Prusyalı General Clausewitz, savaşın politikanın başka araçlarla (yani şiddet araçlarıyla) sürdürülmesi olduğunu söylemişti. Savaşın politikanın dışında veya ötesinde bir anlamı yoktur. Savaşan taraflar kendi politik amaçlarını kabul ettirmek üzere şiddete başvururlar. Bu arada birbirleriyle doğrudan ya da dolaylı bir iletişim sürdürürler. Politik çekişme açık bir savaş haline dönüştüğünde bile gizli diplomasi veya dolaylı iletişim kanalları açık tutulur.
Topyekûn savaş, tarafların tüm güç ve olanaklarını son kertesine kadar seferber ettikleri bir çarpışmadır. Ekonomik kaynaklar, politik kurumlar, “insan kaynağı”, kısaca her şey savaşın ihtiyaçlarına göre örgütlenir. Topyekûn savaş, tarafları ağır yıkıma, büyük kayıplara sürükleyen sonuçlar doğurur. Kitle imha silahlarının seferber edildiği, karşı tarafı yıldırmak üzere ekonomik altyapının yıkımından sivillerin toplu katliamına, kentlerin bombalanmasından sanayi tesislerinin hedef alınmasına kadar tüm kozların acımasızca ileri sürüldüğü bir savaş düzeyidir topyekûn savaş. Taraflar, topyekûn savaşın yaratacağı sonuçları hesap eder ve çatışmanın düzeyini topyekûn savaş durumuna kolay kolay yükseltmezler.
Taraflar savaşırken karşılıklılık ilkesi gözetirler. Ellerindeki kozları, yapabilecekleri hamleleri, düşmana verebilecekleri zararları birbirlerine gösterir ama hamleyi yapmaz ya da belirli bir düzeyde sınırlandırırlar. Stratejik hedefler saptayan taraflar, operasyonel üstünlük, alan hâkimiyeti, politik meşruiyet, moral üstünlük gibi pek çok parametreyi gözeterek eylem biçimleri geliştirirler.
Düşük yoğunluklu bir çatışma içerisinde girişilen eylemler genelde misilleme, karşı tarafa mesaj verme, elindeki olanakları göstererek tehdit etme, rakibin etkinlik alanını sınırlandırma, karşı tarafı girişmekte olduğu bir hamleden caydırma gibi amaçlar taşır.
Savaş taraflar arasında iletişimi sona erdirmez. İletişimin araç ve yöntemleri değişikliğe uğrar. Gizli diplomasi, liderlerin kamuoyuna verdiği bazı mesajlar, devletin ajan gazetecilerinin köşe yazılarında dile getirdikleri sözler, tarafların resmi açıklamaları ve yayınları üzerinden verdiği mesajlar, karşılıklı eylemlerin biçim ve içeriği hep iletişimin (hatta bazen pazarlığın) dolaylı araçları olarak kullanılır.
Hiçbir savaşın sonsuza kadar sürmeyeceği açıktır. Savaş taraflardan birinin toptan yok oluşu ya da kesin bir mağlubiyeti ile sonuçlanmıyorsa nihayetinde taraflar arasında varılacak bir uzlaşma ile sona erecektir. Taraflar birbirlerine ellerindeki güç ve olanakları sergiledikten, birbirlerine verebilecekleri zararları ispat ettikten sonra güçlerinin ağırlığıyla masaya oturacak ve uzlaşmak üzere müzakere edeceklerdir.
Kürt ulusal hareketi ile TC arasında 1984’ten bu yana devam eden politik-askeri savaş boyunca taraflar birbirlerine karşı binbir çeşit hamle geliştirdiler. Ancak taraflardan herhangi biri kesin bir askeri zafer kazanamadı. Fakat şunu da kesin olarak belirtmek gerekiyor: Savaşın başından bu yana Kürt ulusal hareketinin Kürt kitleleri nezdinde desteği sürekli bir artış gösterdi. TC ise psikolojik savaşın bütün olanaklarını kullanmasına karşın, Fırat’ın batısında Kürt olmayan kitleler nezdinde giderek daha fazla sorgulanır hale geldi.
TC ideolojik mevzilerinden sürekli geriledi. “Kürt sorunu yoktur”, “bir avuç terörist”, “köklerini kazıyoruz” türü söylemlerin gerçek olmadığını, TC’nin yıllarca kendi halkına yalan söylediğini hemen herkes biliyor. Milliyetçilikle gözleri kör edilmemiş kesimler dünya üzerinde çok kimlikli, çok uluslu devlet modellerinin var olduğunu, TC’nin ulus devlet modelinin “Allah’ın emri” olmadığını, Kürt Ulusal Hareketinin 1993’ten bu yana adil ve demokratik bir barış istediğini, bu haksız savaşın TC’nin ısrarı yüzünden devam ettiğini açıkça görüyor. Kürtlerin ulusal demokratik talepleri giderek daha yaygın bir kabullenmeyle karşılanıyor.
Müzakere sürecine nasıl gelindi?
TC ile PKK’nin dönem dönem gayri resmi görüşmeler yaptığı biliniyordu. Bunun aksini düşünmek hiç de akılcı değil. Ramazan öncesinde yükselen çatışma süreci, TC’nin Heronlarına ve ABD’nin uydu desteğine karşın PKK’nin savaşma kapasitesini sürdürdüğünü bir kez daha ispat etti. Öte yandan İnegöl ve Dörtyol’daki faşist provokasyonlar, çatışmaların devam ettiği koşullarda TC’nin siyasal istikrarının Kürt sorununun çözümüne bağlı olduğunu da ortaya koydu. İşte bu koşullarda PKK 20 Eylüle kadar devam edecek geçici ateşkes ilan etti. 20 Eylüle kadar devlet uzlaşma yönünde adım atmazsa devlete rağmen demokratik özerkliği kuracağını da duyurdu. 2011 seçimleri öncesinde savaşın şiddetlenmesi, statükocu cephenin kitle provokasyonlarıyla istikrarsızlığı derinleştirmesi AKP’nin hiç de istemediği bir durumdu. Ateşkesi sürdürecek ve tansiyonu düşürecek adımların atılması zorunluluk haline geldi.
Murat Karayılan devletle PKK arasında görüşmelerin olduğunu açıklayınca bir anda ortalık karıştı. Seçim kampanyasını bölünme sendromu üzerine kurgulayan MHP, referandum öncesinde eline fırsat geçirmenin hevesiyle AKP’yi köşeye sıkıştırmaya çalıştı. Erdoğan iddia sahiplerini şerefsizlikle suçlayarak yanıt verdi. PKK ile görüşme suçlaması referandumda MHP’nin beklediği etkiyi yaratmadı. AKP de Kürt Ulusal Hareketi de 12 Eylül referandumundan güven tazeleyerek çıktı. Referandumdan %58 oranında “Evet” çıkması hükümete derin bir nefes aldırdı. Öte yandan Kürt Ulusal Hareketi’nin boykot çağrısı Kürt illerinde yankısını buldu. Kürtler, kendilerini hesaba katmayan bir anayasa değişikliğini reddedeceklerini boykot tavrıyla bir kez daha ortaya koydular.
“PKK ile görüşme” tartışmaları referandum sonrasında da devam etti. Görüşmelerin AKP ile PKK arasında değil “devlet” ile PKK arasında olduğu açıklandı. Bunun anlamı görüşmelerin genelkurmayın bilgisi ve onayı dâhilinde sürdürülüyor olduğu idi. Cumhurbaşkanı da “bazı kilitleri açmak için” bu tür görüşmelerin olabileceğini açıkladı. PKK ile MİT’in görüştüğü resmen açıklandı. MİT demek “devlet” demek idi. CHP de görüşmeleri olağan karşıladığını açıkladı. MHP ise halen seçim yenilgisinin şokunu yaşıyor. En güçlü olduğu illerde bile bir taban kayması yaşadığı referandumda belli olan MHP, müzakere sürecine karşı güçlü bir muhalefet geliştirebilecek durumda değil.
MİT PKK ile görüşürken, AKP de BDP ile randevu aldı. İşte tam bu görüşmenin öncesinde Hakkari’de 9 köylü hunharca katledildi. Bu provokasyon eylemi derhal PKK’nin üzerine yıkılmaya çalışıldı. AKP, BDP ile görüşmeyi iptal etti. Provokasyonun müzakere sürecini baltalamayı amaçladığı kısa sürede anlaşıldı. BDP-AKP görüşmesi birkaç günlük gecikmeyle gerçekleştirildi.
Son haftalarda muazzam yoğunlukta bir görüşme trafiği yaşanıyor. TC, Kürt sorunuyla ilgili gördüğü tüm taraflarla kapalı kapılar ardında görüşmeler yürütüyor. PKK’nin Kandil’deki ve Avrupa’daki temsilcilikleriyle haberleşiliyor; İmralı’da Öcalan ile yürütülen görüşmelerin ilk turu tamamlandı. BDP ile iletişimi AKP yürütüyor. Ayrıca ABD’den İran’dan, Suriye’den, Irak’tan ve Barzani’den sürece destek vermesi isteniyor.
Kürt sorununda çözüm yakın mı?
Devlet Kürt Ulusal Hareketi ile çok yönlü temas ve pazarlıkları ilk kez bu kadar açıkça yürütüyor. Kürt Ulusal Hareketini yok sayarak Kürt sorununu çözme girişimleri geride kalmış görünüyor. Bu geçmişe göre elbette ileri bir durumdur. Ancak görüşmelerin başlaması çözümün yakın olduğu anlamına gelmiyor. Geçmişte de “açılım” girişimlerinin henüz başlangıç aşamasında sekteye uğradığı unutulmamalı. Sürecin çelişkilerle yüklü olduğunu göz ardı ederek erkenden iyimserliğe kapılmamak gerekiyor.
Öcalan, geçen yıl Kürt sorununun çözümü için yol haritası hazırlamış ve devlete vermişti. Bu plana göre ilk aşamada devlet Kürtlerin tüm demokratik haklarını güvence altına alacak, bunun karşılığında PKK de bölücü olmadığını devlete ispat edecek. Şiddeti yöntem olarak esas almadığını ilan edecek, çatışmasızlık ortamı oluşturulacak. İkinci aşamada devlet, Kürtlerin kendi kendini yönetmesine imkân tanıyacak, gerilla güçleri sınır dışına çekilecek. Üçüncü aşamada ise devlet verdiği güvenceyi hukuki mevzuata yansıtacak. Devlet bunu yaptığı oranda da geri dönüşler olacak.
TC’nin ise daha farklı planları var. Devlet PKK’yi köşeye sıkıştırmanın, silahsızlandırmanın ve nihayetinde tasfiye etmenin koşullarını yaratma hayalinden vazgeçemiyor. Yoksul kitlelerin ulusal isyanına dayanan bir hareketi tümüyle yasallaştırmayı bir türlü içine sindiremiyor. TC egemenlerinin Kürt sorununa yaklaşımı elbette homojen değildir. Statükocu cephe Kürt ulusal hareketine karşı savaşın sürdürülmesinden nemalanıyor. Statükocu güçlerin sahip oldukları avantaj ve ayrıcalıklar, savaş koşulları sayesinde yıllardır kendini yeniden üretebilme olanağı buluyor. Statükocu cephenin gerilediği ve kendi içerisinde çözüldüğü bir gerçek. Ancak egemen sınıf içi mücadele nihai bir sonuca varmış değil.
AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimleri statükocu güçlere karşı kendi çıkarları gereği demokrasiye sarılsa da hiçbir zaman tutarlı bir demokrat çizgiye sahip olmadı; Kürt sorununda geleneksel devlet politikasını cepheden karşısına almadı. Bunca yaşanan acıdan sonra, üstelik Kürt halkının politik temsilcileriyle devlet arasında görüşmelerin devam ettiği bir süreçte Erdoğan, “kimse bizden anadilde eğitim beklemesin, Türkiye’nin resmi dili Türkçedir” teranelerini dillendirmeyi sürdürüyor.
İşçi sınıfının kahredici örgütsüzlük koşulları devam ediyor. Düzenin pompaladığı şovenizm zehri kitlelerin beynini uyuşturuyor. Fırat’ın batısındaki kitleler kardeş Kürt halkının demokratik taleplerini sahiplenen anlamlı bir politik tavır geliştiremiyor. Bu yüzden devlet “anadilde eğitim” gibi basit bir talebi bile karşılamamakta ısrar edebiliyor.
Müzakere sürecinin kısa bir zaman dilimi içerisinde Kürt sorununun çözümünü sağlayacağını düşünmek boş bir hayal olacaktır. Liberal çevrelerin estirmeye çalıştığı iyimserlik havasına aldanmamak gerekiyor. Diğer yandan devam eden görüşmelerin tamamen anlamsız olduğu sonucuna da varılmamalı. Daha önce de belirttiğimiz gibi devlet ile Kürt halkının temsilcileri arasında başlayan görüşmelerin devam etmesi, geçmişe göre daha olumlu bir durumdur. Silahlı çatışmaların durulduğu bir ortam ve müzakere sürecinin ilerlemesi, Kürtlerin taleplerine yönelik milliyetçi-şoven önyargıların geriletilmesi için daha elverişli bir ortam yaratacaktır. Henüz başlangıç aşamasındayken durdurulan “Kürt açılımı” bile kısa süre içerisinde kitleler nezdinde Kürt sorununu tabu olmaktan çıkartma yönünde bir etki sağlamıştı.
Haksız savaşlara karşı çıkmak ve ezilen halkları sahiplenmek işçi sınıfı mücadelesinin vazgeçilmez görevleri arasındadır. Sınıf bilinçli işçiler görüşmelerin sürdürülmesini ve Kürtlerin taleplerinin kabul edilmesini savunur ve devletin Kürtlere karşı sürdürdüğü savaşın haksızlığını teşhir ederler.
link: Kemal Erdem, Kürt Hareketiyle TC Arasındaki Görüşmeler Üzerine, 5 Ekim 2010, https://marksist.net/node/2500
“Kâğıt Parçaları” ve Savaş Suçları
Zorunlu Bir Resmi Dil Gerekli midir?