Tekstil sektöründe uzun bir süreden beri yaşanmakta olan kriz, şubat ayında iyice gün yüzüne çıktı. Küçük ölçekli üreticilerden müteşekkil koroya sektörün büyükbaşlarının oluşturduğu ihracatçıların da katılmasıyla birlikte, hükümet duruma el atarak sektörel bazda KDV indirimine gitti. Fakat tekstilci burjuvaların feryatları hâlâ dinmiş değil. Çok daha köklü önlemler alınmazsa bir yıl daha dayanamayacakları ve bunun toplumsal faturasının ağır olacağı tehdidini savuruyorlar. Burjuvaların bu 'yürek sızlatan' feryatlarına, sendika bürokrasisinden de destek geldi. Hatta DİSK genel başkanı, işverenlere hükümete birlikte gitmeyi önerdi ve aynı gemide olduklarını söyledi.
Ancak ne AKP hükümetinin 'aklıselim' bakanlarının, ne de finans kapitalin ideologlarının bu canhıraş çığlıklara çok fazla itibar ettiğini söyleyebilmek mümkün. Eskinin Merkez Bankası Başkanı, şimdi ise Koç Holding Finansman Grubu Başkanı olan Rüşdü Saraçoğlu, 'tekstil sektörü ölecek, bunu suni tedbirlerle yaşatamazsın' diyerek, finans kapitalin konu hakkındaki görüşlerini özlü bir şekilde ifade etmiş oldu. Yine de burjuvazinin ortak çıkarlarının temsilcisi olan bir hükümetin, ekonominin içinde önemli yer tutan ve istihdam kapasitesi yüksek olan tekstil sektörünün sorunlarına tamamen sırtını dönmesi mümkün olmadığından, hükümet ile tekstil işverenleri arasındaki pazarlıklar devam ediyor. Hükümetin konuyu tamamen kestirip atmasının önündeki bir diğer engel de, yaklaşan seçim süreci ve tekstil sektörünün irili ufaklı şirketleri ve milyonlarca çalışanıyla ciddi bir oy potansiyeli taşıyor oluşudur.
Hiç kuşkusuz, tekstilci burjuvaların taleplerinin ve hükümetin önerilerinin özünde krizin faturasının işçi ve emekçilere çıkartılması yatmaktadır. Oysa krizin sorumlusu işçi sınıfı olmadığı gibi, burjuva ideologların ve AKP hükümetinin anlattığı tüm büyüme masallarına rağmen, 2001 krizinden bu yana işçi sınıfının yaşam standartlarında ve reel ücretlerinde ciddi düşüşler yaşanmıştır. İşsizlik oranlarındaki artışlara, yoksulluk ve sefaletin katlanılmaz boyutlara varması eşlik ederken, burjuvazi hâlâ işgücünün pahalı oluşundan ve yaptığı fedakârlıklardan bahsediyor. İşçi sınıfına karşı her zaman ikiyüzlü bir tutum takınmış olan burjuvazi, bir yandan onu daha fazla sömürebilmenin koşullarını hazırlamaya uğraşırken diğer yandan da sınıfın örgütlülüğüne ve haklarına yönelik saldırılarını arttırıyor.
İşçi sınıfının sözde temsilcileri, gerçekte burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları olan sendika bürokratları ise burjuvalarla birlikte timsah gözyaşları dökmekten geri durmuyorlar. Hükümete, eğer bir şeyler yapılmazsa masum burjuvaların bir bir iflas edeceğini ve bunun da işten çıkarmaları kaçınılmaz kılacağını, sonuçta toplumsal patlamanın gelip kapımıza dayanacağını söylüyorlar. Burjuvalarda ve onun hizmetindeki bürokratlarda görülen 'sosyal patlama' korkusu bir yana, mevcut durumun kapitalizmin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu, sorumlusunun ise bizzat burjuvalar olduğu, işçi sınıfına düşenin kapitalistleri değil kendi sınıflarını kurtarmak olduğu gerçeği gözlerden saklanmaya çalışılıyor. Tekstilci burjuvaların tek düşündüğü, azalan kârlarını yükseltmenin ve rekabet güçlerini korumanın bir yolunu bulmaktır. Oysa krizler ve artan rekabet karşısında, sermayenin daha fazla merkezileşmesi yani tekelleşmesi ve verimsiz/kârsız alanlardan kaçarak daha kârlı alanlara yönelmesi, kapitalist sistemin en temel işleyiş yasalarından biridir. Hiçbir kapitalist, işsiz kalarak sefalete sürüklenecek işçilere ne olacağını düşünmez. Tekstil sektöründeki kriz ve onu kurtarma tantanalarının ardında yatan gerçeklik budur. Bize düşen görev, kapitalizmi ve burjuvaların gerçek niyetlerini teşhir ederek işçi sınıfına gerçek çözümün mücadeleden geçtiğini göstermektir.
Krizin faturası işçiye!
Burjuvazinin kendi içindeki rekabetini ve kapışmasını da yansıtan tekstil sektöründeki krizin kökleri, 2001 yılında yaşanan mali krize kadar uzanmaktadır. Bu dönemde, mali sektörün yapısının ve bileşiminin uluslararası finans kapitalin istediği normlara göre yeniden düzenlenmesi (o yıllarda 'mali sektörün rehabilitasyonu' olarak adlandırılmıştı) amacıyla hayata geçirildiği söylenen ekonomi politikaları, sonuç olarak mali sermayenin egemenliğinin daha da güçlenmesine hizmet etti ve küçüklerin yıkımını hızlandırdı. Bu süreçten canı yananlar, 'reel sektör'ün öldüğünden ve işsizliğin artmasının yaratacağı sonuçlardan dem vurdular, oysa asıl dertleri kuşkusuz kendi kârlarının ve rekabet güçlerinin azalmasıydı. Henüz bellerini doğrultamadan, DTÖ'nün 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren dünya ticaretinin bazı alanlarında kotaları kaldırmasıyla birlikte, iç ve dış pazarlarda rekabet gücü düşen tekstilci burjuvalar, bu kez de sektördeki mukayeseli üstünlüklerini, yani devlet himayesi altında ceplerine indirdikleri tatlı kârları kaybettiklerini haykırıp, önce ağlayıp sızlayarak sonra da tehditler savurarak feryat etmeye başladılar. Kuşkusuz, küreselleşen sermayenin bastırmasıyla, kotalar adı altında ithalatın sınırlanmasının ve yüksek gümrük duvarlarının getirdiği koruyuculuk avantajları ortadan kalkınca, tekstilci burjuvalarımız için de tehlike çanları çalmaya başlamıştı, çünkü uluslararası ölçekteki rekabete hazır değillerdi.[1]
Tekstil sektörünün bugün geldiği ve yarın evrileceği durum, kapitalist gelişimin doğal ve zorunlu süreçlerinden başka bir şey ifade etmiyor. Bizzat burjuva ideologların açıkladıkları gibi, kapitalizmin içine girdiği bunalım koşullarında daha da şiddetlenen uluslararası rekabet ortamında, miadı dolmuş 'emek-yoğun' (yani organik bileşimi düşük) sanayiler emeğin ucuz olduğu ülkelere kayarak yerlerini 'sermaye-yoğun' (organik bileşimi yüksek) sanayilere bırakmak veya onlara dönüşmek zorundadırlar. Tekstil kapitalistlerinin de kapitalist olarak kalabilmek için başka bir çıkış yolu yoktur. Zaten sektörün büyükbaşları açısından aynı zamanda küçükleri yutarak büyümek için bir fırsat olan kriz, kaçınılmaz olarak tekstilci büyük burjuvalar ve fasoncu küçük patronlar arasında da bir iç savaşa dönüşmüş ve yenilmeye mahkûm küçüklerin çığlıkları, büyüklerin önünü açmak ve elini kuvvetlendirmek dışında hiçbir etki yaratmamıştır. Büyük burjuvazinin sözcüleri, küresel dünyadaki rekabete ayak uydurabilenlerin ayakta kalacağını, ötekilerin eleneceğini ve bunun son derece doğal olduğunu söyleyerek, tekstilci burjuvalara da ayna tutuyorlar: ya yatırımlarınızı başka alanlara kaydırın, tekelleşin ve küçükleri yutun, ya da yok olun.
Geçtiğimiz ay içinde Tayyip Erdoğan'ın başkanlığında yapılan ve çeşitli bakanların da katıldığı 'Tekstil Sektörünün Sorunları Toplantısı'nda, tekstilci burjuvalar çözüm önerileri olarak şunları sıraladılar: istihdam vergilerinin payının %43'ten OECD ortalaması olan %20'ler düzeyine indirilmesi, işçi ücretlerindeki aşırı artışın (!) önlenmesi, bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesi, enflasyon artışına neden olmayacak şekilde YTL'nin değerinin düşürülmesi, girdi fiyatlarının uluslararası düzeyde oluşmasını engelleyici politikalardan kaçınılması, reel kredi faizlerinin düşürülmesi, bankaların kredibilite değerlendirmesini sektöre göre değil firma bilançosuna göre yapmaları, yurtdışı yatırımlarına teşvik verilmesi, nitelikli sanayi bölgelerinin kurularak tekstil ve hazırgiyim sektörüne yer verilmesi vs. vs.
Sonuç olarak hükümetle girişilen uzun pazarlıklar ve yapılan görüşmelerden, KDV oranının sektörel bazda %18'den %8'e düşürülmesinden başka bir şey çıkmayınca, taraflar arasındaki gerginlik daha da arttı. Kimi zaman karşılıklı tehditlerle, kimi zaman geri adım atmalarla yürüyen görüşmeler halen devam ediyor. Tekstilci burjuvaların, sektörün gözden çıkarıldığı, ihracatın düştüğü, kur politikalarının yanlışlığı vb. yollu sızlanmaları bizi ilgilendirmiyor. Ancak her halükârda asıl faturanın işçi sınıfına çıkartılacağı aşikârdır. Bu yüzden, sözümona işçisi ve işvereniyle bir bütün olduğu söylenen sektörün 'kurtarılması' için atılan adımların sınıf karşıtı doğası iyi kavranmalıdır.
Tekstilci burjuvaların tümünün ortaklaştığı en temel argüman, uluslararası alanda rekabet gücünün temelinde ucuz işgücünün yattığı ve bu avantajın giderek kaybedildiğidir. Bu yüzden de işgücü maliyetinin düşürülmesi ve örneğin bölgesel asgari ücret gibi uygulamaların hayata geçirilmesi isteniyor. Oysa Türkiye dünya ölçeğinde düşünüldüğünde, işgücünün en ucuz olduğu ülkeler arasındadır. Ayrıca sadece Türkiye bazında bakıldığında da, tekstil işkolundaki ücret ortalaması ülke ortalamasının altındadır. 2005 yılı verilerine göre imalat sanayiinde ortalama brüt saat ücreti 5,1 YTL iken, tekstil ve hazırgiyim sektöründe bu rakam 3,1 YTL'ye kadar düşmektedir. Durum çalışma saatleri bakımından da farklı değildir. Yine imalat sanayiinde bir işçinin haftalık çalışma süresi ortalama 46,3 saat iken, tekstil sektöründe bu süre 48,3 saate kadar çıkmaktadır. Yani burjuvaların yalanlarının aksine tekstil işkolunda ücretler daha düşük ve çalışma süreleri daha uzundur. Bu durumda da işgücünün maliyetinin düşürülmesi talebinin ne kadar ikiyüzlü ve işçi sınıfını hiçe sayan bir karaktere sahip olduğunu, açıkçası bir saldırı olduğunu görmek gerekir. Gerçekler bu kadar açık olmasına rağmen tekstil patronları bir de utanmadan işçi sendikalarının 'fahiş ücret artışı' taleplerinden yakınıyorlar. Halbuki işçilerin tamamına yakınının asgari ücretle çalıştığı bir sektör olan tekstilde, patronların 'fahiş' dedikleri ücret artışıyla hedeflenen olsa olsa ücretleri açlık sınırının üzerine çıkarabilmektir.
Burjuvazinin işgücü maliyetlerinin yüksek olduğuna dair kullandığı bir diğer argüman da 'istihdam vergilerinin' yüksekliğidir. Her şeyden önce bizzat kavramın kendisi ideolojik bir çarpıtmayı ve kafa karışıklığı yaratmayı amaçlıyor. İşçilerin brüt ücretlerinden kesilen vergi ve primlerle, işverenlerin işçiler adına yatırdıkları prim payı toplamının patronlar tarafından 'istihdam vergisi' diye adlandırılmasının ardında, 'o kadar insana iş-ekmek veriyoruz, bir de üstüne bizden vergi alıyorsunuz' tarzı bir mantık yatmaktadır. Burjuvazinin bu ikiyüzlü tavrı, işçiyi işe alıp sömürmekle ona bir lütufta bulunduğu anlayışının tipik bir dışavurumudur.
Burjuvaların 'istihdam vergileri'nin düşürülmesinden kastı, hem işçinin aldığı brüt ücret içindeki vergi kesintisinin ve hem de sigorta primi olarak ödenen kesintinin aşağıya çekilmesidir. Böylece bir işçinin patrona maliyeti düşeceğinden işgücünün toplam maliyeti de azalmış olacaktır. Bu hileyi işçilere yutturmak için de, bu kesintinin azalması durumunda genel olarak ücretlerde ve asgari ücrette de bir parça artışın söz konusu olabileceğini söylüyorlar. Oysa kazın ayağı farklıdır. Asgari ücretten devlet tarafından yapılan kesintilerin azaltılması, hatta asgari ücretin vergi dışı tutulması zaten işçi sınıfının da talebidir. Ancak bu kısımdaki vergi indirimi işçi sınıfından alınan diğer dolaylı vergilerin arttırılması yoluyla telâfi edilecekse, ki öngörülen budur, bu hileye karşı uyanık olmamız gerekir. Her şey bir yana, tekstil sanayicilerinin önde gelenlerinden Zorlu'nun hükümetle yaptıkları görüşmeyi aktarırken, 'Biz 3,5-4 milyon işçimiz var, istihdam üzerindeki yükleri hafifletin dedik; Çalışma Bakanı kayıtlarda 765 bin işçiniz var dedi. O anda hepimiz şok yaşadık, yüzümüz kızardı, benim başıma ağrılar girdi. Böyle bir tabloyla karşılaşınca istihdam üzerindeki yükleri indirin talebimiz nerdeyse tüm anlamını yitirdi' demesi, burjuvazinin sahtekârlığını gözler önüne sermek için yeterlidir. Kısacası, tekstilci burjuvalar çalıştırdıkları işçilerin ancak beşte biri için yüksek dedikleri prim ve vergileri ödedikleri halde, bir de çıkıp utanmadan 'istihdam vergileri'nin ağır yükünden söz edebiliyorlar.
Bölgesel asgari ücret talebinin de farklı bir yanı yoktur. Amaçlanan, Türkiye'de de bir 'Çin mucizesi' yaratmak, yani daha azgın sömürü koşullarını hayata geçirmektir. İşin aslı Türkiye zaten bir ucuz işgücü cenneti durumundadır. Ayrıca birçok Anadolu kentinde devam eden 'yatırımı teşvik' uygulaması, patronlara ek avantajlar sağlamaktadır. Ancak burjuvalar tüm bunlarla da yetinmemekte, ek avantaj sağlayan uygulamaların Marmara veya Ege gibi sanayinin daha yoğun olduğu bölgelerde de hayata geçirilmesini talep etmektedirler. Devasa boyutlara ulaşan işsizliğin işçiler arasında yarattığı rekabeti de kendine payanda eden burjuvazi, ücretlerin daha da düşürüldüğü 'kurtarılmış bölgeler' oluşturarak kendisi için cennet, işçiler içinse yeni cehennemler yaratmak istemektedir.
Ayrıca halihazırda tekstil patronlarının büyük bir kısmı, yatırımlarını Romanya veya Bulgaristan gibi işgücünün ve vergilerin görece daha düşük olduğu ülkelere kaydırmak suretiyle sorunlarını halletme yoluna gitmişlerdir. Fakat bu kez de artan işsizliğin yaratacağı toplumsal sorunlar gündeme gelmekte ve burjuva hükümet bu 'can sıkıcı' soruna çare bulmak için pek de istekli davranmamaktadır. Açlık sınırının bile altında olan asgari ücretin daha da düşürülmesi, işçiyi neredeyse köleden beter hale getirmek demektir. Kölelik çağında hiç olmazsa efendi, kölesinin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılardı. Modern zamanların efendisi olan burjuvalar ise ücretli kölelerinin yaşamını devam ettirmesine yetecek geçim kaynaklarını bile gasp etmektedirler.
Krizin faturasını ödemek yerine kapitalizmin defterini dürelim!
Tekstil patronlarının azalan kârları ardından döktükleri gözyaşlarını bir tarafa bırakacak olursak, krizden en çok etkilenen ve sesini asıl yükseltmesi gereken taraf işçi sınıfıdır. İşsizliğin artması ve buna paralel olarak da yoksulluğun ve sefaletin yaygınlaşması, çalışma saatlerinin uzaması, ama buna karşılık reel ücretlerin sürekli olarak düşmesi ve dolayısıyla da hayat standartlarındaki düşüş, sınıfın örgütlülüğüne yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırılar ve sosyal hakların bir bir gasp edilmesi: tüm bunlar işçi sınıfının kapitalizm varoldukça kurtulamayacağı kronikleşmiş sorunlardır.
TÜİK'in (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre imalat sanayindeki üretim artışı 2003 yılında %8,7, 2004 yılında %9,9 ve 2005 yılında %5,3 olarak gerçekleşirken, 2005 yılının verilerine göre tekstilde üretim %11,9, giyim eşyasında %12,5 ve dericilikte ise %19,3 azaldı. Sektördeki bu düşüşe yine son on ayda yaklaşık 200 bin işçinin işini kaybetmesi eşlik etti. Resmi rakamlara göre işsizlik oranı 2000 yılında %6'larda iken 2001 krizinden bu yana %10'larda seyretmektedir. Gerçekte işsiz olmalarına rağmen resmi istatistik hesaplamalarında dikkate alınmayan milyonlarca insanı hesaba kattığımızda bu oranın resmi verilerin kat kat üzerinde olduğunu görürüz.
İşsizlikle at başı giden bir sorun da yoksulluğun ve sefaletin artması, kısacası işçi ve emekçilerin hayat standartlarındaki düşüşlerdir. TÜİK'in 2004 yılı için yaptığı araştırmalar, Türkiye'deki ailelerin %40'ının gelirinin, ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini gösteriyor. Toplumun en yoksul %20'sinin gelirden aldığı pay %6 ile sınırlı kalırken, bu kesimin toplam tüketim harcamaları içindeki payı ise %9,1 olarak gerçekleşmiş. Aynı kesim, harcamalarının %25,2'sini borçlanarak yapmış. En zengin %20'lik dilim ise toplam gelirin %46,2'sini alırken harcamaların da %38'ini yapmış ve gelirinin %31,3'ünü tasarruf etmiştir. Sonuç olarak, zenginler daha da zenginleşirken fakirler daha çok fakirleşmektedir. Resmi rakamlara göre ülke nüfusunun %30'u yoksulluk sınırının altında yaşıyor, gerçekte ise bu rakam çok daha fazla.
Kısacası işsizlik ve yoksulluk toplumun tümünü etkileyecek boyutlara ulaşmış durumdadır. Neredeyse her gün kapanan bir işyeri ve işten atılan işçilerle ilgili haberler duymak mümkündür. İşsizliğin doğrudan ve dolaylı sonuçlarındaki artışlar, intiharlar, cinayetler, aile dramları, yozlaşma, kapkaç, hırsızlık ve benzeri suçlardaki belirgin artış, psikolojik ve sosyal sorunlar her gün çığ gibi büyüyor. Birçok işyeri kapısına kilit vuruyor, kapatmayanlar ise ya üretimi kısıyor ya da ara veriyor. İşçileri açlığa terk etmekten çekinmeyen tekstil patronları, sendikadan istifa etmeleri için de sürekli baskı yapıyor. Özellikle tekstil sektörü söz konusu olduğunda sağlıksız ve ağır çalışma koşulları neredeyse kanıksanmış durumdadır. %80'e yakını hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan, asgari ücrete, üstelik günde 12 saat çalışan tekstil işçileri, bırakalım sosyal ihtiyaçlarını, en temel yaşamsal ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlar. Sektördeki işsizlik o kadar yaygındır ki, çoğu fabrika, artık kadrolu işçi çalıştırmaktan vazgeçmiş ve işe aldığı işçileri 6 aylığına sözleşmeli çalıştırıp 'tabii ki asgari ücrete' sonra da hiçbir tazminat ödemeden işten atmaktadır. Hatta çoğu durumda bir iki aylığına işe alınan işçilere günlük yevmiye usulü (burada da asgari ücret baz alınmaktadır) ücret verilmekte ve işçilerin sigortaları yaptırılmamaktadır. Bu durumda işten atılan bir tekstil işçisi için iş bulmak o kadar zorlaşmıştır ki, patrona karşı en ufak bir hak talebinde bulunmayı göze alamamaktadır.
Bunun en temel sebeplerinden birisi ise işçi sınıfının dağınık ve örgütsüz oluşudur. Saldırılarına yenilerini eklemenin planlarını yapan burjuvazi açısından bu gerçekliğin önemi son derece açıktır. Dolayısıyla saldırıların önemli bir kısmı da bu alana dönük yürütülmektedir. Burjuvazinin saldırılarını yoğunlaştırdığı alanların başında gelen sendikal örgütlülük, artmak bir yana sıfırı tüketme noktasına gelmiştir. Türkiye'de bugün gerçek sendikalaşma oranının %6'lara kadar düştüğünü biliyoruz. Sendika yönetimlerinin tek derdi ise ellerindekini ve tabii koltuklarını korumaktan ibaret. İşçi sınıfının ordularının dağınık, örgütsüz ve savaşma azminden yoksun olduğu bu koşullarda, elbette farklı bir manzara ile karşılaşmak olası değildir.
Marx, ölümsüz eseri Kapital'in I. cildinde; sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğiliminden (birçok küçük sermayenin birkaç büyük sermayeye dönüştürülmesi) bahsederek, bu eğilimi güdüleyen şeyin kapitalistler arasındaki rekabet olduğunu söylüyordu. Rekabet savaşının, meta fiyatlarının ucuzlatılmasını dayattığını, bunun da emeğin üretkenliğine ve nihayet üretimin ölçeğine bağlı olduğunu, bu yüzden de kesin bir kural olarak büyük balığın küçüğü yutacağını anlatıyordu. Sermayenin merkezileşmesinin, aynı zamanda, sermayenin birikim hızını ve ölçeğini de arttırdığını, öte yandan birikimin, üretimde emeğe olan nispi talebi azaltan köklü değişiklikleri yaygınlaştırıp, hızlandıracağını ifade ediyordu. Böylece, daha az emekle daha büyük miktarda makine ve hammaddenin harekete geçirilmesi mümkün olacaktı. Marx, tüm bu gelişimin en doğal sonucunun da tüm toplumu saran bir yıkım olacağını, işsizliğin ve sefaletin kaçınılmaz olarak artacağını öngörmüştü. Yaşananlar, Marx'ın öngörülerinin doğrulanmasının sayısız örneklerinden biridir.
Burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırıları tekstil sektöründeki krizle gündeme gelen yeni şeyler olmadıkları gibi, sadece Türkiye ile de sınırlı değildir. Türkiye'de GSS (Genel Sağlık Sigortası) ve sendikalar kanunu hakkındaki yasa tasarıları, Fransa'da özellikle genç işçileri ilgilendiren CPE uygulaması, Almanya'da haftalık çalışma saatlerinin uzatılmaya çalışılması bunlardan bazılarıdır. Sosyal hakların budanması, örgütlülüğün dağıtılması, ücretlerin düşürülmesi ve çalışma saatlerinin uzatılması tüm dünyada işçi sınıfına yönelik saldırıların ortak yanını oluşturmaktadır. Burjuvazinin hayranlıkla bahsettiği 'Çin mucizesi'nin de özü farklı değildir. Her şeyden önce 'Çin mucizesi'nin üzerinde yükseldiği temel, Çinli emekçilerin kanı, canı ve alınteridir. Son derece düşük ücretlerle çalışan işçilerin ne sosyal güvenceleri ne de sendikal hakları vardır. Siyasal özgürlük ise Çinli işçiler için söz konusu bile değildir.
Tüm bu olup bitenler karşısında işçi sendikalarının tepesine çöreklenmiş bürokratların çözüm önerisi olarak ortaya koyabildiği ise 'kuşkusuz tekstil sektörünün içinde bulunduğu sıkıntıların giderilmesi için!' sigorta primlerinin, vergilerin ve enerji fiyatlarının indirilmesini, kayıt dışının engellenmesini ve Uzakdoğu'dan yasadışı yollarla mal getirilmesine karşı önlem alınmasını istemektir. TEKSİF Sendikası Genel Başkanının açıklaması, sendika merkezlerinin bakış açısının kısa bir özeti niteliğindedir: 'Teşvik Yasası'nın neden olduğu haksız rekabet, kayıt dışının yoğunluğu, Uzakdoğu'dan gelen mallar, istihdam üzerindeki vergi ve sigorta primleri ile KDV oranının yüksekliği gibi problemlerin üst üste gelmesi sonucu, sektör büyük bir krize girdi. Hükümet, sektörün sorunlarını biliyor, ama gerekli adımları atmıyor. Özellikle tekstil ürünlerindeki yüzde 18'lik KDV oranı düşürülmeli.' Oysa az çok sınıf bilincine sahip tüm işçiler, sendika bürokratlarının bu tutumunu gayet doğru bir şekilde şöyle yorumlayacaklardır: Sendika bürokrasisi bizim haklarımızı savunmak yerine, bizim tepkilerimiz ve taleplerimiz karşısında işverenin avukatı gibi konuşuyor!
Gerçekten de yapılan açıklamalar ve alınan tutumlar bu yöndedir, ama bu ne yeni ne de bilinmeyen bir durumdur. AKP hükümetinin bakanları ve burjuvazinin temsilcileri ağız birliği etmişçesine krizden çıkışın yolunun daha fazla fedâkarlıktan geçtiğini tekrar edip duruyorlar. Tekstilci burjuvaların yakarışlarına kulak veren burjuva devlet, işçilerin yıllardır çektiği sıkıntılar karşısında kılını bile kıpırdatmıyor. Burjuvazinin de onun hükümetinin de çözüm üretmek adına tek yapabildiği ücretleri daha fazla düşürmek, çalışma sürelerini daha fazla uzatmaktan ibarettir. Hatta birçok işyerinde ve fabrikada, artık ücretlerin düşürülmesi de yetmiyor olacak ki, çeşitli bahanelerle 'ücret kesme' cezalarının uygulanması yahut ücretlerin taksitlendirilerek, geciktirilerek verilmesi gündemdedir.
Evet Marx, kapitalizmin yol açtığı olumsuz sonuçları fazlasıyla öngörmüştü. Ancak onun öngörüleri bununla sınırlı değildi, o, 'yoksulluğun, ezilenlerin, gerileyenlerin, sömürülenlerin ve köleliğin kitlesi büyür; ancak bununla birlikte de, sayıca daima artan, disiplinli, birleşmiş, tam da kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması tarafından örgütlenmiş bir sınıfın, işçi sınıfının isyanı gelişir. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, kapitalist kabuk ile bağdaşmaz hale gelir. Bu bağdaşmazlık patlayarak paramparça olur. Kapitalist özel mülkiyetin matem çanı çalar. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir'[2] diyerek kapitalizmin sonunu da eksiksiz bir biçimde ortaya koymuştur.
[1] Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) anlaşmalarından kaynaklanan hakları çerçevesinde 44 kategoride tekstil ürününe 2005 yılında uyguladığı kota önlemlerini 2006'da da sürdürme kararı aldı. Kotaların uygulanma süresi 31 Aralık 2008'de sona erecek.
[2] Otto Rühle, Marx'ın Kapitali, Tarih Bilinci Y., s.43
link: Kerem Dağlı, Tekstil Patronlarının 'Yürek Sızlatan' Feryatları, 15 Nisan 2006, https://marksist.net/node/7198
Uyuşturan Kapitalizm
Toyota: Bir Japon Harikası