıklamayla, sonunda Eğitim-Sen'in de toplu görüşme yetkisini kaybettiği anlaşıldı. KESK'in bu en büyük sendikasının yetki kaybı, bir işçi örgütünün sendika bürokratları eliyle getirildiği dramatik noktayı gösteriyor.
Eğitim-Sen'in üye sayısı 2000 yılında 210 bin iken, 2002'de 185 bine, 2003'te 165 bine, 2004'te 155 bine, 2005'te 139 bine geriledi, bu yıl ise 122 bine kadar düştü. Bu gerilemenin sonucunda yetki Kamu-Sen'e bağlı Türk Eğitim-Sen'e geçti. Eğitim-Sen ile birlikte KESK'e bağlı sendikalardan Tüm Bel-Sen'in toplu görüşme yetkisi de düşünce, işveren temsilcileri ile yapılacak görüşmelere, KESK, sadece kültür-sanat hizmetleri işkolundaki Kültür Sanat-Sen adına katılmak durumunda.
Aslında kaybedilen toplu görüşme yetkilerinin pratikte zerrece önemi yok. Grev ve toplu sözleşme hakkı olmayan sendikaların yaptırım güçleri olmadan işverenle görüşüyor olmaları hiçbir şey ifade etmiyor çünkü. Eğitim-Sen'in ve konfederasyon olarak KESK'in asıl kaybettikleri şey, fazladan bir önem atfettikleri toplu görüşme yetkisinden çok daha fazlasıdır. Asıl kaybedilen Eğitim-Sen'i vaktiyle Eğitim-Sen yapmış olan, ancak uzun zamandır ortalarda görülmeyen mücadele ruhudur. Kitleselleşen bir işçi sınıfı mücadelesi, bürokratlaşan sendika liderlerinin 'kazanımlarımızı koruyalım' politikalarıyla ne yazık ki yine reformizm bataklığına sürüklenmiştir.
Yetkinin kaybedilmesi gerilemenin ulaştığı noktayı açıkça gözler önüne serince, sendikanın yönetim organlarında bulunan reformist bürokratlar da mevcut duruma karşı gelişen tepkileri dizginleme uğraşına girişmekte gecikmediler. 17-18 Haziran 2006 tarihinde gerçekleştirilen KESK Danışma Meclisi toplantısında, önümüzdeki süreçte yürütülecek 'Dönemsel Mücadele Programı' ilan edildi. Bildirgede, 'Önümüzdeki süreçte de iş kollarımızda toplu sözleşmeler yapma ısrarımızı ve çağrılarımızı sürdüreceğiz. Toplu İş Sözleşmesi (TİS) talebimiz olumlu yanıtlanmadığında ise grev yapma hakkımızı kullanacağız' dendikten sonra TİS imzalamanın hukuksal zemininin mevcut olduğu vurgulanıyor: 'Türkiye'nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve Anayasa'nın 90. maddesi ve sürdürdüğümüz mücadelenin yarattığı meşruiyet, TİS hakkımızın olduğunu göstermektedir.'
Burada yanlış olan tutum, yeni haklar elde etmek ve mücadeleyi genişletmek için yalnızca burjuva yasalarından medet umulmasıdır. Burjuvazinin son dönemlerde gerçekleştirdiği her sınamada, özellikle de Eğitim-Sen'e ilişkin olarak, tüzükte bulunan anadilde eğitimi savunma maddesi yüzünden yaşanankapatma davası sürecinde, yalpalayan ve teslimiyet politikaları izleyen Eğitim-Sen bürokrasisinin mücadele etmeyi göze alacak bir iradesi söz konusu bile değildir. İşçilerin sağlam bir örgütlülüğü ve özgüvenli bir mücadelesi olmadan salt yasa maddelerine ve uluslararası sözleşmelere güvenerek ekonomik ve demokratik mücadeleyi yürütmek olanak dışıdır. Bunun rüyasını olsa olsa reformistler görür.
Neden bu duruma gelindiği Eğitim-Sen üyesi işçilerin en önemli sorusu bugün. Hararetle olmasa da bu sorunun yanıtı aranıyor sendika aktivistlerinin tartışmalarında. Eleştiri oklarının yöneldiği yer ise genel olarak sendika yönetimleri.
90'lı yılların başında fiili ve meşru mücadele anlayışı ile yükselen, kamu emekçilerinin ve genelde onların başını çeken öğretmenlerin hareketinin gerilemesinin elbette nesnel ve öznel pek çok sebebi var. Dünya genelinde belirli bölgeler dışında işçi sınıfı mücadelesinin ve sendikal hareketin gericilik döneminin etkilerinden hâlâ kurtulamamış olması da önemli belirleyenlerden biri. Ancak nesnel koşulların büyük bir etkisi olsa da, mevcut duruma göre daha ileri mücadeleler yürütmek mümkündür. Bunun en bariz örneklerinden birini de zaten Türkiye'deki kamu çalışanları vermiştir.
Unutmamak gerekir ki '89 baharında sanayi işçilerinden dövüşmeyi öğrenen 'memur' statülü işçiler, 90'lı yılların ağır gericilik koşullarında mücadelelerini yükseltmeyi bilmişlerdi. Başlangıçta kararlı birkaç yüz devrimci emekçinin cüretkâr çabasıyla yola çıkılmış ve fiili, meşru ve militanca bir mücadele ile on binlerce eğitim emekçisi örgütlenmişti. Üstelik tüm bunlar Kürt halkına karşıyürütülen haksız savaşın oldukça yoğun olduğu ve özellikle Eğitim-Sen'in bu savaşta özel bir hedef haline getirildiği bir dönemde başarılmıştı.
Dolayısıyla bugün gelinen noktada, sendika yönetimlerinde bulunan reformistlerin ve onların bürokratlaşmış temsilcilerinin sorumluluğu büyüktür.
Sınıf bilinci mücadelenin temelidir
Sendikal hareketin genel gerilemesinin temelinde yatan sebeplerle KESK'in gerilemesinin ardında yatan nedenler arasında kuşkusuz bir örtüşme söz konusudur. Ama KESK gibi bir 'memur' sendikasının bu noktaya kadar gerilemesinin kendine has nedenleri de unutulmamalı.
Kamuda çalışan 'memur' statülü işçilerin pek çoğunda sınıf bilinci oldukça geri bir düzeydedir. Sanılanın aksine KESK'e üye işçiler de bu gerilikten muzdariptir. Bu durumun sebeplerinin başında da 'memur'ların çoğunluğunun kendilerini hâlâ işçi olarak görmüyor olmaları gelmektedir. Toplumsal, siyasal ve kültürel yapıya uzun dönemler boyunca damgasını vuran Asyatik devlet geleneğine sahip ülkelerde memurların büyük çoğunluğunun aslında birer işçi olduğunun kabulü zor olmaktadır. Kendini devletin bir parçası olarak algılayan ve kısmi ayrıcalıklara sahip olan, bu yüzden de 'farklı' olduğunu hisseden 'memur' işçilerde sınıf bilinci bulanıklaşmaktadır. Bu durum, gençleri burjuva ideolojisine göre eğitmekle yükümlü kılınan öğretmenlerde belki de daha fazla söz konusudur.
Kendini farklı ve üstün görme, mesleklerinin ayrıcalığına inanma gibi tutucu yanılsamalar, öğretmenlerin çoğunluğuna, sınıfın genelinden ayrı sorunlar yaşadıklarını düşündürmektedir ne yazık ki. Oysa öğretmenler de, tıpkı diğer 'memur'ların çoğu gibi, devlet görevlerinde çalışan sıradan ücretlilerdir ve işçi sınıfının bir parçasıdırlar. Bu bilincin kamuda çalışan ve kendisini devletin memuru hisseden işçiler arasında yaygınlaşması sınıf mücadelesinin ilerlemesi için çok önemlidir. Oysa özellikle vasıflı ve 'okumuş' işçilerin çoğunlukta bulunduğu Eğitim-Sen gibi sendikalarda, işçi sınıfının geneliyle aynı çıkarlara sahip olduğunun farkına varmaktan ve bunun gereklerini yerine getirmekten çok, mesleki sorunlar ve dar kesimsel ayrıcalıkları koruma kaygısı öne çıkmaktadır.
Bu yanlış bilincin doğrudan sonucu olarak eğitimcilerin çoğu, sendikalarını bir tür meslek odası gibi algılamakta ve buna uygun çalışmalar yapmayı öne çıkarmaktadırlar. Eğitim-Sen'de geçen yıl boyunca müfredatta yapılan değişikliklere karşı alternatifler oluşturulması, tüm diğer sorunlardan çok daha fazla konuşulmuş, tartışılmıştır. Elbette burjuva eğitiminin gerici müfredatı eleştirilmeli, alternatifleri de ortaya konmalıdır. Ancak ileri sürülen alternatiflerle eğitim sorununun kapitalizm çerçevesinde gerçekten demokratik, gerçekten bilimsel temellerde çözülebileceğini varsaymak yanlıştır. Çünkü gerici müfredatla mücadele sorunu apaçık kapitalizmle mücadele sorunudur. Bu sorun, alternatif eğitim programı geliştiren sözümona solcu uzmanların bu projelerini eğitim şuralarında devletin resmi temsilcilerini ikna etmesine dayalı seçkinci bir anlayışla asla çözüme kavuşamaz.
Eğitim-Sen bir başka önemli yanlışı da, tıpkı diğer işçi sendikalarının çoğu gibi, burjuva siyasetindeki iç çekişmelerde bağımsız sınıf siyasetinin yolundan apayrı bir yol tutarak yapmıştır. Hükümeti eleştirmek adına askeri ve sivil bürokrasinin başını çektiği statükocu burjuva kesimin değirmenine su taşımıştır. Laiklik hassasiyeti adına yapılan açıklamalar ve Milli Eğitim Bakanlığında 'şeriatçı kadrolaşma var' feryatlarıyla kendini ifade eden bu tutumlar açıktır ki, eğitim emekçilerinin sınıf bilincini bulandırmaktan ve sınıfı suni gündemlerle bölmekten başka bir şeye hizmet etmemektedir. Bu durumun özeleştirisinin yapılması bir yana, burjuvalar arasında şiddetlenen kavgada takınılan yanlış tutumun daha da pekiştirileceği görülmektedir. Eğitim-Sen'in sorunlarını nasıl aşabileceğine dair fikri sorulan en büyük şubelerden birinin başkanının söyledikleri bunun işaretidir: 'Önümüzdeki dönem genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Biz bu seçimlerde bir taraf olacağız. Genel Kurulumuzda belirlediğimiz üzere siyaset yapma hakkımızı kullanacağız.' Burada kastedilen 'tarafın' bağımsız bir taraf olmadığı ve ortaya konulan tutumlarla statükocu burjuva kesimlerin tarafı olduğu açıktır.
Sınıf bilinci doğru bir mücadele hattının temelidir. Burjuva ideolojisinin etkisi kırılmadan, en iyi niyetlerle yapılan mücadelelerin dahi başarıya ulaşma şansı yoktur. Bu yüzden kamu çalışanlarının üye olduğu sendikalarda mücadele eden 'memur'lara, işçi sınıfına mensup olduklarını ve gerçek çıkarlarının o ya da bu burjuva kesimin siyasetiyle uyuşmasının mümkün olmadığını kavratmak zorunludur.
Bürokrasi işçiler savaşmadan defolmaz!
Bürokratizmin ve uzlaşmacı tutumların Eğitim-Sen'in başına çöreklendiğinden kuşku yoktur. Hareketteki gerileme bürokrasinin konumunu pekiştirme sürecini de beslemektedir.Bürokrasinin sendikanın her köşesine yerleşmesine paralel olarak da, aktivistlerin demoralize edilmeleri suretiyle sendikal çalışmalardan dışlanmaları söz konusudur.
Yetki kaybının ardından yönetimdeki kimi gruplar tarafından daha sık dillendirilmeye başlanan, 'şube sayılarını azaltarak maliyetlerin kısılması', 'şube yöneticilerinin mesaileri nedeniyle sendika işlerine zaman ayıramamaları, sürgün edildikleri için mücadelenin kesintiye uğraması gibi nedenler yüzünden şubelerde daha fazla profesyonel olması', 'iki dönemden çok yönetime seçilmeyi engelleyen tüzük hükmünü kaldırarak profesyonelleşmenin sağlanması' gibi 'çözüm öneri'leri de mevcut şartlarda bürokrasiyi pekiştirmeye hizmet edecektir.
Bu koşullar altında kamuda görev yapan 'memur' sıfatlı işçilerin önünde de ikili bir görev durmaktadır. Hem sendika bürokrasisine karşı, hem de burjuvaziye karşı mücadele yürütmek.
Bürokrasinin tek panzehiri bilinçtir. Sınıf bilinci gelişip sendikalı işçiler arasında yayılmadıkça, tabana dayalı işyeri örgütlülükleri kurulup, karar alma mekanizmaları aşağıdan yukarı işlemedikçe, alınan kararlar bizzat taban örgütlülükleri tarafından hayata geçirilmedikçe bürokrasinin egemen konumu değişmez. Bu yüzden devrimci sınıf bilinciyle donanmış işçilerin, bulundukları işyerlerinde ve sendikal örgütlülüklerde, sınıf mücadelesini bizzat taban inisiyatifini geliştirerek örgütlemeleri, sendikal örgütlülüklere sahip çıkmak ve güçlendirmek amacıyla militan bir sınıf sendikacılığı perspektifini yaymaları gerekiyor. Elbette bu da sendikalardan umudu kesip onlara küsmekle sağlanamaz. Bürokrasinin güçlenmesinin ve güçlü kalmasının başta gelen nedenlerinden biri, öncü ve sosyalist işçilerin üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirememeleridir.
Burjuvaziye karşı yürütülmesi gereken mücadele yasal sınırlamalara hapsedilemez. ILO Sözleşmeleri ya da Avrupa Birliği'ne uyum yasalarına güvenerek hiçbir ciddi ve kalıcı kazanım elde edilemeyeceğini son yıllarda sendikaların bunlara yaslanan politikalarının iflas etmesi açıkça göstermiştir. Hak almanın hangi koşullarda gerçekleşebildiğini kamu çalışanı işçiler kendi mücadelelerinden hatırlamalıdır. Eğitim-Sen'li emekçiler sokaklarda ve işyerlerinde büyük bedeller ödeyerek kurdukları örgütlerini tekrar ayağa kaldırmak istiyorlarsa, yapmaları gereken, mücadeleci ruhu yeniden canlandırmaktır.
link: Selim Fuat, Eğitim-Sen Mücadele Etmeden Ayakta Kalamaz, 14 Ağustos 2006, https://marksist.net/node/7210
TED GRANT’ın Ardından
Liberal Soldan Yurttaşlık Dersleri!