Patronlar sınıfı ve onun sözcüleri biz emekçi kadınları yoksulluğun, eşitsizliğin, şiddettin ve aşağılanmanın kaderimiz olduğuna inandırmak istiyorlar. Hayatın her alanında var olan, üreten emekçi kadınların gücünün farkına varıp mücadele etmesini istemiyorlar. Bu yüzden bizi kandırmaya, uyutmaya çalışıyorlar. Önümüze koyduklarıyla yetinmemizi, fazla ses çıkarmamamızı söylüyorlar. Oysa emekçi kadınlar aciz ve güçsüz değildir. Mücadeleci kadınlar bize şu gerçeği haykırıyorlar: Emekçi kadınlar mücadeleyle güçlenir ve güçlendirir. Tarih bize bunu kanıtlayan örneklerle doludur.
Maksim Gorki’nin Ana isimli romanı, sınıf mücadelesiyle tanışan genç işçi Pavel ve anası Pelageya Nilovna’nın hayatını anlatır. Pelageya yoksul mahallelerin çamuruna bata çıka yürüyen, yaşamı kambur sırtında bir yük gibi taşıyan kadınlardan biridir. Kocasından sürekli dayak yer, bitkin vücuduyla çalışır, didinir, uyur, uyanır. Aynı günü tekrar yaşarmış gibi günler birbirini takip eder. Ama gün gelir kocası hastalıktan ölür. Babasının ölümünün ardından oğlunun değişmeye başladığını fark eder Ana. Oğlu kitaplar okumaya başlar, anasına karşı davranışları değişir. Evlerine arkadaşları gelip gider, akşamları saatlerce sohbetler ederler. İşçilerin neden yoksulluk içinde yaşadıklarını, patronların işçilerin emeğiyle nasıl zengin olduklarını konuşurlar. Gelecek güzel günleri birlikte düşler, insanların dört bucağında kardeşçe, eşit ve özgür yaşadığı bir dünyanın hayallerini kurarlar.
Ana, önceleri oğlu için endişelenir, korkar. “Ellerinden ne gelir, ne yapabilirler ki?” diye düşünür. Fakat konuşulanlara daha fazla kulak kabartmaktan kendini alıkoyamaz, aynı düşleri o da kurmaya başlar. Oğlunu daha iyi anlayabilmek için okumayı öğrenmeye çalışır. Günden güne içinde birikenleri şöyle anlatır: “Baksanıza, aranızda yaşıyorum; kimi geceler eski yaşantım gelir aklıma, ayaklar altında çiğnenen gücüm, ezilen yüreğim... Aklıma geldikçe de kendi kendime acırım. Ama ne de olsa, yaşantım daha iyi şimdi. Her geçen gün kendimi biraz daha kendim olarak görüyorum... Kendimi buluyorum.”
Mücadele içinde kendini bulan, gençleşen, güçlenen Ana çevresine de umut ve cesaret vermeye başlar. Oğlunun arkadaşlarına, oğluna daha da yakın olur. Onun kahırlı yaşamından çıkardığı derin sonuçlar, sımsıcak, şefkatli ana yüreği başka yürekleri de güçlendirir. Onu gören genç işçiler ön saflarda mücadele etmenin ihtiyacını daha çok hissederler. Sömürüye, yoksulluğa, baskılara karşı mücadele yaşadığını hissettirmeye başlar Ana’ya. Mücadeleyle geç yaşında tanışmış olsa da gerçekler için mücadele etmeye kararlıdır. Son nefesini, tutuklanan oğlunun mahkeme salonundaki konuşmasını, yeni bir dünya kurma hayalinin berrak ifadelerini başka işçilere ulaştırmaya çalışırken verir. “Yeryüzünün çocukları” hareket halindedir. Ana da bu hareketin bir parçasıdır.
Ana yalnızca bir kitap karakteri değil, Ekim Devrimine giden yolu açan sabırlı, cesaretli emekçi kadınların kelimelere işlenmiş halidir. 1917’de, Rusya’da işçi sınıfının iktidarı ele geçirdiği devrim, işçilerin, emekçi kadınların mücadele ettiklerinde neleri başarabileceklerinin en kuvvetli ifadesidir. Emekçi kadınlar daha güzel yarınları getirmek için mücadelede öne çıktıklarında güçlenirler. Hünerli elleriyle yaşamı değiştirirler.
Bugün de emekçi kadınlar olarak mücadelede öne çıkmalı, hem kendimizi, hem etrafımızdaki emekçi kadın kardeşlerimizi, hem de kapitalist sömürü düzenine karşı mücadelemizi güçlendirmeliyiz. O zaman yaşamak, günlerimizi kahırla geçirmek, yarına nasıl çıkacağımızı düşünmek değil, bitkiler gibi yeşermek, Elif Çağlı’nın söylediği gibi “yaşamak” olur!
Yaşamak, yeşermek bitkiler gibi,
Yaşamak, dönüşmek geleceğe.
Güçlü ellerle kavrayıp çelişkiyi
Birlikte dövüşüp, birlikte büyütmek geleceği.
link: Ankara’dan genç bir kadın işçi, Ana, 24 Mart 2020, https://marksist.net/node/6867
Bir Şeyler Var Değiştirmemiz Gereken!
Çöküşün Bahanesi: Pandemi