Emperyalist güçler arasındaki rekabet ve nüfuz savaşının derinleşmesi irili ufaklı pek çok ülkeyi bu kapışmanın girdabına çekiyor. Bu bağlamda son günlerde daha yoğun bir şekilde gündeme gelen ülkelerden biri de Belarus Cumhuriyeti. Doğu Avrupa ile Rusya’nın sınır hattında bulunan bu ülke, yaklaşık bir aydır yoğun kitle eylemleriyle sarsılıyor.
Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesinin ardından bağımsızlığını ilan eden Belarus, 1994’ten bu yana Aleksandr Lukaşenko tarafından yönetiliyordu. 26 yıldır kesintisiz şekilde iktidarda olan Lukaşenko’nun devlet başkanlığı, 9 Ağustosta yapılan seçimlerde %80 oy aldığı ilan edilerek bir dönem daha uzatıldı. Seçimlerin gerçek galibinin kendisi olduğunu iddia eden muhalif aday Svetlana Tikhanovskaya’nın oy oranı ise %10 olarak açıklandı. Bunun üzerine muhalif kitleler, Lukaşenko’nun istifa etmesi ve seçimlerin demokratik bir şekilde yeniden yapılması talebiyle sokağa döküldü. Bazı büyük sanayi tesislerinin de aralarında olduğu çeşitli işyerinde gerçekleştirilen grevlerle desteklenen ve günlerdir devam eden protesto gösterilerine yüz binlerce insanın katıldığı belirtiliyor. Lukaşenko’nun “fabrikalar bizimle” mesajını vermek üzere gittiği Minsk Traktör Fabrikasında yaptığı konuşma sırasında bütün işçilerden “defol” sloganlarının yükselmesi, korku duvarlarının aşılmasının bariz bir göstergesidir.
Lukaşenko rejimi, tüm tehditlerine rağmen, milli gelirin %70’ine yakınının elde edildiği ve on binlerce işçinin çalıştığı devlet işletmelerindeki grevleri durduramıyor. Grevdeki bu işletmeler arasında ülkenin en büyük traktör, otomobil, çelik vb. fabrikalarının yanı sıra, dünyanın en büyük beşinci potas madenleri ve bunların işlendiği kimyasal tesisler de bulunuyor. Bu tesislerde üretilen kimyasal gübre Belarus devletinin en büyük ihracat kalemini oluşturuyor. Bunun yanı sıra, metro, eğitim ve sağlık işçileri de greve destek veriyorlar. Grevler başkent Minsk ve batı sınırındaki Grodno kentinde yoğunlaşıyor. Lukaşenko’nun devlete bağlı işyerlerinde greve giden tüm çalışanların işten atılacağını, ücretlerinin ödenmeyeceğini duyurması ve tutuklamaların artması nedeniyle işçilerin bir bölümünün işe geri döndükleri görülse de grevler ve eylemler devam ediyor.
9,5 milyon nüfuslu Belarus 1990’lardan bu yana gerçekleştirilen en büyük protesto gösterilerine sahne olurken, Lukaşenko rejimi tüm olup bitenleri "Batı emperyalizminin bayraktarlığına soyunan satılmışların ülkeyi karıştırmak için yaptığı provokasyonlar”a indirgeyerek gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyor ve muhaliflere tehditler savurmayı sürdürüyor. 23 Ağustosta başkent Minsk’te gerçekleştirilen ve 200 binden fazla insanın katıldığı büyük protesto eylemini helikopterle havadan izleyen Lukaşenko, Başkanlık Sarayının bahçesine elinde otomatik silahla inerken poz verdi ve bu görüntü devlet televizyonundan naklen yayınlandı. Bunun yanı sıra Lukaşenko’nun “dışarıdan” kışkırtıldıklarını söylediği göstericileri “sıçanlar” olarak niteleyip sert bir şekilde müdahale edeceğini söylemesi, benzer bir çıkışla savunma bakanlığının göstericileri “faşistler” olarak niteleyip ordunun taşkınlığa müdahale edeceğini duyurması, bu tehditlerin faşizan boyutu hakkında yeterince fikir veriyor.
Öte yandan “dışarı”nın bu gelişmelerin “dışında” kalmadığı da açıktır. Batılı emperyalist güçler de Rusya da Belarus’taki sürecin doğrudan içinde bulunuyor. Rusya söz konusu olduğunda bu “içindelik”, iktidar gücüyle doğrudan bağı nedeniyle çok daha güçlüdür kuşkusuz. İki emperyalist kamp arasındaki çelişki ve çatışmayı kendi iktidarını sürdürmek için bir manevra alanı haline getiren Lukaşenko, Belarus’un karşı karşıya olduğu tehdidin aynı zamanda Rusya’ya yönelik bir tehdit olduğunu söyleyerek Putin’i istim üstünde tutmaya gayret ediyor. Nitekim gösteriler devam ederken iki ülke arasında yapılan işbirliği anlaşması, “gerektiğinde Rusya’nın yardıma gelmesi”ni de içermektedir. Bunun da ötesinde Putin, Lukaşenko’nun isteğiyle Belarus’a ek bir polis gücü gönderildiğini açıklamıştır. Toplantı ve görüşmelerin birbirini kovaladığı Batı emperyalizmi cephesi ise sürecin kendi çıkarları doğrultusunda sonlanması için bir yandan burjuva muhalefeti fonlamakta diğer yandansa Lukaşenko iktidarını çeşitli ekonomik-siyasi yaptırımlarla sıkıştırmaya çalışmaktadır. Kendi dümen suyunda güçlü bir burjuva muhalefet odağı yaratmak için yıllardır milyonlarca dolarlık fonları seferber eden, bunun için Polonya’yı siyasi ve coğrafi üs olarak kullanan Batı emperyalizmi, hedefine ilk kez bu kadar yaklaşabilmiştir.
ABD’siyle AB’siyle Batılı emperyalist güçlerin bu bölgeye özel bir önem verdikleri sır değildir ve NATO’nun geçtiğimiz aylarda onayladığı Baltık Savunma Planı da bunun askeri görüngülerinden biridir. Türkiye’nin pazarlık kozu olarak elinde tuttuğu veto kartını Temmuz ayında kaldırmasıyla birlikte devreye giren bu plan, Belarus’la aynı bölgede yer alan Polonya, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın olası bir Rus saldırısı karşısında NATO tarafından savunulmasını hedefliyor. Açıktır ki, askeri boyuta kadar uzatılan bu strateji, Rusya’nın Batı sınırlarını bir bütün olarak NATO hattına dönüştürmeyi hedeflemektedir ve bu bağlamda bir istisna teşkil eden Belarus’un da bu hatta dâhil edilmesi 90’lardan bu yana gündemdedir. Ekonomide devletin %80’e varan bir ağırlığa sahip olduğu, siyaseten Rusya’ya yakın duran bu ülke, yıllardır AB’nin de ağır ekonomik yaptırımlarına uğramaktadır. Bahane Lukaşenko yönetiminin anti-demokratik uygulamaları, hileli seçimler vs’dir. Ne var ki, Polonya’da, Macaristan’da ve dünyanın diğer pek çok ülkesindeki faşist uygulamaları dert edinmeyen, aksine tüm üye ülkelerinde bu tür uygulamaların tırmanarak artışına tanık olunan AB açısından “demokrasi” ve “özgürlük” bahanesi hiç de inandırıcı değildir. Lukaşenko’nun Rusya yanlısı tutumlarının, Çin’le geliştirdiği ekonomik ilişkilerin ve neoliberal dönüşüm setine gösterdiği direncin Batılı güçlerin çıkarlarıyla çelişmesi, Belarus’u iki emperyalist kamp arasındaki büyük çekişmenin sahalarından biri haline getirmektedir.
Hatırlanacağı üzere 2014’te yine aynı coğrafi hat üzerinde yer alan Ukrayna emperyalist kapışmanın aktif sahası haline gelmiş, iç savaş boyutuna doğru ilerleyen süreç nihayetinde Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı noktasına varmıştı. Ukrayna o zamandan bu yana kırılgan bir denge üzerindeyken, şimdi de gündeme kuzey komşusu olan Belarus gelmiştir. Tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi Belarus’ta da halk kitlelerinin biriken hoşnutsuzluğu patlamaya dönüşmüştür. Buradaki vesile, Lukaşenko’nun şaibeli bir seçimle iktidarı bir kez daha gasp etmesi olmuştur. Belarus Komünist Partisi de dâhil olmak üzere geniş bir siyasi kesimden destek alan, kendini “bağımsız”, “sınıflar üstü” bir lider olarak gösteren Lukaşenko’nun Bonapartist bir diktatörlük özellikleri sergileyen rejimi açısından söz konusu zorbalık yeni bir olgu olmasa da, kitlelerin hoşnutsuzluğunun bu kez ekonomik kriz çarpanıyla bir üst düzeye sıçrayarak isyana dönüştüğü görülüyor.
Lukaşenko’nun taraftarlarına seslenirken kullandığı “benden düzen istediniz, ben de getirdim” sözleri aslında mevcut rejimin karakterinin itirafı niteliğindedir. SSCB’nin çöküşünü takiben ilan edilen bağımsızlığın ardından eski bürokrat yeni burjuva yağmacıların ülkeyi soyup soğana çevirdiği ve büyük bir yoksulluğa ve kaosa sürüklediği üç yılın ardından, Lukaşenko, “yolsuzlukla mücadele, ülkeyi oligarklara teslim etmeme, düzen, istikrar, iş güvencesi ve refah” vaadiyle iktidara gelmişti. Lukaşenko’yu orta düzeyde bir bürokratlıktan tiranlığa taşıyan yol böylece açılmıştı. SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden eski Sovyet cumhuriyetlerinde kapitalizm oligarklar eliyle açık bir yağma düzeni şeklinde tezahür etmişti. Emekçi kitlelerin yaşamsal ihtiyaçlarının tümü paralı hale getirilirken, ücretlerinin ve emekli maaşlarının pul olması, onları korkunç bir sefalete sürüklemişti. Bunun kitlelerde yarattığı tepkiyi kullanan Lukaşenko, Sovyet döneminin Anayasasını elden geçirerek yeniden yürürlüğe sokup, başta özelleştirmeler olmak üzere neoliberal uygulamalara ket vurmuştu. Lukaşenko böylece, işlerini ve eskiden kalma bazı temel ekonomik ve sosyal kazanımlarını koruyan halkın desteğini uzunca bir süre arkasına almıştı.
Ne var ki salt karın tokluğunun ya da “istikrar” söylemlerinin, açık zorbalıkla bile olsa hiçbir burjuva iktidarı ilânihaye ayakta tuttuğu görülmemiştir. Nitekim Belarus’ta da emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik talepleri giderek daha yüksek sesle dile getirilir olmuştur. Zira işçilerin yarıdan fazlasının devlete bağlı işyerlerinde çalıştığı Belarus’ta kitlelerin alım gücü Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından kurulan pek çok devlete nazaran daha iyi durumda olsa da, Batı’nın yaptırımları ve ekonomik kriz bu durumu sürekli aşındırmıştır. Bu durum aynı zamanda Lukaşenko rejiminin anti-demokratik uygulamalarına ve yolsuzluklarına yönelik tahammülsüzlüğü de arttırmış ve Lukaşenko karşıtı cephe giderek genişlemeye başlamıştır. Ancak işçi sınıfının bağımsız bir politik varlık gösteremediği koşullarda bu cepheye damgasını basan yine burjuva güçler olmuştur.
Burjuva muhalefetin temsilcilerinden biri olarak öne çıkan Sergei Tikhanovski’nin hapse atılmasının ardından siyaset sahnesine giren eşi Svetlana Tikhanovskaya’nın devlet başkanlığına aday olması ve beklenenin çok üzerinde bir ilgiyle karşılanması, Lukaşenko yönetimine karşı biriken tepkinin somut bir ifadesidir. Burjuva muhalefet kesimleri, kitlelerin karşısına, sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını isteyen bildik siyasi programlarla ve AB vaatleriyle çıkıp, bunu da özgürlük ve demokrasi programı olarak lanse ediyorlar. Fakat eylemlere katılan tüm emekçilerin onların kuyruğundan gittiğini düşünmek doğru değildir. Nitekim Lukaşenko’yu desteklemekten vazgeçen emekçi kitlelerin önemli bir bölümü, Tikhanovskaya’da temsiliyet bulan burjuva muhalefet güçlerine destek vermekten de geri durmaktadır. Muhalefetin işçi sınıfı da dâhil olmak üzere tüm kesimlerinin “seçimlerin şeffaf bir şekilde yenilenmesi, demokratikleşme, gözaltına alınanların serbest bırakılması” gibi taleplerde ortaklaştığı açıktır. Bununla birlikte grevdeki fabrikalarda, madenlerde, okullarda vb. öne çıkan taleplerin sınıfsal niteliği de bir o kadar aşikârdır. Çeşitli işçi kolektifleri, ücretlerin artması, geçici sözleşmelerle çalışmaya son verilmesi, emeklilik “reformu”nun iptal edilmesi, sosyal desteklerin artması, bağımsız işçi sendikalarının kurulması, özelleştirmelerin yasaklanması, iş güvencesinin sağlanması, işyerlerindeki para cezalarının kaldırılması gibi sınıfsal taleplerin yaygınlaşması için çaba sarf etmektedir.
Sokaklarda “artık yeter, git” sloganlarının yankılandığı Belarus’ta, binlerce insanın gözaltına alınmasının, internet yasaklarının, polis şiddetinin ve gözdağlarının daha önceki gösterilerde olduğu gibi işe yaramadığı görülüyor. Lukaşenko’nun grevci işçilerle dalga geçmesi ve onları işten atmakla tehdit etmesi karşısında işçilerden “biz serf değil işçiyiz” sloganları yükseliyor. Sendika bürokratlarından Lukaşenko’ya daha fazla diretmesi durumunda hareketin kontrol edilemez hale geleceği doğrultusunda uyarılar gelmesi, “devlet aklı”nın alarm zilleri çalmaya başladığını gösteriyor. Lukaşenko’nun “asla seçim yok, Belarus eğer seçimleri tekrarlamayı kabul ederse ölür” noktasından “önce anayasa değişikliği yapalım sonra seçime gideriz” noktasına gelmesi de bunun ifadesidir. “Ülkemizi teslim almak, sınırlarımızı Minsk’e kadar daraltmak istiyorlar, buna izin vermeyeceğim” diyen Lukaşenko, kendisini tehdit altındaki ülkenin kurtarıcısı olarak yansıtıp milliyetçiliğe oynayarak iktidarını korumaya çalışıyor. Tikhanovskaya’yı destekleyen burjuva muhalefet ise oluşturulan “Koordinasyon Konseyi” aracılığıyla iktidarı devralma çağrıları yapıyor.
Öte yandan Batı’nın, AB’siyle ABD’siyle Belarus’taki kitle hareketi karşısında Ukrayna’dakine kıyasla çok daha ihtiyatlı davranması dikkat çekicidir. AB kitle hareketinin ilerleyen günlerinde seçim sonuçlarını tanımadığını ve çeşitli yaptırımların devreye sokulacağını açıklasa da şimdiye dek Lukaşenko’yu tanımama gibi bir tutum içine girmemiştir. Lukaşenko’nun gitmesini ve kendi kontrollerinde bir yönetimin gelmesini arzu eden ve bunun için çalışan NATO ittifakı, işin içine işçi grevleri girince çok daha ihtiyatlı bir politika izlemek zorunda kalmaktadır. Kuşkusuz bu grevlerde kontrolü ele geçirmek ve dilediği gibi yönlendirmek için de iş başındadır. Bu amaca ulaşmak için “Koordinasyon Komitesi” denen burjuva muhalefet organına bağlı bir “Ulusal Grev Komitesi” de oluşturulmuştur. Lukaşenko iktidarı karşısında oluşturulan “Koordinasyon Komitesi” azılı komünizm düşmanlarından daha ılımlı unsurlara geniş bir burjuva cephe niteliği taşımaktadır. Açık ki, on binlerce işçinin çalıştığı fabrikaların ve devlete ait diğer sektörlerin özelleştirilmesini başa alan bir neoliberal programın sözcülüğünü yapan böylesi bir burjuva cephenin işçilerin çıkarlarını savunur pozları kesmesi büyük bir ikiyüzlülük ve sahtekârlıktır.
Belarus’ta ne burjuva muhalefet ne de Bonapartist rejim işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktadır. Burjuvazi içi kapışmadan işçi sınıfına ne refah ne de demokrasi çıkacağını SSCB’nin dağılmasının ardından kurulan onca devletten de, geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız “renkli devrim”lerden ve “bahar”lardan da biliyoruz. Burjuvazi ayağa kalkan işçileri kendi politik rayına sokup, kendi “devrimi”nin itici gücü haline getirmeye çalışıyor. Oysa rejimden hoşnutsuzluklarını üretimden gelen güçlerini kullanarak grevlerle, iş bırakmalarla gösteren işçilerin, burjuva güçlerin tribünlerine yakıt olmak yerine iktidarı kendi ellerine almaya yönelmeleri gerekiyor. Ancak bunun için, her yerde olduğu gibi bu ülkede de, işçi sınıfının burjuvaziden tümüyle bağımsızlaşan bir politik hat izlemesini sağlayacak ve onu iktidara yönlendirecek devrimci bir önderliğe ihtiyacı vardır. Bugün Belarus’ta görüldüğü gibi, bu ihtiyaç devrimci durumlarda kendini olanca yakıcılığıyla hissettirmektedir.
link: İlkay Meriç, Belarus İşçi Sınıfı Burjuva Kapışmanın Kıskacında, 3 Eylül 2020, https://marksist.net/node/7019
Hepiniz Suçlusunuz!
Açız Ama Bu Yalanlara Tokuz!