“Kapitalizmin sistem krizine bağlı olarak emperyalist savaşların yaygınlaştığı, dünya genelinde otoriterleşme eğiliminin yükseldiği, kitleleri derin bir huzursuzluk ve mutsuzluğa sürükleyen istikrarsız ve kaotik bir dönemden geçiyoruz. Kapitalizmin bu çürüme çağında, yoksul işçi-emekçi kitleler, yıkılmadığı sürece insanlığın başına daha nice belâlar saracak olan bu düzenin yoğunlaşan sömürü, baskı ve acımasızlığıyla karşı karşıya bulunuyorlar.”[1] Tam da bu nedenle dünyanın çeşitli ülkelerinde işçi ve emekçi kitlelerin dalga dalga kabaran öfkesine ve isyanlarına tanık oluyoruz. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da farklı kıtalarda pek çok ülkede haftalar, aylar süren emekçi isyanları patlak verdi. Endonezya, işçi sınıfının, yoksul emekçilerin ve gençliğin yükselttiği bu isyan dalgasının halkalarından biri oldu. Toplumsal huzursuzluğun arttığı, işçi sınıfının ücret artışı başta olmak üzere bir dizi taleple grevlerinin yaygınlaştığı Batı Papua’da[2] çatışmaların büyüdüğü Endonezya’da, bardağı taşıran son damla parlamentodan geçirilmek istenen yasalar oldu, protestolar Eylül ve Ekim ayına yayıldı.
İrili ufaklı binlerce adadan oluşan, nüfusu 270 milyona yaklaşan bu Güney Asya ülkesinde, Nisan ayında devlet başkanlığı, parlamento seçimleri ve yerel seçimler aynı günde düzenlenmiş, devlet başkanlığına %55 oyla ikinci kez Joko Widodo seçilmişti. Yeni görev süresi 20 Ekimde başlayacak olan Joko Widodo, o tarihe kadar, bir dizi kanun tasarısının parlamentodan geçirilmesini amaçlıyordu. Bu kapsamda Endonezya parlamentosu, 17 Eylülde yolsuzlukla mücadele kanununda ve ceza kanununda değişiklikler içeren yasa tasarılarını gündemine aldı. İlk tasarı, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu KPK’nın zayıflatılmasını, yetkilerinin sınırlandırılmasını, çalışmalarına çeşitli bürokratik engeller getirilmesini öngörüyordu. Ceza kanununda yapılmak istenen değişiklik ise evlilik dışı birlikteliğin, eşcinsel ilişkinin, tıbbi zorunluluk dışında kürtajın, devlet başkanına, yardımcısına, devlete, dine, bayrak ve ulusal sembollere hakaretin suç sayılarak ağır biçimde cezalandırılmasını öngörüyordu. Tasarı ayrıca Marksist-Leninist bir topluluğa üye olmayı ve toplantılarına katılmayı da suç kapsamına alıyordu.
Görev süresini doldurmak üzere olan parlamentonun gündeminde bu düzenlemelerin dışında daha pek çok tasarı vardı. Bunların arasında “yatırımları arttırmak ve ekonomiyi geliştirmek” adı altında şirketlerin doğayı daha da yağmalamasının önünü açacak, su kaynaklarını ve maden sahalarını şirketlere peşkeş çekecek, şirketlerin çevreye verdiği zararı arttıracak, sermaye sınıfının ve iktidar çevrelerinin daha da zenginleşmesini sağlayacak düzenlemeler bulunuyordu.[3]
Ülkede “Jokowi” adıyla anılan Joko Widodo, bu yasal düzenlemelerle yeni dönemde elinin daha rahat olmasını amaçlıyordu fakat hevesi kursağında kaldı. Endonezyalı gençler, işçiler ve emekçiler toplum üzerindeki baskıyı arttıracak, demokratik hak ve özgürlükleri daha da kısıtlayacak, sermayeyi büyütüp yoksulluğu, toplumsal eşitsizliği derinleştirecek bu tasarılara karşı sokaklara döküldüler. Eylemlerin fitilini ateşleyen üniversite öğrencileri oldu. Başkent Cakarta’da bulunan üniversitelerin öğrencileri 23 Eylülde parlamento binasının önünde toplandılar. 300’ün üzerinde üniversiteden öğrencilerin katılmasıyla eylem giderek büyüdü ve protestolar ülkenin bütün büyük şehirlerini sardı. Eylemlere işçi sendikalarının da destek vermesi, işçilerin yoksulluğa, hayat pahalılığına, işsizliğe karşı talepleriyle meydanları doldurması protestoları bir üst boyuta taşıdı. İşçi ve emekçiler, yasa tasarılarının geri çekilmesini, çalışma koşullarının düzeltilmesini, işçi haklarına dönük saldırılara son verilmesini, ücretlerin yükseltilmesini, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını, yolsuzlukların hesabının verilmesini, gençlere yönelik polis şiddetinin son bulmasını istediler.
Endonezya, 1998’de diktatör Suharto’yu deviren eylemlerden bu yana en kitlesel eylem dalgasına sahne olurken işçi sınıfı ve gençliğin bu isyanı egemenleri büyük bir korkuya sürükledi. Eylemlerin ilk günlerinde, JokoWidodo taleplerin kabul edilmeyeceğini, gündeme getirilen yasa tasarılarının belirlenen tarihlerde görüşüleceğini açıkladı ve polisi göstericilerin üzerine saldı. Ancak gösteriler büyüyerek devam etti. Bunun üzerine Widodo, bir yandan polis şiddetini arttırırken bir yandan da meydanlardaki işçilere ve gençlere “sizi anlıyorum” diye başlayan süslü cümlelerle seslenmeyi denedi. Eylemlere son vermek umuduyla kitleyi temsilen gençlik örgütlerinin sözcüleriyle görüşebileceğini açıkladı. Gençlik örgütleri bu görüşmeyi ancak halka ve basına açık yapılması, televizyonlarda yayınlanması koşuluyla kabul edeceklerini ilan ettiler. Yedi madde altında topladıkları taleplerini ortaya koydular.
Talepler, emekçi sınıfların gençlerinin çürüyen kapitalizmin ortaya çıkardığı dünya manzarasına ve kokuşmuş Endonezya oligarşisine duydukları öfkeyi ortaya koyuyordu. Ceza, madencilik, toprak ve iş kanunlarında gündeme alınan düzenlemelerin reddedilmesi, yolsuzlukla mücadele ve doğal kaynakları koruma kanununda yapılan düzenlemelerin geri çekilmesi, bunun yerine cinsel şiddete yönelik cezalar getiren, ev işçiliğini düzenleyen yasalar çıkarılması, KPK’nın Temsilciler Meclisi tarafından atanan üyelerinin değiştirilmesi, insan hakları ihlallerinin soruşturulması ve hükümetin en yetkili isimleri arasında bulunanlar da dâhil olmak üzere sorumluların yargılanıp cezalandırılması, Batı Papua’da ve tüm bölgelerde militaristleşmeye, eylemcilerin kriminalize edilmesine son verilmesi, Papualı politik mahpusların serbest bırakılması, Kalimantan ve Sumatra’da orman yangınlarının söndürülmesi ve yangınların sorumlusu olan şirketlerin cezalandırılması, yetkilerinin iptal edilmesi, yangınlar nedeniyle mağdur olan insanların yaşam şartlarının iyileştirilmesi…
Elbette Widodo bu talepleri kabule yanaşmadı ve söz konusu görüşme gerçekleşmedi. Bunun yerine Widodo çoğu seçim sürecinde kendisine destek veren sivil toplum örgütlerinin liderleriyle bir araya geldi. Düzenlemelere “karşıt” görüşleri dinlese de hiçbir vaatte bulunmadan toplantıya son verdi. Ancak bu göstermelik adımlar ve ikiyüzlü tutumlar eylemcilerin öfkesini daha da arttırdı. 25 Eylülde ceza yasası tasarısının parlamentodan geçmesi beklenirken, Widodo, “yeni uygulanacak yasa tasarılarının üzerinde daha çok durulup değerlendirilmesi gerekiyor” diyerek parlamento oylamasını ertelemek zorunda kaldı.
İşçi sınıfı, emekçiler ve gençler giderek otoriterleşen, baskıları arttıran, işçi sınıfına yönelik azgın saldırıları hayata geçiren Joko Widodo’nun sözleriyle yetinmediler, eylemlerine devam ettiler. Söz konusu tasarıları bir daha gündeme getirmemek üzere geri çekmesini ve istifa etmesini istediler. Aynı günlerde polisin iki genci öldürmesi üzerine gençlik örgütleri, saldırılara karşılık vermeye başladı, barikat savaşları, çatışmalar, eylemler yaygınlaştı. Tüm ülkeye yayılan eylemlerde 5 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı, binlerce kişi gözaltına alındı ve yüzlerce kişi tutuklandı. Buna rağmen işçilerin ve gençlerin protestoları haftalar boyunca devam etti. Ancak bu kitle eylemleri Ekim sonunda geri çekildi.
Endonezyalı emekçiler açısından ilk raund sayılabilecek bu eylemler şimdilik tasarıların tamamen gündemden çıkarılmasını ya da Widodo’nun istifasını sağlayamadı. Ama görmek isteyenler için yeni ve daha büyük isyanların kapıda olduğu açıktır.
“Halkın Başkanı” Widodo’nun yarattığı hayal kırıklığı
Eylemlerin büyük oranda geri çekildiği 23 Ekimde Widodo, bir törenle devlet başkanlığının ikinci dönemini resmen başlattı ve yeni kabineyi açıkladı. Ancak eylemlerin geri çekilmesi ve hükümetin kurulması, gülücükler saçarak ve rakipleriyle el sıkışarak basın mensuplarına pozlar veren Widodo’nun rahatladığı anlamına gelmiyor. 2014’te ilk kez devlet başkanı seçildiğinde zaferini geçit törenleriyle, faytonlara binip halkı selamlayarak kutlayan Widodo bu defa sıkı güvenlik önlemleriyle korunan parlamentoda yemin etti. Demokrasiyi savunacağı, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele edeceği yeminleri eden Widodo’nun etrafında bu kez umut içindeki emekçi kitleler değil, iktidarın İslamcı, milliyetçi, gerici ortakları, Endonezya oligarşisinin, sermayenin has temsilcileri vardı. Basına yaptığı açıklamalarda ise Widodo, sermaye dostu iş kanunları da dâhil olmak üzere potansiyel olarak halkta hoşnutsuzluk yaratacak ekonomik “reformlara” hız vereceğini çünkü artık bu son döneminde politikanın kısıtlayıcılığından kurtulduğunu anlatıyordu.
Oysa yoksul bir aileden gelen ve eski bir mobilya satıcısı olan Widodo, bugüne kadar Endonezya’da müesses nizamın, oligarşinin, sivil-askeri bürokrasinin dışından, halkın içinden gelme bir politikacı olarak görülüyor ve emekçi kesimlerin önemli bir bölümünden büyük destek görüyordu. “Halkın başkanı”, Endonezya halkının “Bapak”ı[4] olarak lanse edilen Widodo, takındığı liberal, çoğulcu, demokrat pozlar sayesinde özellikle gençlerden destek almakta zorluk çekmemiş, iktidar basamaklarını hızla tırmanmıştı. Demokrasiyi ilerletme, yoksulluğu azaltma, yolsuzlukları ortadan kaldırma, daha müreffeh bir Endonezya yaratma vaatleriyle kitlelerden oy istemiş ve ikinci dönem devlet başkanlığı görevine seçilmişti. Ama bugün göstericilerin büyük bölümünün seçimlerde Widodo’yu destekleyen kesimlerden oluştuğu biliniyor. Yüz binlerce insanın katıldığı gösteriler halkın ve özellikle gençlerin ne denli büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını ve öfkenin büyüklüğünü ortaya koyuyor. Yeni kabinesindeki isimlerse Widodo’nun kitlelerin öfkesinin patlamalı biçimde yeniden açığa çıkacağını çok iyi bildiğini gösteriyor.
Nisan seçimlerinde 193 milyondan fazla seçmen yüz binlerce aday için oy kullanmıştı. 7 milyon kişi sandıklarda görev almış, haftalarca süren sayım işlemlerinde 270’ten fazla sandık görevlisi hayatını kaybetmişti. Bu seçimler tıpkı Hindistan’da yapıldığı gibi “dünyanın en büyük demokrasi şöleni” olarak lanse edilmişti. Ancak bu büyük “şölenin” hemen ardından ülke tam bir kaosa sürüklenmişti. 2014’teki devlet başkanlığı seçimlerinden sonra 2019’da ikinci kez Widodo’nun rakibi olan Prabowo Subianto seçimlere hile karıştığı gerekçesiyle kitleleri sokağa çağırmıştı. Gösterilerin yayılması ve ölümlerin olması üzerine Prabowo, eylemcilere barışçıl gösterilerle yetinmeleri çağrısında bulunmuş, bir müddet sonra da gösteriler sona ermişti. İşte bu kaostan sadece 5 ay sonra Widodo, “ülke çıkarlarını korumak ve istikrarı sağlamak” gerekçesiyle başkanlık seçimindeki rakibi Prabowo’yu yeni kabinede savunma bakanı olarak görevlendirdiğini açıkladı. Daha birkaç ay öncesine kadar, seçimlerde hile yapıldığı iddiasıyla kitleleri sokağa çağıran Prabowo’nun kabinede çok önemli bir göreve atanmasının kuşkusuz bir anlamı bulunuyor. Bunu bir yandan ordunun bastırması, bir yandan da girilen yeni dönemde devlet aygıtının baskıcı yüzünün çok daha fazla öne çıkartılmasına dönük bir hazırlık olarak yorumlamak mümkün.
Prabowo’nun kim olduğuna baktığımızda durumu daha net anlamak mümkün hale geliyor. Prabowo İslamcı, milliyetçi, şoven bir çizgiyi temsil etmekle kalmıyor, müesses nizamın en tepedeki isimleri arasında yer alıyor. Ancak hepsi bu kadar da değil. 1965-1998 yılları arasında ülkeyi demir yumrukla yöneten diktatör Suharto’nun generallerinden biri ve damadı olan Prabowo, dedesi Endonezya Merkez Bankasının kurucusu, babası bakan, annesinin kökenleri Java aristokrasisine dayanan halis muhlis bir burjuva ve askeri eğitimini ABD’de görmüş eli kanlı, darbeci bir generaldir. Yani emekçi halkın ve gençlerin nefretini kazanmış Endonezya oligarşisinin bir parçası, diktatörlük döneminin artıklarındandır. 1997-98 döneminde ordu özel birliklerinin başında bulunan Prabowo, Suharto’nun devrilmesini sağlayan eylemlerde gösterdiği acımasızlıkla, kullandığı zalim yöntemlerle tanınıyor. Prabowo, eylemlerde öne çıkan gençlerin kaçırılmasından, kaybedilmesinden, katledilmesinden sorumlu olan özel birlikler kurdurdu. Endonezya’da insan hakları savunucuları yıllardır bu katliamların hesabının verilmesi için mücadele ediyor. Ancak müesses nizam, üstün hizmetleri nedeniyle Prabowo’yu korumaya, ödüllendirmeye devam ediyor. Sorumlusu olduğu katliamlar gözlerden gizlenemeyen Prabowo 2000’li yılların başında yargılandı yargılanmasına ama bu yargılamalar sonuç getirmedi. Kitlelerin gözünde Suharto rejimi ile arasına mesafe koymak, imaj tazelemek isteyen ordu Prabowo’yu generallikten attı ama cezalandırılmasını da engelledi. ABD’li egemenlerse günah keçisi ilan ettikleri bu cani için ABD’ye seyahat yasağı dışında bir “ceza”ya gerek duymadı. Malvarlıklarına el bile konulmayan Prabowo iş dünyasının sayılı kapitalistlerinden biri olarak yaşamına devam etti. Dahası ilerleyen yıllarda siyasete döndü, hatta çok geçmeden kimi burjuva kesimlerin, eski ve muvazzaf generallerin, İslamcı örgütlerin, muhafazakâr emekçilerin desteğini arkasına alarak devlet başkanlığına aday oldu. Devlet başkanlığı yarışında Widodo’ya yenilse de Prabowo bugün savunma bakanlığı koltuğunda oturuyor ve başında bulunduğu Büyük Endonezya Hareketi Gerindra, temsilciler meclisindeki üçüncü büyük parti konumunda bulunuyor!
Widodo ve Prabowo farklı siyasi çizgileri savunsalar da sıra işçi sınıfına ve emekçilere düşmanlığa gelince domuz topu gibi birleşmektedirler. Prabowo, 2012 seçimlerinde Cakarta Valiliğine aday olan Widodo’ya destek vermiş ve kazanmasında rol oynamıştı. Çünkü Endonezya burjuvazisinin, yeni bir seçenek olduğu yanılsaması yaratan, kitlelerin gözünü boyayan Widodo’ya ihtiyacı vardı. Nitekim bugün de burjuvazinin talepleri doğrultusunda toplumu baskı altında tutmaya, işçi sınıfını susturmaya çalışan Joko Widodo için Prabowo’nun ve partisi Gerindra’nın desteği son derece önemlidir. Widodo’nun Prabowo’yu savunma bakanlığı gibi önemli bir göreve getirerek ittifak kurduğu, gücünü konsolide etmeye, Prabowo’nun temsil ettiği muhafazakâr ve gerici güçleri yanına çekmeye, işçi sınıfından gelecek tehlikeleri savuşturmaya çalıştığı açıktır. Endonezya’nın kokuşmuş oligarşik sermaye sınıfı, uzun diktatörlük yıllarının ardından demokrasi ve refah vaatleriyle avutulan kitleleri uyutmak için “Halkın Başkanı Jokowi”ye ihtiyaç duyuyor. Öte yandan kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz koşullarında, orduyu iç ayaklanmaları bastırmaya hazırlayıp modernize etmeyi öneren, sert politikalar güdeceğini dile getiren, güçlenen İslamcı örgütleri arkasına almış şovenist Prabowo’ya başvurmayı da ihmal etmiyor.
Yapılmak istenen yasal değişikliklerin ve göreve gelen kabinenin bir kez daha ortaya koyduğu gibi, Endonezya’da toplumsal baskı arttırılıyor, muhafazakârlaşma, azınlıklara karşı düşmanlık, milliyetçilik, militarizm körükleniyor. İşçi haklarına yönelik saldırılar arka arkaya hayata geçiriliyor. Basın üzerinde kontrol sağlanmaya çalışılıyor. Tam da bu nedenlerle Widodo’nun iktidarı diktatör Suharto’nun “Yeni Düzen”ine benzetiliyor. Yüzyıllardır demokratik özlemleri kanla boğulmuş, sahip oldukları sınırlı kazanımlar için çok büyük bedeller ödemiş, hayal kırıklığı ve öfke içindeki Endonezya halkı işte bugün bu neo-“yeni düzen”e baş kaldırıyor.
Sömürgeden diktatörlüğe, reformasiden neo-“yeni düzen”e Endonezya
17. yüzyıldan itibaren Hollanda’nın sömürgesi olan Endonezya 1945’te bağımsızlığını ilan etti. Ancak bağımsızlık halka yüzyıllardır özlemini çektiği barışı, özgürlüğü ve refahı getirmedi. Endonezya Milliyetçi Partisinin başında bulunan Sukarno’nun bağımsızlık hareketinin önderi olarak öne çıkması ona ülkenin ilk devlet başkanı unvanını sağladı. Kökleri geçmişe uzanan Endonezya Komünist Partisi (PKI) ise, bağımsız bir siyasi çizgi izlemekten uzaktı. “Halk cephesi” politikalarıyla tüm dünyada devrimci hareketleri tasfiye etmeye girişen SSCB’den gelen talimatları uyguluyor ve Sukarno’yu destekliyordu. Öyle ki sömürgecilerden bıkıp usanmış halkı Japon işgalcilere karşı Hollandalı sömürgecilerle işbirliği yapmaya çağırıyordu. Büyük siyasi çalkantılarla ilerleyen yıllar boyunca Endonezyalı yoksul emekçi halkın kaderini belirleyen en temel faktörlerden biri komünistlerin bu tutumu olacaktı.
1960’lı yıllara gelindiğinde Endonezya’nın SSCB ve Çin ile ekonomik, siyasi ve askeri ilişkileri, PKI’nın devlet içindeki kadrolarının artması, Endonezya oligarşisini ve ABD’yi derinden rahatsız ediyordu. Başta ABD olmak üzere uluslararası burjuvazi önemli bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Endonezya’yı “sosyalist kamp”a kaptırmak istemiyordu. Tam da bu nedenle harekete geçen CIA ve yerli işbirlikçileri, 1965’te düzmece bir darbe girişimi tezgâhladılar. Sonra da bu sözde darbe girişimini “Allahın lütfu” olarak değerlendirip komünistlere, emekçi halka, köylülere karşı eşi görülmedik bir kıyım başlattılar. Stratejik Yedek Kuvvetler Komutanı General Suharto bu kıyımın baş aktörlerindendi. Suharto, devlet içinde ve Sukarno’nun etrafında istenmeyen kadroların, komünistlerin hepsini temizliyor ancak Sukarno’ya dokunmuyordu. Komünistler olan biteni doğru değerlendiremiyor, destek verdikleri Sukarno’nun gerçek yüzünü de Suharto’nun amacını da göremiyordu. PKI işçilere Sukarno’nun arkasında durma çağrısı yapıyordu ancak hedefte olan Sukarno değil komünistlerin kendisiydi!
“18 Ekimde radyodan okunan bir bildiriyle Endonezya Komünist Partisinin feshedildiği açıklandı. Bunu takip eden dört ay içerisinde CIA destekli ölüm tugayları, PKI militanlarına ve sempatizanlarına yönelik korkunç bir sürek avı başlattılar ve ele geçirdikleri herkesi acımasızca katlettiler. Tarihin gördüğü en acımasız katliamlardan biri olan bu kıyımın bilançosu 1 milyona yakın ölüydü!”[5] Endonezya’nın nehirleri, ormanları, otlakları artık paramparça edilerek öldürülmüş, boğulmuş komünistlerin, işçilerin, köylülerin cesetleriyle doluydu.
Komünist hareketin acımasızca ezildiği, işçi sınıfının ve toplumun kanla sindirildiği koşullarda General Suharto giderek güçlendi ve 1968’de yapılan “seçimle” devlet başkanı oldu. Suharto SSCB ve Çin ile ilişkileri keserek Endonezya’nın kapılarını sonuna kadar Batı sermayesine açtı. Dünya Bankası ve IMF ile işbirliği içinde ekonomi programları oluşturdu. Emekçileri iliklerine kadar sömüren Endonezya oligarşisini ve yakın çevresini daha da zenginleştirerek iktidarını güçlendirdi. Suharto, kan üzerine kurduğu bu rejime “Yeni Düzen” adını vermişti. Bu rejim altında Endonezya kapitalistleşme yolunda hızla ilerlerken işçi ve emekçilerin yoksulluğu büyüdü.
Ancak tarih hükmünü icra etti ve işsizliğe, yoksulluğa mahkûm edilen, baskılarla, yasaklarla, kanla susturulmak istenen halkın yıllar yılı biriken öfkesi patlamalı biçimde açığa çıkmaya başladı. İyice yoksullaşan halk sefahat içindeki egemenlere, diktatörlere karşı kin doluydu. 1997’ye gelindiğinde Asya ülkelerini etkisi altına alan ekonomik krizin dalgaları Endonezya’yı da şiddetle sarsmaya başladı. Hayat iyice pahalanmış, en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelen işçi ve emekçilerin yaşamları daha da çekilmez olmuştu. Halk patlamaya hazır volkan gibiydi. Bunun farkında olan Suharto diktatörlüğü hedef şaşırtmak amacıyla etnik ayrımcılığı ve milliyetçiliği körüklemeye girişti, Hıristiyan, Çin kökenli azınlıklara yönelik katliamlar tezgâhladı ama “Yeni Düzen”ini kurtarmayı başaramadı. Endonezyalı işçi ve emekçiler “artık yeter” diyerek diktatörlük rejimine isyan ettiler. Grevlerle, protestolarla, çatışmalarla, verdikleri 500 canla kararlılıklarını ortaya koyan emekçiler nihayet 1998’de Suharto’yu devirmeyi başardılar.
Öte yandan Suharto gitmiş yerine “manevi oğlum” dediği başkan yardımcısı Habibi gelmişti. Suharto’yu feda eden Endonezyalı egemenler kayıplarının bununla sınırlı kalmasını sağlamaya kararlıydılar. “Yeni Düzen”i feda ederek kendi düzenlerini korumak için adeta bir kaporta yenileme çalışmasına giriştiler. Onlar için şimdi “Reformasi” zamanıydı.
Diktatörlük rejiminin devrilmesinin ardından kitleleri yatıştırmak için başlatılan ve “Reformasi” olarak adlandırılan süreç genel hatlarıyla bir burjuva demokratik reform süreciydi. Bu süreçte tüm yetkinin tek kişinin elinde toplanmasını engellemek üzere kuvvetler ayrılığı ilkesi hayata geçirildi. Devlet kurumlarında, yasama, yürütme ve yargı organlarında buna uygun düzenlemeler yapıldı. Devlet başkanının halkın doğrudan oylarıyla seçilmesi ilkesi getirildi. Siyasi partiler kanunu değiştirilerek ülkede parti sayısını 3 ile sınırlayan yasa kaldırıldı, böylelikle onlarca partinin kurulmasının önü açıldı. Bölgesel otonomi kanunu çıkarılarak yerel yönetimlerin yetkileri arttırıldı. Basın ve ifade özgürlüğü genişletildi. Yapılan referandum ile Doğu Timor’un bağımsızlığı verildi. Çok sayıda politik mahpus serbest bırakıldı. İstihbarat Bakanlığı kaldırıldı. Yoksulluğun ve işsizliğin azaltılması, yolsuzlukla mücadele, çevrenin korunması, ülke kaynaklarının daha iyi kullanılması, yabancı sermayeye çeşitli sınırlandırmalar getirilmesi yolunda çeşitli düzenlemeler yapıldı.
Elbette Endonezya halkı için diktatörün devrilmesi bir zaferdi ve demokratik reformların hayata geçirilmesi son derece önemliydi. Ancak Reformasi süreci de yoksul işçi ve emekçilerin yakıcı sorunlarını çözmedi. Reformlar tepeden, kontrollü biçimde hayata geçirildi, siyaset ve bürokrasi elitleri, en tepedeki kapitalistler hızla yeni duruma ayak uydurdular, demokratlık makyajlarına bulandılar ve zenginleşmeye devam ettiler. Büyüyen ekonomiden işçilerin payına daha fazla yoksulluk, işsizlik, sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlerden yoksunluk düştü. Suharto döneminin siyasi elitleri, generalleri Reformasi sürecinde yaptıklarının, katliamlarının hesabını vermedikleri gibi siyasette etkili olmaya devam ettiler. Zenginlik ve ayrıcalıklarını korudular. Dahası 2010’lardan itibaren dünyanın genel havasına uygun biçimde Endonezya’da da otoriterleşme eğilimi güçlendi, polis devleti uygulamaları arttı, sağcı hareketler, İslamcı örgütler, muhafazakârlaşma güç kazandı. Reformasi döneminin kazanımları ilerleyen yıllar içinde birer birer geri alındı.
Bugün Widodo’nun yapmak istediği düzenlemeler Reformasi sürecinden artan kalan hak kırıntılarını da ortadan kaldırıyor. Nitekim parlamentonun yetkilerini sınırlandırdığı KPK, Reformasi sürecinde, 2002’de kurulmuş, o günden bu yana kimi politikacıların, kapitalistlerin yolsuzluklarını açığa çıkararak yargılanmalarını ve cezalandırılmalarını sağlamıştı. 8-10 ailenin tüm ülkeyi keyfince yönettiği, tüm zenginliklere el koyduğu, tüm ayrıcalıklardan yararlandığı, asla hesap vermediği kokuşmuş oligarşik yapıya öfke duyan halk KPK’yı bir kazanım, önemli ve saygın bir kurum olarak görüyor. KPK’nın yetkilerinin sınırlandırılmasını egemenlerin büyük bir saldırısı olarak algılıyor. Widodo’nun devlet başkanının doğrudan halkın oylarıyla seçilmesi yerine parlamento tarafından seçilmesini hükme bağlayan bir anayasa değişikliği yapmak istemesi de öfke yaratıyor. Öte yandan ülkeyi sarsan eylemlere rağmen Widodo, 3 Kasımda Ulusal Sağlık Sigortası sisteminde değişiklik öngören ve sigorta primlerini tüm kategorilerde %100 oranında yükselten bir başkanlık kararnamesi imzaladı. Hem de ülkede 16 milyon sigortalı sisteme borçluyken! Aynı Widodo şirketlere vergi indirimleri getirdi. İşçiler için iş güvencesini zayıflatan, keyfi işten atmaların önünü açan, düşük ücretli esnek çalışmayı getiren düzenlemeler çıkardı. Doğaya zarar veren şirketlere karşı mücadeleyi suç sayarak aktivistleri tutuklattı.
Widodo bu adımları büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda atıyor. Endonezyalı egemenler 2030 yılında dünyanın en büyük 7 ekonomisi arasına yerleşmeyi ümit ediyorlar. Ülkenin “Çin gibi uzun soluklu, istikrarlı bir büyüme sürecine girmesi”, “artan jeostratejik önemiyle, 300 milyona yaklaşan nüfusuyla küresel oyunculardan biri olması” düşleri görüyorlar. Bu anlamda önlerinde hiçbir engel istemiyorlar. Ancak sorun şu ki kendi engellerini kendileri yaratıyorlar. Bugün Endonezya’nın en zengin %10’luk kesiminin zenginliği nüfusun %77’sinin toplam gelirlerine eşit, en zengin %1’lik kesimin zenginliği ise nüfusun yarısının toplam gelirine eşit. Genç işsizlik resmi rakamlara göre bile %20’nin üzerinde. Açıktır ki bu tablo sürdürülebilir bir tablo değildir ve “engel”in ta kendisidir.
İşte Endonezya’da iki aya yayılan gösterilen arkasında ülkenin bu tablosu var. Yoksulluk içindeki işçi sınıfının, politikaya ilgisiz oldukları söylenen işsizlik ve geleceksizlik girdabındaki gençlerin öfkesi var. Oysa Endonezya’daki protestolar ikiyüzlü Batı basınında sanki hareketin talebi “evlilik dışı cinsel ilişki” yasağının önlenmesiymiş, mesele gençlerin özel yaşamlarına müdahale edilmesine tepki göstermesiymiş gibi haberleştirildi. Dünya burjuvazisinin bu tutumu ne denli korku içinde olduğunun somut ifadesidir. Endonezya işçi sınıfının ve gençlerin yeni isyanlarının kapıda olduğunun habercisidir.
[1] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, Eylül 2017, marksist.com
[2] 1969’dan bu yana Endonezya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten Batı Papua’da son aylarda çatışmalar şiddetlenmiş durumda. Endonezya doğal kaynaklar açısından zengin olan bu bölgenin bağımsızlığını tanımayı reddediyor ve bölgede büyük bir askeri güç bulunduruyor. Endonezya ordusu işgal ettiği bölgede bugüne kadar yüz binlerce Papualıyı katletti ve demografik yapıyı büyük oranda değiştirdi.
[3] Eylül ayında palm yağı ve madencilik şirketlerinin neden olduğu Sumatra ve Kalimantan adalarındaki yangınlar haftalarca söndürülmedi ve ülkenin büyük bölümü kırmızı bir dumanla kaplandı. İnsanlar nefes alamaz hale geldi. Bu felâket yaşanırken parlamentonun çıkarmak istediği yasalar halkın öfkesini daha da arttırdı.
[4] Endonezcede baba.
[5] Selim Fuat, Endonezya’da 1965 Darbesi, Ekim 2007, marksist.com
link: Ezgi Şanlı, İsyan Dalgasının Endonezya Halkası, 25 Kasım 2019, https://marksist.net/node/6789
Millî Eğitim Bakanlığı Bütçesinin Anlattıkları
İspanya’da Seçimler ve Yükselen Milliyetçilik