İster olağan olsun isterse olağanüstü, burjuva yönetim biçimleri sadece zor ve baskıya dayanarak ayakta duramazlar. Polis, asker, mahkeme ve hapishane gibi baskı aygıtlarının yanı sıra ideolojik aygıtları da kullanan tüm burjuva rejimlerde, egemen sınıf iktidarını sürdürebilmek için toplumu dört bir yandan denetim ve gözetim altında tutmaya çalışır. Esasen tahkim edilmiş baskı-zor aygıtlarına dayanan otoriter ve totaliter rejimlerde, ideolojik aygıtlar, tam bir kara propaganda makinesine, demagoji ve yalan üretim merkezlerine dönüşürler. Üretilen ideolojik materyalin gerçekçi ve inandırıcı gözükmesi gerekmez; inanan inanır, inanmayan yok edilir! Burjuva demokrasisinin “gönüllü rıza” oluşturmak üzere giriştiği inceltilmiş ideolojik propaganda yöntemleri, yerini, devleti ve militarizmi kutsayan kaba, biatçı, otorite sevici, güce tapınmacı bir söyleme bırakır. Kültür ve sanat alanı da bu doğrultuda cendere altına alınıp boğulur. Görünüşteki “kültürel ve sanatsal faaliyetler”, toplumu itaatkârlaştırmak ve tektipleştirmek için kullanılan kaba araçlardır artık.
Bugün Türkiye’de toplumdaki muhalefeti istedikleri ölçüde bastırıp yok edemeyen iktidar sahipleri endişe içindeler. Tüm ipleri eline geçirmiş olan iktidar sahipleri, bütün olanaklara ve ayrılan onca kaynağa rağmen kültür ve sanat alanında istedikleri niteliğe ve güce ulaşabilmiş durumda değiller. Son zamanlarda, en tepeden başlayarak, iktidar sahipleri ve sözcülerinin sosyal alanlarda, kültür ve sanattaki başarısızlıklarından “şikâyet etmelerinin” altında tam da bu sebep yatmaktadır.
Önce Erdoğan bu konudaki başarısızlıklarına değindi: “Biliyorsunuz siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar olmak ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var… Medyadan sinemaya, bilim, teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve millete yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum. Açıkça söylemek gerekirse bu durumdan da büyük bir üzüntü duyuyorum.”
Her zaman olduğu gibi Erdoğan, bu açıklamasıyla, kendisiyle aynı görüşte olmayanları, kendisini desteklemeyenleri, dış mihrakların uzantısı olarak yaftalıyor. Erdoğan’ı destekliyorsanız “yerli ve millisiniz” ama desteklemiyorsanız “ülkesine ve millete yabancı zihniyetteki kişilerdensiniz”. Erdoğan, istiyor ki her alanda herkes kendisine koşulsuz destek versin. Meselâ medyada hiçbir hükümete nasip olmamış bir güce kavuşmuş olmalarına rağmen, muhalif yayın yapan son derece sınırlı sayıda gazete ve televizyon kanallarına tahammül edemiyor ki medyayı da sıkıntı yaşadıkları alanların arasında sayıyor. Ama kültür ve sanatta iktidarın başarısızlığı çok açık bir biçimde ortadadır. Bu alanda iktidara yaslanarak şan, şöhret, kazanç peşinde koşanların sayısı hiç de az olmasa da, bunların kendi alanlarında ortaya koydukları çalışmaların kalitesi bellidir. Hatta iktidarın sanat anlayışına göre bile bir başarısızlık durumu söz konusudur. Örneğin 15 Temmuz’un yıldönümünde yapılan reklâm filmleri, afişler o kadar kötüydü ki, bu iktidar cenahında bile rahatsızlık yarattı. Hatta bu afişlerde intihal yapıldığı da ortaya çıktı.
Erdoğan’ın beyanı en tepeden kültürel alandaki başarısızlıklarının itirafı olduğu gibi, aynı zamanda kendi kadrolarına bir talimat anlamına geliyordu. Nitekim hemen ardından iktidarın kalemşorları, bu konuda Erdoğan’ın söyledikleri doğrultusunda fikir beyan ettiler. Bunlar, kendileri himmete muhtaç oldukları halde, kültür ve sanat alanında da iktidar olabilmek için yapılması gerekenler hakkında öneriler geliştirdiler. Meselâ Erdoğan Türkiye’sinin “insanlığın karşı karşıya kaldığı felâketten çıkış yolunu” temsil ettiğini iddia eden Yusuf Kaplan Yenişafak’ta şunları yazdı: “Bilkuvve umudun, bilfiil umuda dönüştürülebilmesi için eğitim, fikir, kültür, sanat ve medya hayatımızın yeniden insanlığın önünü açacak Mevlânâ’lar, Yunus’lar, Gazâlî’ler, Sinan’lar, Itrî’ler… yetiştirecek şekilde bizim medeniyet dinamiklerimiz doğrultusunda silbaştan yapılandırılması gerekiyor…”
Sanat, insanlığın gelişiminin, birikiminin, toplumların ve toplumsal çelişkilerin bir dışavurumudur. Her sanatçı ve sanat eseri içinden çıktığı toplumsal koşulların izlerini taşır. Mevlânâlar, Yunus Emreler yaşadıkları yüzyılın ve toplumsal koşulların ürünüydüler. Bir devlet projesi olarak ortaya çıkmadılar. Yaşadıkları dönemin koşullarını hesaba kattığımızda onlar belli açılardan kendi dönemlerinin çok çok üzerine çıkmayı başarabilmiş kişilerdi. Bugünkü iktidar sözcülerinin havsalasının alamayacağı kadar insanlığın pozitif değerlerine sahip çıkıyorlardı. Bugün sözde kendisini insanlığın kurtuluş umudu olarak görenler ise “yerli ve milli” olmak adına insanlığın büyük mücadeleler sonucunda ortaya koyduğu değerlere saldırmaktan, onları aşağılamaktan geri durmuyorlar. “Ne olursan ol gel” sözünün atfedildiği Mevlânâ ile en ufak bir farklı görüşe dahi tahammül edemeyen, muhalifleri gözaltılarla, tutuklamalarla, itibarsızlaştırma operasyonlarıyla sindirmeye çalışan bugünkü iktidarın ne alâkası var? Erdoğan sık sık Yunus Emre’nin “yaradılanı severiz yaradandan ötürü” ve Edebali’ye ait olduğu söylenen “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözlerini tekrar eder. Ama onların kastettiğinin şu ya da bu dine veyahut da şu ya da bu milliyete ait olan değil, en genel anlamda insan olduğu bilinmez mi?! Bu sözler bir yana, çıplak gerçek ne? KHK’larla işten atılan insanlar açlığa mahkûm ediliyor, işe iade talepleri ölümleri pahasına kabul edilmiyor, vb.
Faşist propaganda, demagojilerle kitleleri kandırmayı amaçlar. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında, faşist siyasal oluşumların küçük-burjuvazide milliyetçi, ırkçı bir kitle psikolojisi oluşturmak amacıyla eski tarihsel motifleri kullandıklarının altını çizer ve İtalya’da Roma İmparatorluğu’nun, Almanya’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun, Türkiye’de ise Kızıl Elma efsanelerinin bu amaçla kullanıldığını ekler. Bugün Erdoğan iktidarı ise Osmanlı İmparatorluğu’nu aynı şekilde kendi ideolojisini kitlelere empoze etmek için kullanmaktadır. Elbette Erdoğan’ın bahsettiği Osmanlı’nın gerçeklikle bir alâkası yoktur. Tarih biliminin bu konuda yazdıklarını zerre kadar umursamadan, kendi çıkarlarına ve hedeflerine uygun bir Osmanlı tasvir etmektedir Erdoğan. Ona göre büyük cihan devleti Osmanlı’da ne zulüm yaşanmıştır, ne de tebaaya baskı yapılmıştır. Tersine, Osmanlı üç kıtaya İslamın adaletini götürmüştür! Osmanlı padişahları da hatasız büyük devlet adamlarıdır. Erdoğan kendisini “dünyaya kök söktüren” büyük Osmanlı padişahlarıyla özdeşleştirmektedir. Vatandaşları da kul olarak görmekte ve reaya gibi “padişahım çok yaşa” demesini beklemektedir. Bu algıyı bozacak en ufak bir faaliyete tahammülü yoktur. Bu yüzden Osmanlı’ya dair objektif ve bilimsel değerlendirmelere karşı kendisine hakaret ediliyormuşçasına tavır almaktadır. Hatırlanacağı üzere, daha önce “ben böyle bir Kanuni bilmiyorum” diyerek, Muhteşem Yüzyıl dizisini eleştirmişti. Yandaş kanal ve senaristler bunun üzerine alternatif Osmanlı dizileri hazırlamaya başladılar. Nitekim sonrasında iktidara yakın isimlerin çektiği tarih dizileri tam da Erdoğan’ın istediği gibiydi. Özellikle son yıllarda başta AKP’ye oy vermiş işçiler olmak üzere geniş bir izleyici kitlesine sahip olan Diriliş Ertuğrul dizisi bir yandan iktidarın politikalarına meşruiyet sağlama işlevi görürken, diğer taraftan zihinleri esir almaktadır. Yalan ve çarpıtmalarla tarihte bugün yaşananlara çok benzeyen olayların yaşandığı ve iktidarın politik tutumlarının doğru olduğu algısını yaratmaktadır.
İktidar, Goebels’e rahmet okuturcasına propaganda mekanizmasını aynı yalanı sürekli tekrar etmek üzerine kurmuştur. Yalanlar “yerli ve milli” ambalajı ile kitlelere yutturuluyor; milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı tırmandırılıyor. Kültür ve sanat alanından da bu konudaki tırmanışa dair çok sayıda örnek vermek mümkün. AKP uzun zamandır Osmanlı’ya referanslar yaparak Türk-İslam sentezi bir ideolojinin kitlelerde daha fazla karşılık bulması için yoğun bir çaba içerisinde. Ama özellikle 15 Temmuz bu konuda önemli bir dönemeç noktası olmuştur. 15 Temmuz’u yeni bir devletin kurulmasının miladı olarak gören AKP, bu doğrultuda yeni bir mit oluşturma gayretinde. 15 Temmuz’u efsaneleştirme çabaları eğitimden, kültür ve sanata kadar hayatın her alanında vuku buluyor. Öğrencilere kompozisyonlar, şiirler yazdırılıyor, resimler yaptırılıp anaokulundaki çocuklara 15 Temmuz temalı oyunlar oynattırılıyor. Faşist ideolojiyi daha çocukluk yaşlarından itibaren dimağlara zerk etmek ve bu ideolojinin toplumun daha geniş kesiminde daha etkili bir biçimde sahiplenilmesini sağlayabilmek için eğitim ve kültür-sanat alanı büyük bir önem taşıyor. Eğitimde Türk-İslam ideolojisine yönelik müfredat değişikliği de bu amaçla yapılıyor. Kültür-sanat alanındaki devlet kurumlarına işinin ehli uzmanlar değil, bu ideolojiyi cansiperane savunacak ve buna uygun adımlar atacak memurlar getiriliyor. Örneğin geçen sene 15 Temmuz’dan sonra Devlet Tiyatroları Müdürü “Milli, manevi duyguları pekiştirmek için hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğine katkıda bulunmak amacıyla sadece yerli oyunlarla sahnelerimizi açıyoruz” demiş ve sezon açılışları bu doğrultuda gerçekleştirilmişti.
Faşizme direnen sanat
Faşizm, bir direnç noktası olarak muhalif sanatın kolunu kanadını kırmayı hedefler. Sanatı ve sanatçıyı faşizme destek vermeye, boyun eğmeye, hatta biat etmeye zorlar. Sadece faşist söylemi güçlendirecek eserler sanattır, gerisi yozdur, ucubedir, paçavradır.
Hitler Almanya’sı hem faşizmin kültür ve sanatı nasıl kullandığına, hem de muhalif sanatçıların nasıl sindirildiğine dair çarpıcı örneklerle doludur. Hitler faşizmi Alman ırkının üstünlüğünü ve yenilmezliğini kitlelerin zihnine nakşetmek için grafik, sinema, tiyatro benzeri araçlardan yararlanıyordu. Goebbels’in başında bulunduğu Propaganda Bakanlığı bu araçları kullanarak Nazizmin başarılı bir biçimde yayılması için kurulmuştu. Filmlerde adeta devleştirilen Hitler, eşi benzeri görülmedik insan seli halindeki Nazi mitingleri, Alman askerlerinin Yunan tanrılarını andıran atletik vücutları, devasa heykeller ve anıtlar, milliyetçi duyguları kabartan marşlar otoriteye ve güce tapınmanın sembolleriydi. Sanatın her alanında “Ari” ırkın üstünlüğünü kanıtlayacak öğeler kullanılıyor, böylece rejim kutsanıyordu. Sokaklar afişlerle donatılıyor ve bu afişlerde hem sloganlarla hem de çizimlerle bir Almanın sahip olması gereken özellikler sürekli göze sokuluyordu. “Hitler her yerde sizi gözetliyor” yazılı afişlerle toplumda korkuyla karışık bir tapınma hali yaratılıyordu.
Hitler faşizmi, faşist ideolojiye aykırı düşünceleri ihtiva eden her türlü sanatı “yoz (dejenere) sanat” olarak tarif ediyordu. Her eser Reich Kültür Dairesinin onayından geçmek zorundaydı. Daireye üye olmayanların herhangi bir kültür sanat çalışması yapabilmesi ise mümkün değildi. Hitler faşizminin yoz dediği eserlerin sergilendiği müzeler açılıyor, bu eserlerle dalga geçiliyor, hakaretler ediliyordu. Hitler faşizminin kitapları yaktığı çok iyi bilinir. 1933 yılında Berlin Operası önünde yapılan toplu kitap yakma töreni kitaplara, şiirlere konu olmuştur. Faşizmin ilerleyen yıllarında benzer şekilde resimler, heykeller, tablolar da törenler eşliğinde yakıldı. Meselâ 1939’da Berlin’de binlerce resim, heykel ve çizim ateşe verildi. Bu dönemde Raphael, Ruben, Van Dyck ve Rembrandt gibi ünlü ressamların bazı eserleri yok olmuştur. Faşizmin zulmüne uğrayan sadece kitaplar, resimler veya heykeller değildi. Yahudi, sosyalist sanatçılar, bilim insanları, aydınlar da Hitler faşizminin vahşetine maruz kalıyorlardı. İktidarın emrine girmeyen ve iktidarın istediği kriterlere sahip olmayan sanatçıları sürgün, toplama kampları, gaz odaları bekliyordu.
Bugün Türkiye’de yaşananlar da faşizmin kendi politikalarına karşı duran sanata ve sanatçıya düşmanlığını ortaya koyuyor: “Toplumun gerici gidişata karşı sesini yükselten aydın kesimlerini suçlu ilan ederek yayılan aydın düşmanlığı dalgası da faşist tırmanışın tipik özelliğidir. Bugün Türkiye’de savaşa ve devlet terörüne karşı barış ve demokrasi bayrağını yükselten aydınlara karşı yürütülen cadı avı, 1950’lerde ABD’de yaşanan ve komünistlere, aydınlara, sanatçılara yöneltilen McCarthyci faşist saldırı dönemini hatırlatıyor. Erdoğan, barış için ses vermek üzere «bu suça ortak olmayacağız» başlıklı dilekçeyi imzalayan 1128 akademisyeni, 12 Eylül dönemindeki faşist Evren’i aratmayacak biçimde «aydın müsveddeleri» gibi sözler eşliğinde aşağılıyor. 1128’liklerin suçlanıp yargılanmaları, hatta 12 Eylül faşizminin 1402’likleri gibi meslekten uzaklaştırılmaları için gereken makamlara işaretini veriyor. «Führer» esip savurarak toplumun mücadeleci ve aydın kesimlerini korkutmaya çalışıyor.” (Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye, Ocak 2016, marksist.com)
Yukarıdaki satırların yazılmasından bu yana yaklaşık 2 sene geçti. Bu süre içerisinden faşist tırmanış süreci kurumsallaşma evresine yükseldi. Muhalif aydınlara ve sanatçılara yönelik baskılar da misliyle arttı. İktidarın politikalarına ve ideolojisine aykırı düşünenlere yönelik baskılar vaka-ı adiyeden sayılır oldu. Gelinen noktada, muhalif kimliğiyle tanınan sanatçıların katıldığı festivaller OHAL gerekçesiyle engelleniyor, konserler yasaklanıyor, sanatçılar polisler tarafından darp ediliyor, sergiler “duyarlı vatandaşlar” tarafından basılıyor, dünyaca ünlü yazarlar gözaltına alınıp tutuklanıyor. Munzur Doğa ve Kültür Festivali, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi yılsonu sanat festivali “güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı. Kürt belediyelerine atanan kayyımların ilk işlerinden biri sanat faaliyetlerini yürüten kurumları feshetmek oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde muhalif kimlikleriyle bilinen 6 oyuncu ve yönetmen açığa alındı, 17 oyuncu, bir dramaturg, bir müzisyen ve bir koreografın işine son verildi. Seyr-i Mesel tiyatrosu KHK ile kapatıldı. Aralarında Evrensel Kültür’ün de olduğu kültür-sanat dergileri KHK ile kapatıldı. Grup Yorum üyeleri rutin bir biçimde gözaltına alınıp tutuklanıyor. Sabah gazetesi Mustafa Altıoklar, Şehrazat, Levent Üzümcü ve Mirgün Cabas gibi isimlerin fotoğraflarını “Türkiye düşmanları” diyerek yayımladı. Amerika’da yapılan ve McCarthyci faşist saldırı döneminde solcu aktör ve yönetmenlere yönelik cadı avını anlatan Trumbo filmi Türkiye’de gösterime girmedi. Bunlar iktidarın kültür ve sanattan ne anladığını gösteren birkaç örnek sadece. İfade özgürlüğü kuruluşu Freemuse’un 2016 raporunda Türkiye’de özellikle 15 Temmuz’dan sonra sanata yönelik baskının arttığı ve Türkiye’nin ifade özgürlüğü bakımından en kötü 7. ülke olduğu belirtiliyor.
Ancak en koyu gericilik dönemlerindeki en yoğun baskılar dahi muhalif sanatı, devrimci sanatı tümüyle susturamamıştır. Azınlık da olsalar, sosyalistler, aydınlar, sanatçılar yapılanları onaylamamıştır. Azınlık da olsalar tarafsız olmamışlar, zulme seyirci kalmamışlardır. Gorki’nin dediği gibi “Çünkü insan bir fotoğraf makinesi değildir. Gerçekliği saptamakla yetinmez, ya onaylar ya da değiştirir”. Özellikle faşizm gibi karanlık dönemlerde sanat, bilinç ve örgütlülüğün korunması, toplumsal mücadelenin tarihsel kazanımlarının ve birikimlerinin geleceğe taşınabilmesi bakımından büyük önem taşır. Umudun ve inancın korunması için bazen bir resim, bazen bir mısra, bazen bir tiyatro oyunu sayfalar dolusu bir teorik/politik yazıdan daha etkili olabilir.
İşçi sınıfının komünist ozanı Nâzım Hikmet, Tan gazetesini basan faşist zihniyeti dizeleriyle mahkûm ediyordu:
Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
-çürüyen diş, dökülen et-,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Picasso ise savaş ve faşizm karşıtı mücadelenin simgesi haline gelecek Guernica tablosunu, Avrupa faşizm karanlığında boğulurken çizecekti. Nazi uçakları Franco’ya destek amacıyla faşizme direnen Guernica’yı bombaladılar. Şehir mahvolmuş, binlerce insan ölmüştü. Guernica tablosu faşizmin nasıl bir vahşet yarattığını tüm dünyaya gösteren bir tepkiydi. Picasso hem faşizmin vahşetini ve dehşetini gösteriyordu bu tablosuyla hem de bu vahşi karanlığı aydınlatan bir gaz lambasıyla umudu resmediyordu.
Galip gelen umut oldu. Umudun galip gelmesinde sanatın rolü küçümsenemez. Bugün bile Nâzım’ın dizeleri, Picasso’nun resimleri, Gorki’nin romanları ve daha birçokları insanlığın ileriye doğru yürüyüşünde kapitalizme karşı mücadele edenlere umut veriyor, güç veriyor. Galip gelen yine umut olacak! Faşizm ise insanlık tarihinde kapitalizmin kara bir lekesi olarak yer alacak.
link: Suphi Koray, İktidarın Kültür ve Sanat Anlayışı, 4 Eylül 2017, https://marksist.net/node/5845
Sessiz Bir Devrim Çığlığı: “Ben, Daniel Blake”
Marx’ın Küçük Kızı Eleanor