Sönük geçen 8 Mart
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, dünyada ve Türkiye’de çeşitli gösteri ve etkinliklerle kutlandı. 8 Mart’ta İstanbul’da ortak bir miting düzenlenmedi. Bu sefer ayrılık sadece feministler ile devrimci çevreler arasında değildi. Devrimci çevreler de aynı gün, aynı saatte iki farklı alanda 8 Mart mitingi düzenledi. Bu durumun sebepleri üzerine muhtemelen yine pek çok tartışma yaşanacaktır. Ancak öncelikle şunu belirtmek gerekiyor. Bu yapılan mitinglerin ortak özelliği, işçi sınıfı mücadelesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan 8 Mart’ta işçi sınıfı kitlelerinin katılımının sağlanamamış olmasıdır. Dolayısıyla ortak bir mitingin düzenlenmesi durumunda da bu temel sorun ortadan kalkmayacaktı. Gösterileri düzenleyen örgütlerin hiçbiri, işçi sınıfının gücünü ortaya koyabildiği anlamlı bir katılım sağlayamadı. İşçi sınıfı kitlelerinden yalıtık kalınan bir zeminde devrimci grupların “daha devrimci”, “daha militan” olma vb. iddiaları ve ayrı eylemler örgütleme gerekçeleri, işçi sınıfının mücadelesini ilerletmek açısından hiçbir anlam taşımayacak, tersine temel sorunun yani işçi sınıfından kopukluğun üzerinden atlamanın vesilesi olacaktır.
İstanbul Kadıköy’de 5 Mart Cumartesi günü Haydarpaşa Numune Hastanesinin önünde toplanan, Amargi, Feminist Kadın Çevresi, DEHAP’lı, EMEP’li, SDP’li, ÖDP’li kadınlar, Halkevleri’nden kadınlar, KESK ve DİSK’ten kadınlar, Kadıköy İskele Meydanına yürüdü. Burada bir miting gerçekleştiren iki bine yakın kadın, “8 Mart’ın ücretli izin günü olması”, “eşit işe eşit ücret”, “kadına yönelik şiddetin önlenmesi” taleplerini dile getirdiler. Mitingde “erkekler vuruyor devlet koruyor” gibi sloganlar da atıldı. “Erkekleri burada görmek istemiyoruz” diyen feministler, erkekleri mitinge almadı. Feministlerin burjuva düzenin tüm kötülükleri ile “erkek cinsini” özdeşleyen yaklaşımları bu mitingde de sergilendi.
DEHAP’lı kadınlar mitingde ağırlığı oluşturdu. Kürt kadınlar ulusal ve cinsel ezilmeye karşı tepkilerini ortaya koydular. Barış talebini ve Abdullah Öcalan’ın tecridinin kaldırılması istemlerini dile getirdiler.
6 Mart Pazar günü Kadıköy İskele Meydanında EKB’nin düzenlediği mitinge yaklaşık 500 kişi katıldı. Miting Haydarpaşa Numune Hastanesi önünde toplanılmasıyla başladı. Emekçi Kadınlar Birliği, “8 Mart ücretli izin günü ve resmi tatil ilan edilsin”, Ezilenlerin Sosyalist Platformu “Her yer SEKA, her yer direniş” pankartıyla mitinge katıldı. Tekstil-Sen’li işçiler kendi pankartlarını açtılar. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Marmara Şubeleri folklor ekibiyle katıldı. Mitinge katılanlardan, cinsel, sınıfsal, ulusal sömürüyü, emperyalist savaşı ve bunlara karşı dünya işçilerinin birliğini vurgulayan sloganlar atanlar da vardı.
6 Mart Pazar günü gerçekleşen diğer eylem, BDSP, Haklar ve Özgürlükler Cephesi, Halk Kültür Merkezleri, Partizan, DHP, Alınteri ve çeşitli dergi çevrelerinin oluşturduğu platform tarafından Beyazıt Meydanında düzenlenen mitingdi. Beyazıt’ta yapılacak gösteri için 6 Mart sabahı Saraçhane’de toplanan gruplara polis saldırdı. 63 kişi gözaltına alındı. Biri ağır olmak üzere onlarca insan yaralandı. Sabah toplanılan Saraçhane’de ağırlıklı olarak HÖC kitlesi bulunuyordu. Polisin saldırısının ardından dağılan bazı gruplar belediye önünde 2 polis otosunu taşladı. Daha sonra gruplar Beyazıt’ta otobüs duraklarında toplandı. Toplanan yaklaşık 300 kişi Beyazıt Meydanına, polis ablukasının içerisine “Baskılar bizi yıldıramaz” sloganı ile girdi. “Her gün 8 Mart Her Gün Kavga” ve “8 Mart Kızıldır Kızıl Kalacak” sloganları atıldı. Alanda katılımcıların sayısı 800’e yaklaştı ve 8 Mart ve emekçi kadın mücadelesi üzerine konuşmalar yapıldı. Bu sırada polisin yarattığı gerginlik havası hiç bitmedi ve kitle, azgın köpeklerin sürekli havlatılmasıyla, polisin birlikler halinde devamlı yer değiştirmeleriyle sürekli provoke edildi. Sabah yaşanan polis saldırısının da protesto edildiği basın açıklamasının okunmasının ardından, müzik gruplarının verdiği dinleti ve halaylarla eylem bitirildi. Eylemin bitişi ile polis, dağılmakta olan kitlenin üzerine gaz bombaları, köpekler ve coplarla saldırdı. Beyazıt sahaflar çarşısına kaçan kitleyi buranın dar kapısında sıkıştıran polis, gaz bombalarından etkilenmiş onlarca kişiyi coplayıp, gözaltına aldı. Her polis saldırısında olduğu gibi yere düşen, baygınlık geçiren insanlar kıyasıya coplandı tekmelendi. 50’den fazla insan yaralandı.
Malatya’da da polis 8 Mart gösterisine saldırdı ve 7 kişiyi gözaltına aldı. Ancak İstanbul’daki saldırı kadar gündem olmadı. Beyazıt’taki polis saldırısının ardından gelişen tartışmalar önemli bir siyasi gündem haline geldi. Saldırı görüntülerinin AB Troykasına (AB’nin dönem sözcülerinden oluşan yetkili bir komisyon) ulaşması ile alevlenen tartışmaların üzerinde durmak gerekiyor.
Beyazıt’ta polis saldırısı ve AB sorunu ekseninde burjuvazi içerisinde it dalaşı
Kıyıcı TC burjuvazisinin hüküm sürdüğü bu topraklarda devrimcilere yönelik terörün olağan biçimlerinden birine daha tanık olduk. Son yıllarda AB’ye uyum sağlama gerekçesi ile demokratikleşme, liberalleşme vurgularını öne çıkaran burjuva kesimler tam da AB Troykası ile toplantının arifesinde bu tür “nahoş” görüntülerin sergilenmesinden rahatsızlık duydular. Beyazıt’taki polis saldırısı ve ardından gelişen ve medyaya da yansıyan burjuvazi içerisindeki tartışmalar ve resmi açıklamalar daha ziyade “polisin saldırganlığı”, “polisin haklılığı ya da haksızlığı”, “güç kullanımında polisin kantarın topuzunu kaçırıp kaçırmadığı”, “Türkiye’nin imajı”, “AB Parlamentosunun kınaması” vb. üzerine yoğunlaşmaktadır.
Polisin “eğitimsizliği” üzerine geliştirilen söylemler ironiktir. Burjuva TC’nin binlerce polisi, panzerleri, köpekleri, gaz maskeleri ile, emekçi kitlelere saldırmak üzere her daim “eğitimlidir”. Saldırıyı, denetimsiz kalan birkaç polisin aşırılığına indirgeyen, “münferit olay” iddiaları gülünçtür. Polisin başında Terörle Mücadeleden sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı bulunuyordu. Burjuva medyada devlet ağzıyla konuşan kalemşorların yazdığı ya da resmi ağızlardan dile getirilen ikiyüzlü yalanları ve “zırvalamaları” bir yana bırakalım. Bugüne kadar hep baskıcı, işkenceci devletin ağzıyla konuşanların siyasi meşrepleri herkesin malumudur. Bu kez bir parça farklı olan, gerçekte bu tür konularda tavrı hep aynı olmuş olan Tayyip Erdoğan’ın AB’ci burjuva medya tarafından hedefe konmasıdır.
Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, olaylara ilişkin olarak, Türk polisini kınayan bir tasarıyı kabul etti. Kınama ifadeleri, AP’nin düzenleyeceği Dünya Kadınlar Konferansı çerçevesinde daha önce hazırlanan bir karar tasarısına son anda eklendi. Tasarıda şu ifadeler yer aldı.
“AP, 6 Mart 2005 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen ve Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yapılan gösteride, Türk polisinin ‘aşırı kaba’ tavrını şiddetle kınar. AP, en kısa zamanda Avrupa Birliği Komisyonu’ndan söz konusu olaylarla ilgili daha ayrıntılı bilgi talep eder. AP, Türkiye’de kadın haklarının da içinde bulunduğu son reformlardan duyduğu memnuniyeti dile getirir, ancak buna rağmen, kadınların hedef alındığı töre cinayetleri ve şiddetin devam etmesinden duyduğu endişeyi de hatırlatır.”
Demokratlığı kimselere kaptırmamak için birbirleriyle yarışan burjuvazinin bazı sözcüleri, düne kadar yere göğe sığdıramadıkları Tayyip Erdoğan’ı eleştirmeye başladılar. Sanayici kodamanların örgütü TÜSİAD, yaptığı açıklamalarda açıkça hükümeti suçladı.
TÜSİAD açıklamasında hükümeti, “olayın siyasi sorumluluğunu üstlenmemekle” suçladı. TÜSİAD’a göre, olay sonrasında hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalar, “sorumlulara sahip çıkar mahiyette”ydi.
TÜSİAD’ın bu açıklamalarına Erdoğan’dan tepki geldi. Erdoğan, “TÜSİAD kendi sorumluluk alanı içinde kalırsa isabetli olur. Siyasetçiler, zaten ortaya çıkmak suretiyle yüklendikleri mesuliyetin farkındadır” dedi. Medyayı, Türk polisini AB’ye gammazlamakla suçladı. İspanya dönüşünde, havaalanında, Beyazıt’taki saldırıyı gündeme getiren gazetecilere “medyanın hâlâ bu işi pişirip pişirip önümüze getirmesini anlamak mümkün değildir” dedi.
İkiyüzlü TÜSİAD’ın ve onun sözcülerinin “radikal demokrat” kesilmesinin, demokratik ahkâmlar kesmesinin sebepleri üzerinde durmak gerekiyor. Türkiye’de son yıllarda siyasal krizlerin çoğunun arka planında yer alan ve giderek daha büyük oranda burjuva siyasetinin eksenini oluşturan AB sorununun, burjuva iktidar bloku içerisinde neden çelişki ve çatışmalar ürettiğinin Marksist bir tahlilinden hareket etmeksizin, güncel siyasal olaylara ilişkin tartışmaları doğru bir tarzda algılamamız mümkün değildir.
Tartışmaları doğru anlayabilmemiz için Mehmet Sinan’ın “AB Süreci ve Burjuva İktidar Bloku İçindeki Çatışma” yazısından tam da bu “ siyasal arka planı” açıklayan bölümleri hatırlamalıyız.
“... iktisadi egemenliği elinde tutan burjuvazinin ve burjuva devletin sadık bir hizmetkârı olması gereken (Batı’da olduğu gibi) asker-sivil yönetici bürokrasinin, sanki iktidarın gerçek sahibi ya da devletin gerçek efendisiymiş gibi davranması ve adeta burjuvaziden bağımsız bir sınıfmış gibi tavırlar sergilemesi, kapitalist Avrupa’nın kapısında bekleşen büyük burjuvaziyi artık iyiden iyiye rahatsız ediyor. Burjuva düzenin kendi işlevleri açısından bile rahatsızlık yaratan bu durumun nasıl olup da aşılacağı ve özellikle de TSK’nın iktidar mekanizması ve siyaset üzerindeki ağırlığının ‘makul sınırlar içerisine’ nasıl çekilebileceği sorusu, burjuva kamp içinde ciddi tartışmalara neden oluyor.
“AB ile entegrasyon süreci gündeme geldiğinden bu yana, burjuvazinin etkili ve yetkili kesimleri, genel olarak devlet politikaları ve özel olarak da asker-sivil yüksek bürokrasi üzerinde siyasal hâkimiyetlerini tam olarak tesis etmeye ve böylelikle normal işleyen bir burjuva parlamenter düzeni oturtmaya çalışıyorlar. Aristokratik bürokrasinin 12 Eylül döneminde iyice pekişen rolünün burjuva iktidar mekanizması içinde yarattığı çelişki ve çatışmaların daha fazla büyüyerek, AB’yle ekonomik entegrasyon sürecini engellemesini ve sermayenin hareketine ayak bağı olmasını istemiyorlar. Tarihsel karakteri ve ‘erdemleri’ bizim için bir sır olmayan Türk burjuvazisinin, özellikle bu dönemde ‘anti-militarist’, ‘özgürlükçü’, ‘sivil toplumcu’, ‘demokrasi aşığı’ vb. kesilivermesi bu nedenledir ve hiç de şaşırtıcı değildir.
“Burjuva kamp içinde on yıldan beri yaşanan ve son üç yıldır da iyice su yüzüne çıkan çatışmalı sürece baktığımızda görünen manzara şudur: Burjuvazinin değişimden yana olan, iktisadi ve siyasi liberalleşme isteyen AB’ci kesimleri ile TC’nin geleneksel-otoriter yapısının (ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında aşırı müdahaleci, asimilasyoncu, inkârcı, kendi dışında herkesi düşman görmeye meyyal, şizofrenik ulus-devlet anlayışının) aynen devamında ayak direyen dar kafalı, statükocu kesimleri arasında tam bir it dalaşı yaşanmaktadır. Son on yıldan bu yana, devlet katında patlak veren siyasal krizlerin gerisinde de esasen bu gerçek yatmaktadır. Tüm bu olup bitenler, değişen uluslararası tarihsel konjonktüre de bağlı olarak, burjuva siyasal rejimde yaşanan sancılı değişim sürecinin bir dışa vurumudur aslında...”
TÜSİAD’ın hükümeti kınayan açıklamaları, bu minvalde (yukarıdaki alıntıların ışığında) ele alınmalıdır. Bunun da ötesinde AKP bizzat AB’nin Avrupalı sözcüleri tarafından da “kınandı”. Burjuvazinin muhafazakâr-AB karşıtı ya da AB’ye mesafeli kesimleri devletin baskı aygıtları içerisinde güçlü ve etkin bir konuma sahiptir. AB, TC burjuvazisinden ve AKP’den, TC’yi AB üyeliğine kabul etmesi durumunda kendisine ayak bağı oluşturacağını bildiği devlet içerisinde, özellikle ordu ve polis içerisinde etkinliğe sahip gerici-statükocu güçleri etkisiz kılacak yapısal reformları gerçekleştirmesini beklemektedir. AB yanlısı burjuva cephesi ve bizzat AB, bu değişimleri gerçekleştirmesi doğrultusunda AKP’yi sıkıştırmaya çalışıyor. AKP ise kendisini güçlü kılan mevcut statükoyu altüst etmenin, bünyesinde oluşturduğu burjuva ittifakın giderek dağılmasına yol açacağının, bu sürecin getireceği yıpranmanın ardından işlevini tüketerek bir kenara atılacağının farkındadır. Burjuvazi içi çelişki ve çatışmaların giderek derinleşeceği bu süreçte AKP, attığı ya da at(a)madığı her adımın, kendisine alternatif siyasal oluşumlara, gelişebilecekleri siyasal alan yaratacağını sezmektedir. İşte bu yüzden daha önceki burjuva hükümetler gibi denge politikası izlemeye çalışıyor. Bir yandan AB’ye uyumun ve demokratikleşmenin şampiyonu olduğunu ilan ederken diğer yandan tam da ceberut devlet geleneğine sahip çıkan tutumlar geliştiriyor. Bu arada popülist bir söylem içerisinde kitlelerin geri bilincini okşamaya, kitlelerin desteğini canlı tutmaya çalışıyor. Böylelikle burjuvaziye “yegâne seçenek” olduğu mesajını vermeyi de ihmal etmiyor. Ancak birkaç koltukta birden oturma çabasının beyhudeliği de önceki koalisyon hükümetlerinin deneyimleri ile sabittir.
Sürecin nasıl ilerleyeceğini yaşayarak göreceğiz. Ancak son istifalar, AKP’nin maruz kaldığı sağlı sollu basınçlar, burjuva medyanın hükümete yönelik yaklaşımlarındaki değişimler vb. ipuçları göz önüne alındığında şunu öngörebiliriz: AKP hükümetinin burjuvazi ile “cicim ayları” sona ermektedir.
AB demokrasi mi getirecek?
Büyük toplumsal ve siyasal çatışmalar yaşanmaksızın, AB rüzgârını da arkasına alarak bir dizi tepeden reform yoluyla sınıfsal uzlaşmalar sayesinde ceberut burjuva devletten Avrupai burjuva demokratik devlete yumuşak-aşamalı geçiş yapılabileceğini sananlar, sınıflar mücadelesinin gerçekliğine defalarca toslamaya mahkûmdur. Avrupa’da sınıf mücadelelerinin tarihine şöyle bir göz atıldığında, AB ülkelerindeki burjuva demokrasisinin sınırlarının görece genişliğinin, demokrat ruhlu burjuvaların yüce gönüllüğünün değil, kitlelerin canları kanları pahasına verdikleri mücadelelerin sonucu olduğu görülür. Türkiye’den batıya doğru bakan liberallerin iç geçirdiği bu demokrasilerin sınırlarının görece genişliği asla idealize edilemez. Avrupalı egemen burjuvaların, kapitalist düzeni tehdit edecek gelişmeler karşısında kendi vatandaşlarına karşı TC burjuvazisinden daha az cani olmayacağı açıktır. Çünkü bu sınırlar son tahlilde sınıflar arası geçici uzlaşmayı sürdürebilmenin iktisadi-siyasi-konjonktürel olanaklarına bağlıdır ve kapitalizmde bu olanaklar pamuk ipliğine bağlıdır.
Burjuva düzenin emekçi kitlelere ve devrimcilere yönelik baskıcı saldırgan özünün AB süreci ile ortadan kalkmayacağını her fırsatta teşhir etmeliyiz. Bu düzende özgürlüğün kırıntısını bile elde etmek için büyük bedeller ödemek gerektiğini asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Burjuvazinin saldırılarını birkaç yüz kişinin kahramanlığıyla değil ancak işçi kitlelerinin aktif militan eylemliliğini örgütleyerek püskürtebiliriz. İşçi kitlelerinin mücadeleye katılımını sağlayabilmek için disiplinli ve sabırlı bir örgütsel çabayı ortaya koymalıyız. Marksistler açısından 8 Mart, 1 Mayıs vb. vesilesi ile gündeme gelen eylemler ve etkinlikler bu amaca hizmet edebildiği oranda daha da anlam kazanmaktadır.
Mücadeleye TC’den icazet alarak girilmez. Egemenlerden ve onların temsilcilerinden ya da Avrupalı kapitalistlerden işçi sınıfı mücadelesi karşısında ılımlı, demokrat, hoş görülü vb. olmalarını beklemek devrimcilerin işi olamaz. Varsın burjuvazi, köpekleri, copları ve gaz bombaları ile saldırsın. Günü gelecek milyonlar, işçilere, devrimcilere ve ezilen Kürt halkına karşı işlenen tüm suçların hesabını soracaktır. İşte o günlere varabilmek için örgütlü mücadeleyi yükseltelim!
Cinsel, ulusal, sınıfsal baskıya son!
AB’nin ve TÜSİAD’ın demokrasi vaatleri değil işçilerin örgütlü mücadelesi!
Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!
link: Kemal Erdem, 8 Mart'ın Ardından, 14 Mart 2005, https://marksist.net/node/558
Eyleminden Etkinliklerine 8 Mart
İşyeri Deneyimlerim