İktidarın sesi Yeni Şafak gazetesinin yazarlarından Hayrettin Karaman geçtiğimiz günlerde bir köşe yazısında “kendi mahallesinin” kadınlarını hedef aldı. Şöyle buyuruyordu Karaman: “Sigara içmeyi hiçbir kimseye yakıştıramam ve caiz görmem; ama bunların başında başörtülü Müslüman hanımlar geliyor. Ben başını örten ama göstere göstere sigara içen bir bayan gördüğümde şöyle bir intibaa kapılıyorum: Sanki farklı olanlara şunu diyor: «Siz benim başımı örttüğüme bakmayın, benden ümidinizi kesmeyin, sizinle paylaşacağım daha çok şeyim var».” Tepki üzerine Hayrettin Karaman bu sözlerle “iffet gevşekliğini” kastetmediğini savundu, özrü kabahatinden daha büyük dedirten “maksadını” anlattı. Lakin hemen bu özrün ardından, kadınlara manifesto verir gibi aşırı makyaja, kaş aldırmaya, kadınlı-erkekli toplantılarda laubali olmaya, vücut hatlarını belli eden kıyafetler giymeye, “bize” ait olmayan bir dil kullanmaya, sakız çiğnemeye hoş bakmadığını, fırsat bu fırsat dile getirmekten de geri durmadı.
İktidara geldiği günden bu yana AKP, cinsiyetçi politikalar gütmekten, erkek egemen zihniyeti körüklemekten çekinmedi. İktidar ve iktidar yalakaları kadın düşmanı görüşlerini topluma benimsetmeye çalışmaktan vazgeçmediler. Onlar, kadınlara 25 yaşına gelmeden evlenmeyi, “annelik kariyerine” gönül verip çok sayıda çocuk doğurmayı, hamileyken dışarı çıkmamayı, kahkaha atmamayı, şiddet karşısında sessiz kalmayı, biat etmeyi salık verdiler. Hak arayan, eylemlere katılan kadınları aşağıladılar. “Benim başörtülü bacılarım” söylemi eşliğinde emekçi kadınlar arasında, toplumda yapay ayrımları körüklediler. Kadının giyimi ve bedeni üzerinden kendi politikalarına meşruiyet sağlamaya çalıştılar. Dolayısıyla ne Karaman’ın sözleri şaşırtıcıdır ne de iktidardakilerin ve bu iktidardan nemalananların kadınlara yönelik cinsiyetçi ve aşağılayıcı tutumu yenidir.
Yeni olan şudur: Türkiye’de son birkaç yılda meydana gelen siyasal gelişmeler, güdük bir parlamenter demokrasiden totaliter bir rejime geçişin halkalarını oluşturuyor. Elbette bu dönüşüm yaşanırken emekçi sınıfların kadınları bu dönüşümden derinlemesine etkileniyor. Tüm totaliter rejimlerin yaptığı gibi, Türkiye’de de totaliter iktidar emekçi sınıfların kadınlarını hedef alıyor, kadın düşmanı politikaları olağanüstü biçimde besliyor ve yaygınlaştırıyor. İtaatkâr, kanaatkâr, kindar bir toplum yaratma uğruna erkek egemen zihniyetin en gerici halini kışkırtıp her alanda hortlatıyor. Milliyetçiliğin, Kürt ve Suriyeli düşmanlığının kışkırtılması, savaş politikalarının harlanması, muhalefetin baskı ve şiddetle ezilmesi, en basit demokratik haklar için mücadelenin teröristlikle yaftalanması, iktidarın, gücün yanında saf tutanların geri kalanların sesini boğması, toplumun sindirilip itaatkârlaştırılması, “ötekine” nefretin körüklenmesi toplumda gerilim ve huzursuzluğun hâkim olduğu bir atmosfer yaratıyor. Emekçi sınıfların kadınları bu gerici atmosferden fazlasıyla nasibini alıyor.
Son yıllarda kadına yönelik şiddet vakalarındaki artış ve bu vakalardaki ayrıntılar faşist söylem ve politikaların toplumda yarattığı tahribata, çürümeye ayna tutuyor. Emekçi kadınların zaten zor olan yaşamı artan baskının, itaatkârlık dayatmasının, bahaneleri çeşitlendirilen şiddetin ve bunun getirdiği korkunun gölgesinde daha da zorlaşıyor, kadın bir kapanın içine itiliyor. Rejimi kurumsallaştırma gayreti içindeki iktidar toplumun dokusunu tahrip ediyor, kadının giyimi, davranışları ve toplumsal varlığı üzerinden kutuplaştırma ve kindarlaştırma siyasetine güç veriyor. Arkasına aldığı kitleleri toplumun diğer yarısına karşı düşmanlaştırabilmek için kendi “Müslüman”, “iffetli”, doğurgan, itaatkâr, iktidar sevici, kindar kadın projesini topluma dayatıyor. Erkeğe sonsuz cesaret vererek genelde kadına, özelde “öteki mahallenin” kadınlarına yönelik şiddeti alabildiğine körüklüyor.
Genç bir hemşire olan Ayşegül Terzi, geçtiğimiz sene Kurban Bayramında nöbetten çıkarak ailesini ziyarete gitmek üzere bindiği otobüste saldırıya uğradı, tekmelendi. “Gerekçe” şort giymesiydi. Yolculardan biri saldırganın, “bu kadınlar şeytan, uğursuzluk saçıyor” diye bağırdığını ve küfür ettiğini, Ayşegül hemşireye sanki öldürmek istiyor gibi saldırdığını anlattı. Saldırganın ifadesinde şu sözler yer alıyordu: “Yaşadığımız ülkenin ve toplum değerlerinin ayak altına alındığını, bayan şahsın kendisi ve çevresinde bulunan insanlara giyiniş tarzı ile saygı göstermediğini düşündüm. Manevi yönüm ağır bastı. Bir anda koltuktan kalkarak yüzüne doğru bir tekme attım.”
Ne yazık ki olağan dönemlerde bir kadının giyimine karışmaya hakkı olmadığını bildiği için veyahut başını belâya sokmamak için böyle bir saldırı girişiminde bulunmayı aklından bile geçirmeyecek, buna cesaret edemeyecek bir insan zehirli propagandaların etkisiyle tam bir canavara dönüşebiliyor. Ortaçağ karanlığından fırlamışçasına kadınların şeytan olduğunu, uğursuzluk saçtığını haykırabiliyor. Yalnızca iktidar tarafından dikte edilen değerlerin “yaşadığımız ülkenin ve toplumun değerleri” olduğunu kabul ediyor ve bundan hareketle bu değerlere saygı, biat bekliyor. Kadının şort giymesinin “kendisi ve çevresinde bulunan insanlara saygı göstermediği” anlamına geldiğini, bir kadına tekmeyle saldırmanın gerekçesininse “manevi yönün ağır basması” olduğunu söyleyebiliyor!
Basın saldırganın psikolojik sorunları olduğu iddiasına dört elle sarıldı. Ancak meselenin saldırganın psikolojik sorunları ile sınırlı olmadığı daha pek çok kadının Ayşegül hemşirenin yaşadıklarını yaşamasından bellidir. Ramazan ayında bindiği Pendik minibüsünde saldırıya uğrayan genç bir kadın, saldırganın kıyafeti nedeniyle kendisine küfür ettiğini, hakaretler savurduğunu, yumruk attığını, buna rağmen yolcuların kendisine değil saldırgana destek verdiğini anlattı. “Bu olayı yaşadıktan sonra yakın arkadaşlarım bunun üzerinden prim yapmaya çalıştı. «Biz seni uyarmıştık», «biz sana bunu demiştik.» Bana gelen yorumlara şaşırmadım. Olayın darp olması da insanları etkilemiyor. Ben böyle giyiniyorsam, insanlara göre ben bunu hak etmiş oluyorum.”
11 Ağustosta yine benzer bir olay yaşandı. İzmir’de, iki genç kadın taciz edildi. Yardım istedikleri polisin tepkisi, “size bu kılıkla az bile yapmışlar, halinize bakın!” demek ve kadınlara saldırmak oldu. Belli ki polisin kendi tutumunu haklı görmesini sağlayan “kılık” kadınların mini etekleriydi. Ama açık ki önyargısının bir nedeni daha vardı. Tacize uğrayan kadın, kısa süre önce geçirdiği trafik kazasında kırılan ayağı nedeniyle yanındaki arkadaşına yaslanarak yürüyordu. Kadın halleriyle, akşam saatinde, sokakta, mini etekli ve sarmaş dolaş! Polise göre bu görüntü kadınların tacizi de cezayı da hak ettiklerini kanıtlıyordu! O da tacizcilerin “az bile yaparak” eksik bıraktığı şeyi tamamlamıştı!
Bu tip saldırılara uğrayan kadınların yalnız bırakılması, haksız görülmesi, toplum ve hatta yakınları tarafından yargılanmaları, “biz seni uyarmıştık” gibi sözlerle karşılaşmaları aslında akıl dışıdır. Oysa bu akıl dışılık giderek olağanlaşıp yayılıyor. Çünkü iktidar eliyle toplumda yaratılan puslu atmosfer herkesi etkisi altına alıyor. İnsanlar kendi akıllarıyla değil, kendilerine dikte edildiği şekilde düşünüyor. Toplumun çoğunluğunun doğru dediğine yanlış deme cesaretini yitiriyor. İçine sinmese bile farklı bir fikir savunmayı meşru görmüyor. Çoğunluğun kapıldığı histeriye kapılıyor ve çoğunluğa uymayı reddedenleri aykırı, asi, suçlu buluyor, bu “suçlu”lardan uzak duruyor.
Böylelikle otorite yeniden ve yeniden tesis edilmiş oluyor, iktidar propagandasıyla, politikalarıyla etkilediği erkeği ve toplum kesimlerini kadının başına bekçi olarak dikebiliyor. Bu “bekçinin” görevi, kadınlara her an erkeğin ve toplumun şiddet ve baskısını hissettirmek, kadınları kontrol altında tutmaktır. Kendilerini “mağdur” duruma düşürecek koşulların oluşmasını engellemek için daha fazla içe kapanmaya, toplumsal yaşamdan daha fazla uzaklaşmaya zorlamaktır. Çünkü toplumda oluşturulan algıya göre bu kadınlar otoriteye karşı çıktıkları için, otoritenin çizdiği sınırlara karşı çıktıkları için cezalandırılmayı hak ediyorlar. Şiddete uğramış olsalar da kendilerini “mağdur” duruma düşürmemek için önlem almadıklarından, otoriteyle uzlaşma, ona boyun eğme yolunu seçmediklerinden esas suçlu olan kendileridir.
Faşizmin etkisiyle yükselişte olan erkek egemen zihniyete göre namusuyla evlenmek, dişi kuş olup yuvayı yapmak, ailenin sürekliliğini sağlamak, çok çocuk doğurup kindar ve itaatkâr nesiller yetiştirmek “zorunda” olan kadın bu görevlerine odaklanmalıdır. Kendini bu “kutsal” görevlerine adamalı, kendi varlığını, isteklerini bastırmalı, derinlere gömmelidir. Toplumsal yaşama karışmak, bir birey olarak çeşitli haklara sahip olmak, dilediği tarzda bir yaşam sürdürmek, dilediği tarzda giyinmek gibi haddini aşan taleplerde bulunmamalıdır. “Dini ve milli hassasiyetleri” alabildiğine kışkırtılmış erkeğin kadının iradesine saygı duymasını, kendini kontrol etmesini beklememelidir. Erkeğin şehvetinden, öfkesinden ve şiddetinden korunmak için kabuğuna çekilmeyi, ölçülü olmayı, göze batmamayı öğrenmelidir. Kendisine dayatılan kalıplara, toplumsal rollere itiraz etme iradesi göstermemelidir. Yani kısacası, faşizmin örtüsüz, maskesiz çıplak zora dayanan yöntemleriyle hizaya gelmelidir, faşizmin payandası olmalıdır.
İşte bu nedenle iktidar, kadın düşmanlığının en gerici halini fütursuzca yücelterek, zehirli propagandalar ve politikalarla toplumun kılcal damarlarına kadar işlemeye çalışıyor. Kendi çıkarları uğruna emekçi sınıflar arasında yapay temellerde bir kutuplaşma yaratarak kadını bu kutuplaşmanın gerilimine teslim ediyor. İşte bu nedenle kâh karma eğitimden vazgeçilmesi, kâh tecavüzcülerin tecavüz ettikleri kadınlarla evlenmesi halinde affedilmesi, kâh müftü nikâhı gündeme geliyor. İşte bu nedenle, Hayrettin Karaman gibiler, kadın mücadelesinin kazanımlarını, burjuva demokrasisinin asgari standartlarını yok sayan, bunların yarattığı otokontrol mekanizmalarını devre dışı bırakan açıklamalarını toplumun üzerine kusabiliyor. İşte bu nedenle olağan zamanlarda “benim yaşantım başka onlarınki başka”, “benim tercihim başka onlarınki başka” diye düşünecek ve yaşantısına devam edecek insanlar kendi gibi olmayana düşmanlaştırılıyor ve bu “düşmanları” yargılayıp cezalandırma hakkını kendinde buluyor. İşte bu nedenle zehirli propagandalardan etkilenen toplumun giderek daha geniş bir kesimi bu “hakka” onay verir hale geliyor. Güçlüyle güçsüz, zalimle mazlum, haklıyla haksız yer değiştiriyor.
Öyle ki meselâ olağan dönemlerde kendi çöplüklerinde öten, kendi inlerine çekilen mafya babaları bugün pek muteber addediliyor. Yardım kampanyalarında, ödül törenlerinde, “darbe şehitleri” anmalarında, mitinglerde başrolü oynuyor. Olağan dönemlerde asla görülemeyecek şekilde kürsülerde arzı endam ediyor ve “devlet düşmanlarına” kan banyosu yaptırmak için Azrail’in hizmetinde olduğunu haykırıyor. İktidarın faziletlerini öve öve bitiremiyor, o iktidarın savunucusu ve koruyucusu olduğunu döne döne vurguluyor. Bu durum son derece olağan sayılıyor. Ama kadınların haklarını korumak için her girişimleri son derece garip karşılanıyor ve her türlü yolla eziliyor. Kadına yönelik dizginsiz şiddet böyle bir atmosferde “olağan” hale geliyor ama şiddete karşı çıkmak en hafifinden cahil cesareti ve şımarıklık olarak gösteriliyor. Bu çarpılma öyle bir hal alıyor ki Suriyeli Emanilerin katledilmesi gibi vahşet örnekleri bile yaşanıyor ve sıradanlaşıyor.
****
Sınıflı toplumların tarihi, kadının ezilmişliğinin de tarihidir aynı zamanda. Erkek egemen zihniyeti yaratıp besleyen, toplumu bu ideoloji ile şekillendiren sınıflı toplumlar ezilen sınıfın kadınlarına büyük acılar verdi. Kadınlar kimi zaman insan yerine konulmadı; kimi zaman cadı, büyücü şeytan olarak görüldü, yakıldı; kimi zaman namus gereği recm edildi, kurşunlandı, öldürüldü. Ve her dönemde aşağı cins olarak görüldü, horlandı, yok sayıldı. Düşünmekten, irade göstermekten, hak istemekten men edildi. Capcanlı hayatın, bilimin, sanatın, siyasetin dışına itildi. Dört duvar arasına kapatıldı, pasifleştirildi, yalnızlaştırıldı, sindirildi, korkutuldu. Tüm bunlara rağmen kadınlar direnmekten, özgür bir yaşam uğruna mücadele etmekten vazgeçmediler. Kapitalizm altında kadınların mücadelesi daha da güçlendi ve yaygınlaştı. Kadınlar pek çok haklar elde ettiler. Hatta bununla da yetinmediler, erkek egemen zihniyeti besleyip yaygınlaştıran kapitalizme karşı örgütlendiler, işçi sınıfının saflarında yer alarak sınıfsal, ulusal, cinsel sömürünün olmadığı topluma gidişin yolunu aydınlattılar. Binlerce yıldır ezilen cins olarak kadın çok yol aldı ve bu yol artık geri dönüşsüzdür.
Oysa bugün iktidardakiler tarihin tekerleğini geri döndürmeye çalışıyor. Kadınların mücadele tarihini hafızalardan silmeye, uğruna mücadele ettikleri kazanımlarını yok etmeye girişiyor. Kadınların mücadeleyle kazandığı hakları sanki hiç var olmamışlar gibi unutturmak istiyor. Kadını iktidarın yanında, otoritenin yeniden ve yeniden tesis edilmesinin hizmetinde görmek istiyor. Tüm toplumu saran gericilik ve çürümeye, toplumun üzerine çöken ağır atmosfere boyun eğmeyen; tepkisini ortaya koyan, muhalefete güç veren kadınları sindirmek istiyor. Bu uğursuz çabanın kadınlara ve topluma pek çok ağır bedel ödeteceği, hasar vereceği ortadadır. Ancak kadınlar yürüdükleri yollardan geri dönmeyecektir, emekçi kadınların ve yoksul kitlelerin sırtına binerek yükselmeye çalışan bu gerici baskı rejimi mutlaka son bulacaktır.
16 Nisan referandumuna gidilen süreçte iktidarın elindeki muazzam propaganda araçları topluma tek adam rejiminin Türkiye’ye ne denli elzem olduğunu anlattı durdu. Fakat örgütsüz de olsalar işçi ve emekçi sınıfların kadınlarının önemli bir kısmı tek adam rejimi ile kurumsallaştırılmak istenen şeyin ne olduğunu hissettiler. “Hayır” oyu kullanacağını açıklayan emekçi kadınlar çok yalın gerekçelerle yola çıktılar. Tek adam rejimini kendi evlerindeki erkek egemenliği ile özdeşleştirdiler. Kadına sınırlar çizen, ona değer vermeyen, onu aşağılayan kocalara sınırsız yetki verilmesine, dayakçı kocalara sınırsız tolerans gösterilmesine benzettiler. Kendi evlerinde söz hakkının sadece erkekte, kocada olmasını istemedikleri için ülkenin yönetimini tek bir insanın ellerine teslim etmeyeceklerini söylediler. Aradan geçen zaman kadınların bu düşüncelerinin ne denli haklı olduğunu ortaya koydu. Kadınların huzursuzluğu ve öfkesi alttan alta birikmeye devam etti. Kadınlar tüm baskılara rağmen meydanlara çıkmaya, biat etmeyeceklerini haykırmaya, kadına yönelik şiddetin hesabını sormaya devam etti. Elbette kadınların bu tutumu dişleriyle tırnaklarıyla kazandıkları haklarını öyle kolayına teslim etmeyeceklerinin göstergesidir ve umut vericidir.
Koyulaştırılmaya çalışılan karanlığa rağmen emekçi sınıfların kadınları mücadeleleriyle umut vermeye devam edecek. Kadınlar seslerinin boğulmasına hiçbir zaman izin vermedi, yine vermeyecek. İnsanlık, derin bunalımlar içindeyken kadınların cesaretle mücadeleye atıldığını ve tarihin akışını değiştiren olayların fitilini ateşlediğini defalarca gördü, yine görecek. Zalimlerin sonu en acımasızca saldırdıkları yerde, işçi sınıfının bağrında yükselen mücadelelerle gelecek!
link: Ezgi Şanlı, İktidarın Kadın Düşmanlığı, 8 Eylül 2017, https://marksist.net/node/5861
Kapitalizmin Hava Koşulları
Kapitalizm Ku Klux Klanlara Ne Zaman İhtiyaç Duyar?