Bir 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü yıldönümünü daha geride bıraktık. Gerek işçi sınıfı cephesinde gerekse de burjuvazi cephesinde bu yılın 8 Mart’ında yaşananlar aslında hiç de yabancısı olmadığımız şeylerdi. özellikle sınıf mücadelesinin dibe vurduğu, devrimci dalganın esamisinin okunmadığı dönemlerde yaşananlar üç aşağı beş yukarı aynı şeyler oluyor.
Bu yılki 8 Mart eylemleri de ister istemez 2004 yılının 1 Mayısını hatırlattı. Geçen sene, zaten güçsüz olan devrimci hareket bölünmüş, sözde “reformist 1 Mayıs” ve “devrimci 1 Mayıs” olmak üzere iki farklı alanda kutlanmıştı 1 Mayıs. Bu bölünmenin sonuçta kime hizmet ettiği herkesin malûmudur herhalde. Bu seneki 8 Mart’ta da üç ayrı eylem gerçekleşti. İlki 5 Mart Cumartesi günü feministlerin ve onların kuyruğuna takılan reformist partilerin organize ettiği ve sadece kadınların katıldığı Kadıköy eylemi, ikincisi 6 Mart günü yaklaşık 800 kişinin katılımıyla gerçekleşen ve polis tarafından dağıtılan Beyazıt eylemi, üçüncüsü de EKB’nin organize ettiği ve birkaç devrimci grubun ve dergi çevresinin de içinde yer aldığı yaklaşık 500 kişinin katılımıyla gerçekleşen Kadıköy eylemiydi. Gerek grupsal kaygıların ön plana çıkmasının gerekse de kadın sorununa bakıştaki çarpıklığın somutlandığı bu eylemler aslında mücadelenin dibe vurmuşluğunun ve solun parçalanmışlığının bir tablosunu veriyordu bize. Halbuki böyle zamanlar, yani proletarya cephesinin zayıf olduğu dönemler, dayanışmanın ve güçleri birleştirme ihtiyacının en yakıcı şekilde hissedildiği dönemlerdir. Bu bölünmüşlüğe rağmen gerçekleşen eylemlerin ortak yanı, sendikaların katılımının olmayışı ve (birkaç vurgu dışında) özü itibariyle kadın sorununun sınıf sorunundan bağımsız ele alınmasıydı.
“Dünya Kadınlar Günü” (!) dolayısıyla özellikle başını feministlerin çektiği pek çok etkinlik de gerçekleştiriliyor bugünlerde. Kadın sorunu sınıf sorunundan kopartılarak sınıfına bakılmaksızın bütün kadınların ortak sorunları olduğundan dem vuruluyor. Kadınların özgürleşmesi gerektiğinden söz ediliyor ama özgürleşmeden kastedilen de Taksim’de, Beyoğlu’nda rahatça gezmek, küçük-burjuva özentileri tatmin edebilmek oluyor meselâ. Bu konuya dair Zeynep Güneş’in “8 Mart ve Feminizm” yazısı fazla söze yer bırakmıyor. Yazının bir yerinde şöyle diyor Zeynep Güneş: “Ait olunan sınıflar arasındaki fark ne denli büyükse, bu sınıflara mensup olan kadınların yaşadıkları sorunlar arasındaki uçurumlar da o denli derinleşmektedir. İşçi sınıfının kadınları en kötü koşullarda ve en düşük ücretlerle ağır bir sömürüye tâbi tutulurken, her türlü eşitsizliğe maruz bırakılırken, işin yanı sıra bir de evin yükünü sırtlanırken, burjuva kadınlar bütün bunlardan uzakta, işçilerin el koyulan artı-değerini kocalarıyla paylaşmakla meşguldürler. Kapitalist toplumun gerçekliği böyleyken, kadınların ‘kadın olmaktan’ gelen ortak sorunlarını bulmak da olanaksızlaşmaktadır. Açıktır ki, ‘özgür kız’ların sorunlarıyla emekçi kadınların sorunlarının hiçbir ortak noktası bulunmamaktadır.”
Kadınların kurtuluşu işçi sınıfının kurtuluşundan bağımsız düşünülemez. Bu, kadınların mücadelelerini sosyalizme havale edecekleri, bu sistemde hiç mücadele etmeyecekleri anlamına gelmiyor asla. Ama bu mücadeleyi verirken de erkek ve kadın işçilerin birlikte hareket etmesi gerekiyor.
Kadın sorununun her yıl içinin boşaltılması bir yana, bu yılki 8 Mart’a damgasını vuran bir başka olay da polisin Beyazıt’taki eyleme saldırmasıyla başlayan AB tartışmaları oldu. (Sivas katliamında iktidarda olan!) CHP’nin Deniz Baykal’ının başını çektiği muhalefet ve liberal aydınlarımız, AB yolunda ilerleyen Türkiye’ye böyle bir şeyi (hele hele söz konusu olan kadınlara kaba kuvvet kullanmak olunca) yakıştıramadılar! TC polisinin bir de AB tarafından kınanması bardağı taşıran son damla oldu.
TC başbakanının ve “bir kısım medya”nın bütün bu eleştirilere verdiği yanıt ise görmek isteyen gözlere çok şey ifade ediyor aslında. Bir taraftan saldırıya uğrayanların masum kadınlar değil terör örgütlerinin militanları olduğunu ve polisin provokasyona geldiğini söyleyerek saldırıyı haklı çıkarmaya çalışıyor, diğer taraftan da o çok konuşan AB ülkelerinin de hiç de sütten çıkmış ak kaşık olmadığını, belgeleriyle ispat etmeye çalışıyorlar. Radikal gazetesinin köşe yazarı Gündüz Aktan 10 Mart tarihli köşe yazısında şöyle diyor mesela: “AB Troykası'nın bu olayı mal bulmuş Mağribi gibi kullanmasını anlamak ise çok daha kolay. Bugüne kadar ucuz ders verecek hangi fırsatı kaçırdılar ki bunu kaçırsınlar? Sn. çiçek'in dediği gibi küreselleşme karşıtlarının gösterilerinin, örneğin İtalya ve İsviçre'de, nasıl aşırı şiddet kullanılarak bastırıldığı henüz unutulmadı. Yanılmıyorsam İtalya'da bir gösterici dövülerek öldürülmüştü. Ayrıca polisin kadın-erkek ayrımıyla pek ilgilenmediği de görülmüştü. Cenevre'deki BM insan hakları sistemi çalışmaları, gelişmiş Batı ülkelerinde, bu arada özellikle Amerika'da, polis şiddeti olaylarının aslında az gelişmişlerden çok daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.”
Evet, söz konusu olan kapitalizm olunca taraflar dünyanın her yerinde aynı. Bir tarafta işçi sınıfı, diğer taraftaysa ikiyüzlü burjuvazi. Dünyanın her yerinde burjuvazinin egemenliği devam ettiği sürece demokrasinin ne mene bir demokrasi olduğu, burjuvazinin istediğinde yasaları nasıl da rafa kaldırdığı sınıf bilinçli işçiler açısından nettir.
Burjuvazi işçi sınıfının mücadelesini bastırırken gerçekten de kadın-erkek ayrımı yapmıyor. Onun copu cinsiyetten ziyade sınıfa duyarlı. O halde işçi sınıfının kurtuluşu kadın işçilerin mücadelesinden, aynı şekilde kadınların kurtuluşu da işçi sınıfının mücadelesinden bağımsız düşünülemez.
Kadın, erkek el ele, mücadeleye!
Kadınlar mücadeleye katılmadan işçi sınıfı kazanamaz!
link: İstanbul'dan bir okur, Eyleminden Etkinliklerine 8 Mart, 13 Mart 2005, https://marksist.net/node/248
16 Mart Beyazıt Katliamı
8 Mart'ın Ardından