Kan emici kapitalistler ve emperyalistler, savaş kazanlarında emekçi kanı kaynatanlar, dünyayı üçüncü kez paylaşmak için on yıllardır milyonlarca insanın canını aldılar, almaya da devam ediyorlar. Ortadoğu’da bombalanmadık tek karış toprak kalmadı. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan edildi, ediliyor. Savaşları sömürücüler sınıfı çıkartır. Çıkartılan savaşlardaysa ezilen, sömürülen, horlanan işçiler, emekçi insanlar ölür, sakat kalır. Geride kalanlar ömürleri boyunca her gün acı çekerler. Ömür boyu acı çekenlerden biri de Garip Ali dedemin ailesi olmuştur.
Dedem Garip Ali, bir asır yaşadıktan sonra 2018’in Şubat ayında göçüp gitti bu dünyadan. Garip Ali, ailesinin I. Emperyalist Paylaşım Savaşında ve sonrasında yaşadıklarını ninesinden, anası ve babasından dinlemiş. Kendisi de eşine ve çocuklarına anlatmış. Ailesindeki ve çevresindeki insanlar Garip Ali dedemin anlattıklarının, o savaşların geride kaldığını düşünmüşler. Hatta Garip Ali dedeyi gençlik yıllarında bile alaya alır, “He Garip Ali, he savaş çıkacak. Ne savaşı? Bir daha savaş olmaz. Savaş eskide kaldı” derlermiş. Ama çeyrek asır geçmeden emperyalistler ikinci kez dünyayı kana boyayan bir savaş başlatınca Garip Ali dedemin haklılığı ortaya çıkmış.
Tarih 1913-14 yıllarıdır. O tarihlerde egemenler dünyayı aralarında pay etmek için savaş borularını dünyanın dört bir yanında bangır bangır çaldırırlar. Osmanlı’nın egemenleri de bu paylaşımdan pay kapmak ister. Bu savaş boruları ezilen, sömürülen yoksullara öyle sinsi, öyle alıştıra alıştıra dinletilir ki, bir zaman sonra, ahalinin beynine savaş borularının, toplarının gümbürtüsü düğün bayram havası gibi gelmeye başlar. Örgütsüz ve sınıf bilinci olmayan, ezilen, sömürülen, horlanan geniş kalabalıkların beyni ağır ağır uyuşturulur. 1914 yılı Temmuz ayı ortalarında köye gelen jandarmalar savaşın başladığını ve bıyığı tarak tutan tüm gençlerin askere alınacağını duyurur. Köylü, Osmanlı’ya “ekinde yok, biçende yok, yemeye ortak Osmanlı” der. Bilirler, Osmanlı boğazlarından geçecek lokmayı ellerinden alır. Sopa tepelerinde dolanır. Baş kaldıranları, isyan edenleri bastırmak için, bir de gençleri asker almak için jandarmasını gönderir.
Van’da hasat zamanıdır. Dereler gürül gürül akar. Hava günlük güneşliktir, tek bir bulut yoktur gökyüzünde. Otlar, çayırlar rüzgârda kucaklaşıp ayrılarak biçilmeyi bekler. Tırpanları erkekler çeker, peşleri sıra kadınlar toplar tırmıkla, dirgenle. Buğday ve arpa başakları yeşilden sarıya dönmeye başlamıştır. Buğday tarlalarının başaklarının kızıla dönmesine ramak kalmıştır. Köylüler o ana dek, sürekli kulaktan kulağa “yine savaş çıkacakmış” sözünü duysalar da, “bu sefer çıkmaz” diye düşünmüşlerdir. Bir çocuğun, gözünü kapattığında kendisini korkutan şeyin kaybolacağını sanması gibi... Hava günlük güneşliktir, fakat anaların, eşlerin başlarının üstünde kara bulutlar dönüp durmaya başlar. Hasatları tarlada bırakılıp kocaları, oğulları askere alınınca ilk sarsıntıyı, korkuyu yaşarlar.
Tarlada ot biçen Gerip (Garip) ve Ğelid (Halit) kardeşler de askere alınanlar arasındadır. İki kardeş de evlidir. Yedi de ablaları vardır. Hepsi evlidir. Onların da kimisinin kocası, kimisinin oğulları alınır askere. Babaları Alı (Ali) öleli beş yıl olmuştur. Anaları Kızhanım, oğullarının tarlada tırpanları yere bıraktırılarak askere götürülüşlerini gözyaşlarını içine akıtarak, aynı zamanda gururla seyreder. Gururla seyretmesinin nedeni, savaş çıkartılmadan yıllar evvel büyük oğlu Garip’in askerlik yaşı geldiğinde, bıyıkları tarak tutmadığı için yaşı küçük diye askere alınmamış oluşundadır. Kocası Ali’nin olduğu gibi iki oğlunun da sadece çenelerinde bir tutam sakalları vardır. Yüzlerinin geri kalan bölümünde sakal çıkmazmış. Kızhanım bilirmiş büyük oğlu Garip’in bıyıkları tarak tutmadığı için askere alınmadığını. Kocasının ne yirmisinde, ne de kırk üçünde tarak tutacak gür bıyıkları olmuş. Bıyığı tarak tutmayana, sağlıklı ve gürbüz olmayana, eli ayağı tam ve sağlam olmayana, sakata, köre, topala kız verilmez, toplum içinde hor görülürler, aşağılanırlar diye bildiği için sevinmiş Kızhanım. Egemenler büyük savaşı başlattıklarında, bıyığı yeni terlemiş olanlar, daha çocuk yaşta olanlar bile askere alınmışlar.
Kızhanım ananın gözyaşlarını içine akıtmasının nedeniyse, kocası Ali’nin, önceki savaş yıllarında yedi yıl askerlik yapmış olmasıdır. Askere sağlam gidip, hastalıklı biri olarak dönmüştür. Bu hastalığı nedeniyle de kırk üç yaşında göçüp gitmiştir bu dünyadan. Anaları iki oğlunu öper, koklar, oğulları da analarının elini öper, öyle giderler jandarmalarla. İki kardeşin eşleriyse, kocalarına son bir kez sarılamazlar bile. Hatta peşleri sıra bile bakamazlar. Gözyaşlarını bile saklarlar birbirlerinden. Garip’in üç kızı vardır, karısı dördüncü çocuğuna gebedir. Doğacak çocuğun erkek olması için dua edip dururlar Allah’a. Büyük kızının adı Hanife, ikincisi Tükezban, sonuncusu (son kız olsun diye) Yeter konmuştur. Halit ise yeni evlidir, karısı gebedir. Kızhanım ana, iki oğlu gözden kaybolana dek peşleri sıra bakar, bakar. Ağlar gördüğü iki gelinine söyleyecek söz bulamaz. Duyulur duyulmaz bir sesle içinden geçenler diline varır:
Jandarmaya derdim desem
Babaları öldü desem,
Neyleyelim biz ersiz, oğulsuz desem
Avratları gebe desem,
Bıyıkları tarak tutmaz desem,
Gerip, Halit, gitme desem…
Rüzgâr sesini alır gelinlerine götürür. Bakar iki gelin birbirine. Bilirler kaynanalarının yüreğinin dağlı olduğunu. Büyük gelin Durna (Turna), küçük gelin Kürt kızıdır, adı Zozan. Ellerindeki tırmığı, dirgeni bırakır, kaynanalarının yanına varırlar. Sarılırlar üçü birbirine. Turna, artık iyiden iyiye gebe olduğu belli, karnını okşar, öteye dönerek. İçinden geçenleri söylemeye başlar:
Ali olacak, dedin Garip, Ali olacak,
Ali olacak, yolun duracak,
Babam, emmim geldi diye müjde verecek,
Dedesin adını Ali’m alacak,
Nenesi Ali’me mani diyecek
Babası, emmisi, çok tez gelecek
Emmisinin oğlunun adı, Mahmut olacak
Ali, Mahmut, yol başına duracak
Babamız, emmimiz geldi diye müjde verecek
Payları, birer şeker olacak.
Kaynana, iki gelinine sarılır. Doğacak torunlarını düşünür bir zaman. Gelinleri daha fazla üzülmesinler diye, “ay gelinler, yüreğinize soğukluk vermeyin. Kocalarınızı askere götürdüler. Bu sefer savaş çıkmayacak. Tez zamanda geri gelecekler. Torunlarım babalarını yol başında bekleyecek. Yüreğinize hiç vesvese vermeyin” der.
1915 yılının yazı gelir. Garip ve Halit hâlâ askerdirler. Ayrı bölüklerdedirler. Çok nadir olsa da iki kardeş birbirlerini görürler. Bir zaman sonra Halit’in bulunduğu bölük, daha ileri bir bölgeye gönderilir. Aradan haftalar, aylar geçer. Halit, 1916 yılında Rus Çarının ordularına esir düşer. 1917 yılında Bolşevikler önderliğindeki işçiler ve köylüler, yüzyıllardır tepelerinden inmeyen Rus Çarını devirir, Çarlığı yıkarlar. Yüzyılların ezilmişliğine son veren işçiler, köylüler ve askerler “hurra” çekerler. Rus işçilerinin ve köylülerinin başardığı bu ilk büyük işçi devrimi, dünyayı paylaşmak için dünyayı kana bulayan, milyonlarca işçi-emekçi çocuğunun canını alan, çok daha fazlasını sakat bırakan bu kirli savaşı bitirir. Egemenler işçi sınıfının yaptığı ilk büyük işçi devrimine “kızıl veba” derler. En büyük korkuları bu kızıl vebanın dünyanın diğer bölgelerindeki işçi sınıfını da harekete geçip, kendilerini de Çar gibi tarihten silip yok etmesidir. Bu nedenle hemen Sovyet Rusya’ya karşı domuz topu gibi birleşirler. Osmanlı ise Çarlık Rusya’sına karşı ve bölüşümden pay kapmak için girdiği bu savaşta bölünüp paramparça olur. Zor yoluyla bir arada tuttuğu birbirinden farklı halklar ayrı ayrı devletler kurmaya girişirler.
Esir Osmanlı askerleri Rus askerlerinin bu “hurra” çekişinden pek bir anlam çıkartamazlar. Fakat kendilerine düşman askeri gözüyle bakılmadığından memnun olurlar. Hatta askerlerle konuşup anlaşabilmek için Rusça öğrenirler. Halit de epeyce Rusça öğrenir. Bolşevik devriminin başı ve lideri Lenin’in adını çokça duyar. Lenin’i “Lelem” diye anlar. Bu, kendi ağızlarında babanın babasına söylenen büyükbaba anlamında, saygı duyulan birisi için söylenen bir kelimedir.
Halit, askerlik ve esirliğin ardından 1918 yılının Ağustos ayında köyüne döner. Döner dönmesine ya savaşta bir gözünü kaybetmiştir. Başına aldığı darbeden ötürü de başındaki ve boynundaki ağrı hiç dinmez. Ailesiyse, Van’dan Muş’un bir köyüne göçmek zorunda kalmıştır. Araya sora, ailesini bulur aylar sonra. Yani yirmisinde askere sapasağlam gider, yirmi dördündeyse bir gözü kör, baş ve boynunun ağrısından ötürü ihtiyarlamış biri gibi döner. Artık lakabı “Köseoğlu Kör Halit” olmuştur yeni köy içinde. Anası, askerden sakat dönen Halit için çok üzülür. İlk sorduğu, “Garip nerede?” olur. Halit ağabeyinin bulunduğu bölükten geri dönen tek kişinin bile olmadığını bilir. Fakat ölü mü, sağ mı bundan da emin değildir. Anasına “savaş bitti, ağabeyim de gelir bir gün” der. Ana, köy içinde oğluna kör demelerine çok içerler. Ama içindeki daha büyük korku, endişe ve bekleyişin nedeni büyük oğlu Garip’in hâlâ dönmemiş olmasıdır. Halit’in karısı da, kocasının bir gözünü kaybetmiş olmasına, ağrılar içinde kıvranmasına çok üzülür. Böyle de olsa dönmüş olduğu için sevinir. Dört yaşına girmiş oğluna da Mahmut ismini koymuşlardır. Garip’in karısınınsa dört yılın ardından gözleri hâlâ yollardadır. Garip’i bekler, ağlar, üzülür, son çocuğu erkek olduğu içinse sevinçlidir, gururludur. Kendi kendine Garip’le konuşur. Anaları Kızhanım ise, kocasının mezarını Van’da koyup gelmenin üzüntüsünü içine gömmüştür. Yeter ki büyük oğlu Garip de sakat da, kör de olsa dönüp gelsin. Aylar yılları kovalar, mevsimler döner durur. Savaşın üzerinden yıllar geçer ama Garip dönüp gelmez. Anası Halit’e bir defa daha; “savaş biteli yıllar oldu. Ağabeyin nerde kaldı, niye dönmedi?” diye sorar. Halit, “ana, ağabeyimin bulunduğu bölükten geri dönen tek asker bile olmadı. Ben de belki benim gibi esir düşmüştür, belki döner gelir diye düşündüm hep. Bütün esirler döndü. Ama ağabeyim dönmedi. Benim içimdeki umut çoktan bitti de sana söylemeye dilim varmadı” der. Anasıysa bir yandan aradan beş yıl geçtiği için oğlunun söylediklerine inanır. Ama ana yüreği kolay kolay kabullenmez. İçindeki acının koru hâlâ sönmemiştir. Zaman içindeki acıyı yok etmese de küllendirir. Oğlunun adını yaşatmak ister. Tek tesellisi bu olacaktır artık. Küçük oğlu Halit’in karısı üçüncü çocuğuna gebedir. İçinden, “oğlan olursa Garip Ali koyacağım” diye geçirir. Böylece askerden geri dönemeyen büyük oğluyla, askerden hasta dönüp genç ölen kocasının adını torununda yaşatmak ister. Dünyaya gelen torunu oğlandır. Adını da Garip Ali koyarlar. Gelin bu çocuğu alıp büyütür, kocasının hasretini onunla gidermeye uğraşır. İşte dedem Garip Ali’nin hikâyesi budur.
Savaşı bitiren Rus işçileri fabrikalarda, köylüleri köylerde, askerleriyse cephelerde örgütlüydüler. İşte dünyayı cehenneme çeviren kapitalist ve emperyalist haydutların heveslerini kursaklarında bırakan bu Rus işçi, köylü ve askerleri olmuştur. Bugün devam eden ve işçileri, emekçileri, ezilenleri korkunç acılara gark eden savaşı bitirecek olan da bugünün örgütlü işçileri olacaktır. Hem de tüm cihanda… Böylece artık dedelerimizin ismi Garip Ali konmayacak, analar oğullarının, kadınlar kocalarının yasını tutmayacaklar.
link: İzmir’den bir işçi, Ali Oğlu Halit’in Garip Ali’si, 4 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6433
Bu Dünyaya Marx Geldi! /3
Celalettin Can’ın Silivri Cezaevi Tanıklığı