Uzun süredir çeşitli yazılarımızda, kapitalist sistemin tarihsel krizine bağlı olarak dünya genelinde gözlemlenen son derece önemli bir olguya, burjuva düzendeki otoriterleşme eğilimine dikkat çekiyoruz. Ancak bu eğilimin somut tezahürleri kuşkusuz ki her ülkede farklı düzeylerde seyrediyor. Örneğin ABD’de yaşanan otoriterleşme, pek de beklenmediği halde Trump’ın başkan seçilmesinde ve başkanlık koltuğuna oturur oturmaz hiç zaman yitirmeden faşizan, ırkçı uygulamalara girişmesinde somutlanıyor. Türkiye’de yaşanan otoriterleşme süreci ise, 7 Haziran 2015 genel seçiminin AKP aleyhine yarattığı siyasal sonuca karşı düzenlenen 1 Kasım 2015 erken seçimi ve toplumu derinden sarsan çeşitli saldırılar gibi uğraklardan geçti. Giderek faşist bir tırmanışa dönüşen bu süreç, nihayetinde 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün ardından ilan edilen OHAL dönemecine vardı. Bu dönemeçle birlikte de, Türkiye’de siyasal rejimin niteliği fiilen Bonapartizmden faşizme evrildi. Daha sonra ise tek adam rejiminin anayasal güvence altına alınmasını amaçlayan yeni Anayasa taslağı gündeme oturdu. Taslağın Ocak ayı içinde Mecliste oylanmasıyla, Türkiye artık faşist rejimin kurumsallaşması tehlikesiyle yüz yüzedir; hem de son derece yakıcı biçimde. Derin altüstlüklerin yaşanmasıyla ilerleyen bu süreç, otoriter ve totaliter rejimler arasındaki farkın bir kez daha hatırlanmasını zorunlu kılıyor.
Otoriter rejimden totaliter rejime
Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurulan faşist rejimin çağrıştırdığı çeşitli sorunların irdelenmesi için kaleme alınan “Bonapartizmden Faşizme” kitabı (Elif Çağlı, Ekim 2004, Tarih Bilinci Yay.) hatırlanacaktır. O çalışmada, burjuva düzenin (burjuva diktatörlüğün) parlamenter rejimden farklı olağanüstü biçimlerine, bu bağlamda Bonapartizmin ve faşizmin özelliklerine ve aralarındaki farklılıklara ayrıntılarıyla değinilmişti. Genelde Bonapartizm otoriter bir yönetim oluşturup, kendisine sınıflar ve klikler arası bir denge rejimi görüntüsü vermekteydi. Faşizm ise, burjuva düzenin parlamenter demokratik işleyişini tamamen ortadan kaldıran totaliter bir yönetim, sermayenin çıplak baskıcı diktatörlüğüydü.
Genel hatlarıyla vurgulayacak olursak, totaliter rejim nitelemesi en katı ve monolitik diktatörlükler için kullanılırken, otoriter rejimin aynı derecede monolitik ve katı olmadığı kabul edilmektedir. Otoriter rejimleri totaliter rejimlerden ayıran bir diğer özellik, iktidardaki kişi ya da grupların siyasal gücünün diğerine oranla bir ölçüde denetlenebilmesidir. Otoriter rejimler de kuşkusuz kitleler üzerinde baskı kurma, onları çeşitli manipülasyonlarla sisteme bağlama ve bir lider kültü yaratma gibi yöntemlerle demokratik işleyişleri sınırlandırırlar. Ancak totaliter diktatörlük, parlamenter rejimin direği kabul edilen kuvvetler ayrılığı ilkesini ezip geçen, parlamentoyu ve siyasal partileri fesheden ya da fiilen işlemez kılan ve her türlü siyasal erk kaynağını, yasamasından yargısına yürütme tekelinin sultası altına sokan bir siyasal rejimdir.
Otoriter ve totaliter rejimler burjuva düzenin olağanüstü biçimlenmelerini teşkil ettiklerinden, kuşkusuz pek çok noktada benzeşmektedirler. Zaten totalitarizm otoriterizmi içeren, ancak toplumda onu aşan bir biçimde kuşku, korku yaratan ve baskıları açıkça alabildiğine yoğunlaştıran bir niteliğe sahiptir. Totaliter diktatörlük kanun hükmünde kararnamelere dayanan işleyişlerle burjuva parlamentarizmini sona erdirir, burjuva demokratik hakları, hukuku yok eder. Totaliter bir rejimin meşruiyetini seçimlere ya da yasalara dayandırmak gibi bir mecburiyeti yoktur. Fakat Hitler örneğinde olduğu üzere, faşizmin iktidara tırmanırken seçimle işbaşına gelmesi ve o noktadan sonra parlamenter örtüsünü üzerinden atarak çıplak haliyle iktidara yerleşmeye, kurumsallaşmaya çalışması pekâlâ mümkündür. Ayrıca fiilen iktidar koltuğuna kurulan faşist rejimlerin, halka “kabul ettirdikleri” Anayasalarla iktidarlarını kurumsallaştırıp taçlandırdıkları da çeşitli tarihsel örneklerle sabittir. Totalitarizmi somutlayan faşist rejimler, genelde devrimci yükselişi ve işçi hareketini acımasızca ezmeye yönelik saldırılarıyla tarihe geçmişlerdir. Bu gerçeklik Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle tepeden inen faşist rejimin niteliği ve uygulamalarıyla da dört dörtlük kanıtlanmıştır. Ne var ki tarih hep aynı biçimde tekerrür etmiyor.
Değişen yönü hatırlayalım. Türkiye’de 1980 askeri-faşist diktatörlüğünün saldırılarıyla devrimci kabarış ve işçi hareketi ezilmiş ve alabildiğine geri çekilmişti. Böyle bir nesnelliğin ortasında, bu kez Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi yükselişe geçmiş ve haliyle de öne çıkmıştı. Uzun yıllar boyunca TC’nin Kürt halkının en haklı demokratik taleplerine bile tahammülsüz imhacı tutumunu sürdürmesi, nihayetinde Kürt sorununu burjuva düzen için artık bir biçimde çözülmesi gereken bir kriz kaynağına dönüştürmüştü. Haksız savaş politikalarıyla daha fazla yol alınamayacağı gerçeğinin burjuva kesimlerde de yaygınlaşan biçimde kabul görmeye başlamasıyla, Erdoğan liderliğindeki AKP tarafından bir “çözüm süreci” gündeme getirilmişti. Fakat 2011 dönemecinden itibaren ve de 2013 sonrasında hızlanan bir biçimde Türkiye siyasi arenasında işler terse dönmeye başlayacaktı.
Kapitalizmin dünyada yaygınlaşan kriz dalgalarının yarattığı gerilim, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşım savaşından pay kapmaya yönelik emperyal hevesler, ülke içinde ve bölgede dengelerin zamanla kendi aleyhlerine dönebileceği korkusu vb. pek çok faktörün bir bileşkesi olarak, Erdoğan iktidarı doğrultusunu otoriterleşme yönüne çevirdi. Son dönemde ise, Kürt sorununda “çözüm” vaadinden “imha” politikasına evriltilen ve de bölgeyi cayır cayır yakan bir emperyalist yeniden paylaşım savaşının ortasında adım adım ilerletilen bir sivil faşistleşme süreci yaşandı. Sürecin yakıcı nesnel özellikleri ile siyasal iktidarın başının öznel başkanlık tutkusu birleşti ve o nedenle gelişmeler asla durduğu yerde durmadı. Art arda yaşanan olaylar neticesinde sıra nihayetinde yeni Anayasa taslağının Meclisten apar topar geçirilmesine geldi. Olağanüstü koşullar ve olağanüstü uygulamalar altında bu eşik de aşılınca, bu kez başkanlık sistemi son derece eşitsiz koşullarda gerçekleştirilecek bir referandumla topluma dayatılmak isteniyor. Nisan ayı içinde yapılacağı söylenen referandum, iç ve dış tüm demokratik güçleri derin endişelere gark ederek totalitarizmin kurumsallaşması tehlikesini yakıcı biçimde gündeme getirmiş bulunuyor.
Totaliter diktatörlük: Faşizm
İster askeri bir darbe neticesinde tepeden gelen askeri faşizm olsun, ister yarattığı kitle desteğine dayanarak aşağıdan iktidara tırmanan sivil faşizm olsun, faşizm iktidara geldiğinde baştan aşağı yeni devlet aygıtları yaratmaz. Faşizm burjuva devletin ordu ve polis gücü gibi baskı aygıtlarını, toplumsal muhalefeti, işçi hareketini ve devrimci mücadeleyi ezecek biçimde yeniden örgütler, tahkim eder. Faşist iktidarların kurulduğu olağanüstü dönemlere bakıldığında, ekonomik yaşamın kırılgan durumu nedeniyle burjuvazinin egemen sınıf içindeki gerilimlere ve bu durumun yarattığı siyasal krizlere tahammülünün kalmadığı görülecektir. Bu gibi konjonktürlerde, burjuva mahiyetteki bir muhalefet hareketi bile düzenin işleyişinde bazı gedikler açıp işçi ve emekçi kitlelerin muhalefetinin buralardan sızması riskini fazlasıyla yaratacaktır. O nedenle, burjuvazi, dönemin sivrilen faşist siyasetçilerine başlangıçta ne denli burun kıvırmış olursa olsun, giderek alternatifsizlik hissi ağır basacak ve ekonomik çıkarlarını korumak için siyasi hesaplarını feda edip totalitarizme göz kırpacaktır. Faşizm tam anlamıyla totaliter bir iktidar yapılanması oluşturur ve faşist iktidar başka hiçbir odağa siyasal yetki göçertmemek üzere devlet organlarını yekpare bir blok şeklinde örgütler.
Siyasal yetkeyi tek elde merkezileştiren totaliter rejimler bu nedenle “tek adam diktatörlüğü” biçimine bürünmekte ve genelde bu özelliği yansıtan türde bir başkanlık sisteminde somutlanmaktadırlar. Bunun en önde gelen örnekleri İtalyan ve Alman faşizmidir. Zaten totalitarizm kavramı Latince “totus” (tüm, bütün) kökünden gelmektedir ve bu kavram İtalyan faşizminin lideri Mussolini tarafından kullanılarak siyasal literatüre girmiştir. Mussolini, tüm siyasal ve toplumsal yaşamın yönetiminin kendi iktidarı altında toplanması ve bunun dışında hiçbir şey olmaması anlamına gelmek üzere faşist yönetimini “totalitario” kavramıyla tanımlamıştır.
Yaşanan çeşitli tarihsel örneklerden hareketle totalitarizmin bazı çarpıcı özellikleri sıralanabilir. Toplumu şanlı bir geçmiş hikâyesi ve parlak bir gelecek vaadi temelinde kandırıp kutuplaştıran faşist bir ideolojinin yaratılması ve kitlelere enjekte edilmesi faşizmin birincil özelliğidir. Totaliter rejimler tek lider ve tek parti sultası yaratarak siyasi gücü tek liderin elinde yoğunlaştırırlar. Bu durumun kaçınılmaz uzantısı olarak, liderin iktidarı temelinde bir medya ve silahlı güç tekeli kurulur. Totaliter propagandalar eşliğinde toplum terörize edilir, fiziksel ve psikolojik baskı ve tehditlerle pasifleştirilip sindirilir. Ekonominin merkezî yönetimi tamamen liderin bürokratik kumandası altına sokulur. Totaliter rejimde lider (Duçe, Führer, Başkan, Reis vb.), kendini her şeyi bilen ve her şeyi yapmaya hakkı olan tanrısal bir güç katına yükselterek topluma empoze eder.
Totaliter rejimlerde, toplumsal yaşamın yeniden biçimlendirilmesinden hukukun toplumun düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü yok edecek şekilde elden geçirilmesine dek, her alan liderin emri altına sokulur. Kuşkusuz bu tür bir işleyiş, liderin etrafında kümelenen ve onun attığı her bir adım için birbirleriyle övgü yarıştıran ve böylece bir anlamda da lideri “yoktan var eden” bir yandaşlar topluluğu olmaksızın sürdürülemez. Düzenin çarkları bir kez bu temelde döndürülmeye başlandığında, ruhunu, beynini ve kalemini şeytana satarak liderin yakınına sokulmak üzere diğerlerini çiğnemeye çalışanlar hep olacaktır. Simbiyoz yaşam (iki canlının ortaklaşa yaşamı) örneğindeki gibi, lider ve çevresindeki modern soytarılar takımı, totaliter rejimin çarkları durana dek birbirlerini karşılıklı var etmeye yazgılıdırlar. Bu işleyişin doğal bir kuralı olarak lider eleştirilemez, onun yönetimine karşı çıkılamaz. Yalnızca totaliter rejimi gönülden onaylayıp liderin gönlünü okşayanlar yönetim kademelerinde yer alabilirler.
Burjuva diktatörlüğün en uç örneğini teşkil eden totaliter diktatörlük (faşizm) savaş ve kriz gibi olağanüstü koşulların ürünü olduğundan, yasama, yürütme ve yargı arasındaki olağan işleyişe son verir. Parlamenter rejimin kuvvetler ayrılığıyla anlatılan burjuva demokratik dengesi mutlak anlamda son bulur. Seçim ve Meclis gibi olgular, liderin elinde merkezileşen siyasal erkin birer vitrin süsü kılınırlar. Yasama ve yargı dahil tüm güçler, yürütmenin mutlak başı olan liderin elinde toplanır. Devlet gücü bu temelde alabildiğine merkezileştirilir. Rejimin niteliği gereği, lider, devletin silahlı güçlerinin de mutlak başkanı pozisyonundadır. Fiili savaş durumunun yoğunluğuna da bağlı olarak, rejim alabildiğine militarize edilir. Kitleler ulusal birlik, bölünme tehlikesi, uluslararası terör tehdidi ve benzeri motifler eşliğinde “iç ve dış düşmanlar”a karşı savaşmaya hazır hale getirilmeye çalışılır.
Tepeden askeri darbeyle “aniden” iktidara gelen askeri-faşist bir diktatörlük, daha ilk gününden itibaren toplumun neredeyse bütününe yöneltilen tank ve tüfeklerin gölgesinde hüküm sürmektedir. Fakat askeri faşizm de silahların yanı sıra kendisini dayandıracağı bir resmi ideolojiye ihtiyaç duyar. Türkiye’de 12 Eylül askeri faşizmi bu nedenle “Atatürkçülük” ideolojisine sarılmıştır. Ne var ki, sivil faşizm kendine özgü faşist bir ideoloji yaratarak toplumu bu temelde kutuplaştırıp iktidara tırmandığından, ideolojik motiflere askeri faşizmden çok daha fazlasıyla ihtiyaç duyar. Faşist ideoloji zamana ve zemine göre çeşitli kılıklara bürünse de, hemen her ülkede faşist ideolojinin en gözde araçları milliyetçilik ve din olmuştur. Şovenist kampanyalar ve kitlelerin dinî duygularının istismarı neticesinde toplumun bir bölümünü diğerine karşı düşmanlaştırmak, “ötekileştirme” politikasıyla emekçi kitleleri bölmek faşist rejimlerin ortak özelliğidir. O nedenle belirtmek gerekir ki, faşizmin din unsurunu kullanması asla yalnızca Türkiye’ye özgü değildir ve bu dinin Hristiyan dini veya İslam dini olması da aslında sanıldığının aksine faşist rejimin niteliğini belirlemekte ayırt edici bir unsur değildir.
Unutulmasın ki, Avrupa’da yaşanan İtalya, Almanya veya İspanya örneklerinde de faşist rejimin ideolojisi yoğun biçimde Hristiyan dinine dayanan motiflerle bezelidir. Örnekse, İspanya’da Franko’nun faşist diktatörlüğü Katolikliğin en yobaz yönlerini öne çıkartan ve bunu milliyetçilikle harmanlayarak topluma dayatan bir ideolojiyle hüküm sürmüştür. Türkiye’de de bugün milliyetçi ve dini motifler faşist ideolojinin çimentosunu oluşturuyor. Kitlelerin dini duyguları istismar edilerek “dindar” nesiller yaratma kılıfı altında toplumun bir bölümü diğer bölümüne karşı kindarlaştırılıyor, böylece aslında kindar nesiller yetiştirilmek isteniyor. Bu gerçeklik Avrupa’daki tarihsel örneklerle birlikte değerlendirildiğinde, “Hristiyancı faşizm” diye özel bir faşizm çeşidi tanımlanamayacağı gibi, Türkiye’deki durumu da “İslamcı faşizm” diye ayrı bir tür olarak kavramaya çalışmanın yanıltıcı olacağı görülecektir.
Faşist rejimlerin aralarındaki farklılıklara karşın özde taşıdıkları benzerlikler sanıldığından da fazladır ve gerçekten de tarihe bu gözle bakmak gerekli ve önemlidir. Sonuç olarak, ister Avrupa’da ister Asya’da, ister Hristiyan ister Müslüman bir ülkede işbaşına gelsin, faşizm özünde burjuvazinin derin kriz ve savaş koşullarında ihtiyaç duyduğu çıplak diktatörlük biçimidir. Faşizm, burjuvazinin olağan siyasi düzenini feda etmeyi göze alarak işbaşına getirdiği (ya da buna göz yumduğu) olağanüstü, totaliter, mutlakiyetçi bir siyasal rejimdir. Faşizm, tüm gücün tek elde bütünselleştirilmesi, mutlaklaştırılması, monolitik bir iktidarın kurulması demektir.
Bu denli yoğunlaştırılmış bir iktidar gücüyle donanan faşist liderler, giderek toplumun bütününe nüfuz ettikleri ve siyasal-toplumsal gerçekliğin bütününe vakıf oldukları zehabına kendilerini kaptırıp megalomanlaşırlar. Faşist lider kendini bu psikolojiyle “göğe” yükseltirken, “aşağıyı” da bulunduğu ülkeye ve anın somut ihtiyaçlarına adapte edilmiş faşist propagandalar temelinde alıklaştırır. Kendi rejiminin alâmet-i farikasını yerleştirmek üzere, “biz” ve “ötekiler” ayrımını alabildiğine derinleştirir. “Bizden olmayan berhava olur” deyişi bu durumun çarpıcı bir örneğini sunar ve “öteki” diyelim Almanya’da Yahudi iken, Türkiye’de Kürt olur, Alevi olur vb. Totaliter diktatörlük, kendi “biz”ine ait bir düşünce biçimini ve yaşam tarzını topluma dikte etmeye çabalar. Faşist rejim, gücü ve süresiyle orantılı olarak, insanların yıllardır içselleştirdikleri kendi doğal yapılarını, yerleşik değer yargılarını sarsan ve bu temelde toplumun dokusunu bozan bir terminatör gibidir.
Totaliter rejimlerin bu denli kötücül hedeflerine, kitlelere pozitif yöntemlerle yaklaşarak ulaşması asla mümkün değildir ve o nedenle de açık biçimde yoğunlaşan sistematik baskı ve şiddet politikası bu rejimlerin ortak özelliğidir. Zaten bu özellik, olağanüstü burjuva rejimin otoriterleşme diye tanımlayabileceğimiz bir düzeyin açıkça ötesine geçerek artık fiilen totaliter bir rejime dönüştüğünü de ele verecektir. Bu bağlamda ayırt edici bir diğer husus da hatırlanabilir. Otoriter rejimlerden farklı olarak, totaliter rejimler, yaratılan faşist ideoloji temelinde lidere yaşamı pahasına bağlanan kitleler ve buna dayanan vurucu güçler yaratır. Yine otoriter rejimlerden farklı olarak, totaliter rejimlerde lider, kendisini devletin ve hatta içinden çıktığı iktidar partisinin üzerinde bir tepe konumuna yerleştirir. Türkiye’de son dönemde yaşanan ve otoriter Bonapartizmden totaliter faşizme evrilen süreç bu dediklerimizi çarpıcı biçimde somutlayan bir nitelik taşıyor.
Mücadeleyi ilerletmek için: HAYIR!
Hüküm sürdüğü müddetçe yıkılmaz sanılan olağanüstü diktatörlük (faşizm), aslında diyalektiğin kuralı gereği kendi zayıflığını da olağanüstü ölçekte içinde taşır. Faşist rejimler, toplumun olağan yaşamının akışı içinde kitlelerin gönüllü desteğini kazanarak ortaya çıkmazlar; toplumu aldatarak hastalıklı bir kitle desteği yaratırlar ve bu sayede ve süreyle var olurlar. Neticede, adeta geçici bir kâbus gibi toplumun üzerine çöken bir gerçekliktir totaliter diktatörlük. Toplumun bir bölümünü kutuplaştırma politikasıyla diğer bölümüne düşman ederken, bu temelde peşine taktığı sıradan insanları da diktatörlüğün varlığı süresince kendileri olmaktan çıkartıp zalimleştirir. Fakat nihayetinde toplum psikolojisinde gerçekleşen bu tür hezeyanların sürgit devam edebilmesi mümkün değildir. Her zaman söylendiği gibi, zulümle abad olanın sonunun berbat olacağı aşikârdır. Kapitalizmin tarihinde totaliter diktatörlüğün en önde gelen örnekleri olarak hatırlanan İtalyan ve Alman faşizminin yaşam süresinin kısalığı ve yıkılışlarında liderlerinin uğradığı akıbet hatırlanabilir. Türkiye’nin tarihsel arka planı nedeniyle “gelip gitmelerine” neredeyse doğal bir olay gözüyle bakılan askeri diktatörlüklerin farklılığı hariç tutulacak olursa, sivil faşist diktatörlükler için “olağanüstü yöntemle gelenin olağanüstü yöntemle gideceğini” söylemek hiç de yanlış olmaz.
Uzak veya yakın çeşitli tarihsel örneklerin gözler önüne serdiği dersler bu yazdıklarımızı en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak derecede doğruluyor. Ne var ki bugün Türkiye’nin somut yaşamına egemen olan koşullar, kitleleri bu tarihsel gerçekleri tahayyül edemeyecek bir psikolojiye sürükledi. İşçi-emekçi kitlelerin toplumda yaratılan kutuplaşma neticesinde olağanüstü rejimin destekçisi pozisyonuna sürüklenen yarısı, büyüyecek Türkiye’den kendilerine düşecek payın hayaliyle oyalanmakla meşgul. Toplumun rejimi desteklemeyen diğer yarısı ise, örgütsüzlük nedeniyle savuşturulamayan peşpeşe saldırıların sersemletici etkisi altında pasifize olmuş durumda. Türkiye, muhalif gazetecilerin, HDP’li siyasetçilerin, sosyalistlerin, devrimci mücadele için sesini yükselten gençlerin hapislerde çürütülmeye başlandığı, toplumda yeniden 7 Haziran 2015 seçimleri öncesindekine benzer bir muhalif siyasi uyanışın gerçekleşmemesi için fiziksel ve psikolojik baskıların arttırıldığı, yasaların yerini KHK’lerin aldığı OHAL koşullarında bir referanduma gidiyor.
Türkiye’de siyasi yaşama ilişkin bir referandum süreci ilk kez yaşanıyor değil. 12 Eylül faşizmi döneminde askeri cuntanın düzenlediği Anayasa referandumu hatırlansın. 1982 Anayasası, burjuva düzeni bir kişi diktatörlüğü temelinde değil ama burjuvazinin uzun dönemli çıkarları temelinde askeri vesayet altında tahkim etmeyi amaçlıyordu. Askeri rejimin egemenliğini orduya dayandırması ve toplumu uzun süre yoran bir iç savaş sürecinin ardından istikrar yarattığı izlenimini vermesi, bir de faşist rejimin hayır oyu için yarattığı tehdit ve korkularla birleşince sonuç %91 oranında “evet” çıkmıştı. Diğer bir referandum örneği, aradan zaman geçince melaneti toplumun geniş kesimlerince kabul edilmeye başlanan 1982 faşist Anayasasının değiştirilmesine yönelik 12 Eylül 2010 referandumuydu ve sonuç %57 “evet” oldu. Ancak o dönemde siyasi dengeler bugünkünden çok farklıydı; demokratik dönüşüm beklentileri, Kürt sorununda demokratik çözüm istemi geniş biçimde toplumun gündemine girmişti. 12 Eylül Anayasasının ve askeri vesayet sisteminin tasfiyesi ve darbeci generallerin suçlu koltuğuna oturtulması o dönemin referandum sürecine damgasını basan faktörlerdi.
O günden bugüne aradan çok uzun yıllar geçmedi, ne var ki o dönemin koşullarını olumsuz doğrultuda değiştirecek şekilde köprülerin altından nice sular aktı. Yaşanan onca olay bir yana, en sonunda Erdoğan iktidarının “15 Temmuz darbe teşebbüsü” dönemecini kendi planları doğrultusunda değerlendirip üstünlüğü mutlak anlamda ele geçirmesiyle birlikte, siyasi rejimde adeta bir “sivil darbe” dönemine girildi. İşte önümüzdeki Nisan ayında yapılacağı söylenen referanduma da bu yeni dönemi somutlayan OHAL koşullarında gidiliyor. Referanduma sunulacak Anayasa değişikliğine “evet” demeye hazırlanan kesimler de, “hayır” demeye niyetlenenler de aslında bu değişikliğin neler getirip neler götüreceği konusunda ayrıntılı bir bilgi sahibi değiller.
Referanduma sunulacak yeni anayasa paketinin özelliğini özetle vurgulayalım. Anayasa değişikliğinin kabulü halinde, OHAL döneminde fiilen altı oyulan kuvvetler ayrılığı tamamen son bulacak. Devlet Başkanı iktidar partisinin de başkanı olacak ve böylece tüm siyasal iktidar tek elde toplanacak. Yüksek kamu bürokrasisinin atanması, yargının kontrolü vb. her yetki Başkana aktarılacak. Birleştirilmiş bir yasama, yürütme ve yargı gücü üzerinde başkanın tekeli kurulacak ve böylece yürütme de, yasama da, yargı da yalnızca Başkandan sorulacak. Başbakanı olmayan, sözde bakanların yalnızca Başkana karşı sorumlu olacağı ve Başkanın da Meclis tarafından denetlenemeyeceği bir totaliter rejim kurumlaştırılacak.
Başkan, mahalle muhtarlarının yönetilmesinden gündelik yaşama, eğitimden kültüre vb. her alana müdahale hakkına sahip olduğunu gösterecek tarzda ülkeyi yönetecek. Kapitalizmin tarihsel krizinin dünya ölçeğinde derinleştiği ve bu durumdan Türkiye’nin de fazlasıyla nasibini alacağı bir dönemde, Başkan, gündelik döviz paritesinden asgari ücretin belirlenmesine, kompleks iktisadi konulara dek her konuda “üst akıl” olarak ekonomiyi yönetecek. Totaliter rejimin uygulamaları genel demokratik hakları, dernekleri, siyasal örgütleri Başkanın emirleri doğrultusunda tırpanlayan biçimde ilerleyecek. Totaliter rejim kurumlaştığında, bugünkü fiili durumdan da anlaşılacağı üzere, grev ve direnişlerin yasaklanmasından işçilerin en küçük sendikal haklarına, işçi sendikalarının tam kontrol altına alınmasına dek tüm çalışma yaşamı büyük sermayenin arzuları doğrultusunda Başkanın emirleri gereğince düzenlenecek. Büyük sermaye ekonomik krizin ağır yükünü işçilerin sırtına yüklemek için yardım eli beklerken, kıdem tazminatı gibi kazanımların kırpılmasından çeşitli sosyal hakların gaspına dek, Başkan diğer siyasal parti ve sendikaların muhalefetinden temizlenmiş bir rejim temelinde imdada koşacak.
Türkiye işte böyle bir totaliter rejimi kurumlaştıracak bir referandum sürecine doğru ilerliyor. Ve ne yazık ki bu gelişmeler, düzen dışı muhalefetin ve genelde devrimci güçlerin yıllar süren olumsuzluklar nedeniyle henüz güçlenemediği bir nesnel ortamda gerçekleşiyor. Düzen içi muhalefet de (CHP) referandum sürecine, uyguladığı taktiklerin bedeli olarak siyaseten yıpranmış bir pozisyonda giriyor. CHP liderliğinin 15 Temmuz sonrasındaki tutumu, örneğin Yenikapı mitingine katılarak rejimin planlarına destek olma taktiği unutulamaz. Aynı liderliğin şimdi yürüteceğini söylediği “referandumda Hayır” kampanyası acaba toplumun faşist gidişat karşısındaki aymazlığını, bezginliğini ya da umutsuzluğunu ne derece tersine çevirebilecek? CHP dışında kendi tarzıyla “Hayır” kampanyası yürüteceğini belirten HDP, baskıcı rejimin referandum öncesinden başlayarak fazlasıyla örneklediği baskı ve eşitsizlik koşullarında acaba topluma sesini ne ölçüde duyurabilecek?
Bu sorular dizisini alabildiğine uzatmak mümkündür. Ne var ki bizim görevimiz topluma şu an egemen olan olumsuz siyasi koşulların çetelesini tutmak değildir. Mevcut durum ne denli can sıkıcı olursa olsun, sınıf devrimcileri açısından temel sorun, bugünden yarına uzanan mücadele hattını örebilmektir. Faşizme ve totaliter kurumlaşma tehlikesine karşı mücadele bu genel görevin bir parçasıdır. Bugün Türkiye’nin somut koşullarında, referanduma, “biz burjuvazinin diktatörlük biçimleri arasında bir seçim yapmak zorunda değiliz” benzeri mülâhazalarla boykotçu bir mantıkla yaklaşmak, burada uzun sözü gerektirmeyecek denli, ta Lenin dönemi Komintern kararlarından beri çürütülmüş bir “çocukluk hastalığı”dır; böyle bir tutum, kitleleri faşizme karşı somut mücadeleden uzak tutmak anlamına gelecektir.
Devrimci güçler ve sınıf devrimcilerinin referandum sürecinde kitleleri uyaracak doğru bir yaklaşım tarzı sergileyebilmeleri önemlidir. Bu yaklaşım, OHAL koşullarında referandumdan nasılsa istenen sonucun elde edilemeyeceği gibi sakat bir muhakeme çerçevesine oturtulamaz. Bu bir parlamento seçimi değildir ve sorun da şu ya da bu düzen partisinin kazanıp kaybetmesi sorunu değildir. Başkanlık rejimine karşı çıkacak kesimler açısından referandumun son derece eşitsiz koşullarda gerçekleşeceği bellidir ve o nedenle de “hayır” oyu için elde edilecek sonuçlar asla yalnızca yüzde açısından değerlendirilemez. Unutulmasın ki, tüm baskı ve zorluklara rağmen, faşizmin kurumsallaşmasına karşı yükseltilecek protestoda bir “hayır” oyu dahi anlamlıdır. Ayrıca da, tek adam rejimine karşı kitleler nezdinde oluşan hoşnutsuzluk duyguları “hayır” oylarını yükseltme potansiyeli taşımaktadır.
Toplumu bu referandum aşamasında “hayır” için mobilize edecek güçler çeşitlilik arz ediyor ve bu da iyi bir şey. Devrimci çevrelerin, sınıf devrimcilerinin de kendi etkileme kapasiteleri oranında emekçi kitlelerde faşizme karşı bir “hayır” bilinci ve uyanışı yaratabilmeleri son derece gerekli ve kıymetli. Açık ki, bu referandumda “hayır” oylarının yükseltilmesi, kitlelerin yalanlara aldanışlardan, pasif ve bezgin ruh halinden ve bir şey yapılamaz psikolojisinden çıkartılabilmesi bakımından önem taşıyor. Referandumda “hayır” oylarının yükseltilmesi, kitlelere, isterlerse en temel demokratik haklarını kazanabilecekleri ve genişletebilecekleri, emperyalist paylaşım savaşlarına dur diyebilecekleri, Kürt ulusunun hakları için demokratik taleplerini yükseltebilecekleri bir mücadeleye muktedir olduklarını göstermek bakımından önem taşıyor. İşçi-emekçi kitlelerin kendilerine yalanla-dolanla ya da baskılarla dayatılana karşı mücadele azmini ve cesaretini yükseltmek için referandumda HAYIR! Totaliter diktatörlüğe, faşizme karşı mücadeleyi ilerletmek için referandumda HAYIR!
link: Elif Çağlı, Totaliter Diktatörlüğe HAYIR!, 2 Şubat 2017, https://marksist.net/node/5477
Trump’la İcraatın İçinden
Çürüyen Kapitalizm ve Parlayacak Yıldızlar