Türkiye’deki faşist tırmanış süreci çeşitli boyutlarıyla devam ediyor. Bu sürecin temel ayaklarından birini de hiç kuşkusuz devletin fiziki zor aygıtlarını daha da tahkim etmek oluşturuyor. Tarihteki örneklerden de iyi bilindiği gibi hiçbir faşist tırmanış süreci sadece genelde özgürlüklerin kısıtlanması yönünde yasal düzenlemelerin artması ve ideolojik karabasan atmosferinin hakim kılınmasından ibaret olmamıştır. Devletin doğrudan ya da dolaylı yoldan uyguladığı şiddet daima bu süreçlerin asli ve belirleyici bileşeni olmuştur. Faşist tırmanışı yürüten güçler bu nedenle devletin fiziki zor aygıtını alabildiğine tahkim etmeye çalışırlar. Ordusundan polisine, istihbaratından sivil faşist çetelerine, paramiliter örgütlenmelerine kadar tüm şiddet aygıtının donanımı, hareket alanı, işlerliği ve etkinliği azami düzeye yükseltilir. Bugün olan da budur.
Halkın genelde devlete özel olarak da onun zor aygıtlarına teveccühünü ateşlemek için de doğan her fırsat alabildiğine kullanılıyor. Geçtiğimiz ay, tüm kitle iletişim araçlarıyla toplumun gözünün içine sokulan “Polis Haftası” da bunun bir uygulama alanı oldu. Törenler, etkinlikler, yarışmalar, tanıtım videoları, sokak pankartları, kamu spotları, politikacı söylevleri ve daha pek çok yolla insanların gündemine sokuldu “Polis Haftası”. Polis teşkilatının kuruluş yıldönümü, bir kez daha, devleti ve uyguladığı şiddeti kitlelerin gözünde meşrulaştırmanın aracı haline getirildi. Tüm kentlerde gerçekleştirilen, tüm haftaya yayılan ve çeşitli düzeylerde devlet ricalinin katılım gösterdiği 171. yıl kutlamaları, Kürt halkına yönelik kirli savaşta verilen kayıplar nedeniyle geçmiş yıllara göre daha “sade” törenlerle geçirildi. Ancak yine aynı nedenle önceki yıllardan farklı olarak Türk polis teşkilatının “şefkatli yüzünden” ziyade devletin çelik bileği olduğu gerçeği öne çıkarıldı. Türkiye’nin ne kadar güçlü bir polis teşkilatına, ne kadar fedakâr ve adanmış polislere sahip olduğu; polisin, “ülkenin birlik ve beraberliğine kastetmiş teröristlerle”, huzurunu bozan “suçlularla” nasıl kararlılıkla ve amansızca mücadele ettiği anlatıldı durdu. “Devletin çelik bileğinin” sınırsız gücünü halkın huzuru ve güvenliği için kullandığı öne sürüldü.
Bu “çelik bilek”, adına uygun bir biçimde giderek daha fazla yetkiyle, daha fazla silahla donatılmakta, güçlendirilmektedir. Türkiye’de her kademede polis sayısı giderek arttırılıyor. Hastanelerde, okullarda, kamu hizmetlerinde yeterli personel istihdam etmekten kaçınan devlet, sıra polis teşkilatına gelince tam tersini yapıyor. Atanmayan öğretmenler, iş bulamamış üniversite mezunları, okuyup işsiz kalma korkusu yaşayan liseliler, filmlerle, dizilerle polisliğin kutsal, karizmatik ve maceralı bir meslek olduğuna inandırılmış gençler polis olmaya yönlendiriliyor. Polisler için hizmet binaları, sosyal tesisler, eğitim merkezleri açılıyor. Özlük haklarında iyileştirmelere gidiliyor. En yeni ve en etkili teknoloji ile donatılıyor. Sokak eylemlerinde, çatışmalarda, gözaltılarda kitleleri terörize etmek, sindirmek, işkenceye tâbi tutabilmek için geniş bir silah envanteri sağlanıyor. Birkaç dakika içinde kalabalık kitle eylemlerini dağıtabilecek araçlar devreye sokuluyor. Yasal değişikliklerle polisin yetkileri sürekli olarak genişletiliyor. Her olağanüstü durumda yayınlanan genelgelerle polise geniş yetkilerini ferah ferah kullanması gerektiği hatırlatılıyor. Pek çok durumda polis, gizli devlet yapılanmaları ve paramiliter güçlerle işbirliği halinde çalışıyor. Tüm bu olanaklara rağmen yetkisini aştığında, “orantısız güç” kullandığında, hatta cinayet işlediğinde, dokunulmazlık, yargılanamazlık ve cezasızlık zırhıyla kuşatılıyor.
Tüm bunların anlamı polis devletinin iyice kurumsallaşması, açık baskının, anti-demokratik uygulamaların, fişlemelerin, şiddetin hayatımızın somut bir gerçeği haline gelmesidir. Durum bu iken polisin halkın güvenliği ve huzuru için çalıştığı propaganda ediliyor. Hatta Davutoğlu, “Emniyet teşkilatı milletin bağrından çıkmış sımsıcak bir teşkilattır. Polis korkulacak değil, sığınılacak bir kucaktır” diyor. Bu propaganda polisten sadece suçluların, düzen düşmanlarının ve teröristlerin korkması gerektiğini, polisin toplumun geri kalanını bu düşmanlardan koruduğunu zihinlere yerleştirmeye çalışıyor. Oysa bu “sımsıcak teşkilat”, “sığınılacak kucak”, milyonlarca insanın, sermaye sahibi bir avuç insan tarafından ezilmesini bâki kılmak için kullanılan bir baskı aygıtından başka bir şey değildir. Polis, devletin, düzenin kanun önünde suçlu ilan ettiklerinin çok ötesinde, tüm ezilenlerin tepesine inen çelik bilektir. İşçi sınıfının, emekçi kitlelerin köleliğin, açlık ve yoksulluğun boyunduruğundan kurtulmak için her harekete geçişi kolluk güçleri tarafından bastırılır ve ezilir. Polisin zalim egemenler tarafından bu denli övülmesinin, bir kutsallık halesine büründürülmesinin, güçlendirilmesinin tek nedeni budur. Polis olmasa kamu düzeninin bozulacağı tam bir palavradır. Polisle korunmaya ihtiyacı olan düzen, işçi ve emekçi yığınlara kan kusturan kapitalist sömürü düzenidir.
Elbette kapitalizmin krizinin iyice derinleştiği, toplumsal çürümenin ürkütücü biçimde belirginleştiği günümüzde suç oranları da aynı ölçüde artıyor. Bu durum, örgütsüz kitlelerin polisin düzeni korumak, suçu engellemek, toplumu suçludan korumak için var olduğu yanılsamasına güçlü bir temel oluşturuyor. Kitleler bu nedenle polisi kuşatıldığı kutsallık halesinin içinde görüyor ve devlet otoritesinin temsilcisi olarak polise saygı, korku ve itaat bileşimi duygularla yaklaşıyor. Ancak bu güçlü yanılsama, suçu ve suçluyu üretenin kapitalizm olduğu ve polisin kapitalizmin bekçisi olduğu gerçeğini zerre kadar değiştirmiyor. Polis sayısının arttırılması, toplumsal yaşamın her alanında polisin denetimi ve baskısı ile karşılaşılması ne kadına yönelik şiddeti, ne hırsızlığı, ne uyuşturucu ve silah kaçakçılığını, ne insan ticaretini, ne çocuk istismarını, ne cinayetleri engelliyor. Devletin kolluk gücü polisin suçu engelleyip toplumsal huzuru sağlamadığı, ama devletin çelik bileği olarak kapitalizme ve kurulu düzene tehdit teşkil eden herkesi ve her şeyi ezme görevini layıkıyla yerine getirdiği ortadadır.
Kapitalizmin derinleşen yapısal krizi dünya halklarının başına büyük felâketler sarıyor ve daha büyük altüst oluşlar hazırlıyor. Ekonomideki istikrarsızlık, artan rekabet, dünyanın egemenlerini, kapitalistleri oyunu sertleştirmeye itiyor. Emperyalist savaşlar eşi görülmedik büyüklükte göç dalgalarına yol açıyor. İnsanlığın büyük bir bölümünü ümitsizliğe itiyor. Zengin ile yoksul arasındaki dibi görünmeyen uçurum, kitlelerin savaş ve yıkımla yazılmış kaderi toplumsal patlamaları mayalıyor. Kısacası her alanda istikrarsızlık ivmeleniyor. Buna bağlı olarak tüm devletler daha güvenlikçi, otoriter ve baskıcı politikalara yöneliyor. Dünyanın tüm ülkelerinde polis devleti uygulamaları, baskılar, silahlanma, anti-demokratik yasalar tırmanışa geçmiş durumda. Türkiye, Ortadoğu’nun bir parçası ve bölgede yürüyen emperyalist paylaşım savaşının doğrudan bir tarafı olarak bu tırmanışta rakiplerine fark atmış bulunuyor. Devletin bekasının ve düzenin korunmasının her zaman öncelikli olduğu, burjuva demokratik hakların her zaman son derece sınırlı olduğu Türkiye’de, küresel krizin yanı sıra tırmanışta olan sivil faşizm nedeniyle de toplumsal muhalefet odakları her zamankinden daha fazla eziliyor. Saray’ın ve AKP’nin hırsları, politikaları emekçi yığınlara kan kusturmaya devam ediyor. Elbette polis teşkilatı bu politikaların uygulanmasında önemli araçlardan biri olarak büyük bir görev üstleniyor.
Kapitalist düzene, sömürüye, sivil faşizmin yükselmesine karşı mücadele eden sosyalistler, özgürlük ve barış için mücadele eden Kürt halkı, Kürt halkının demokratik haklarının gasp edilmesine, kirli savaşlara karşı çıkan devrimciler, demokratlar devlet terörünün ve polis şiddetinin öncelikli hedefi durumunda. Bu kesimler her türlü yol ve yöntemle cezalandırılıyor. Bu cezalar sokak ortasında kimlik sorgulamasından, “makul şüphe” keyfiliği ile gözaltına alınmaya, ev baskınlarından gözaltında kaybedilmeye, ağır hapis cezalarından yargısız infazlara kadar büyük bir çeşitlilik gösteriyor. Ama polis şiddetinin hedefinde sadece ötekileştirilenler değil, polisin “bağrından çıktığı” ve polise sığınılabileceğini düşünen “millet” de var. Haksızlıklara karşı direnen işçiler, doğanın katledilmesine karşı çıkan çevreciler, “şiddete hayır” diyen kadınlar, futbolun daha da kirletilmesine karşı mücadele eden taraftarlar, ürününün toprakta bırakılmasına tepki gösteren çiftçiler, parasız eğitim isteyen öğrenciler, kısacası talebini yüksek sesle dile getiren herkes polisin şiddetinden nasibini alıyor.
Polis, bunu yaparken üniformasından, devletten aldığı yetkiyle, güçlü olma duygusuyla, yetkisini sorgulayanlara karşı nefretle zulmünü arttırıyor. Devlet terörünün öncelikli hedefi olan Kürt halkı son birkaç ay içinde yüzlerce evladını yitirdi. Özel harekât polisleri için onlar insan değil terörist, düşman. “Ne yaptı ulan size bu devlet?” zihniyetiyle devletini koruyan polis, o devletin yok etmeye ant içtiği Kürtleri katletmekten zerrece çekinmiyor. Bu nedenle sadece Kürt gençleri değil, Kürtlerin daha doğmamış çocukları ve o çocukları taşıyan anaları, Kürtlerin bebekleri, Kürtlerin tarihi, Kürtlerin yaşam alanları amansız bir nefretle yok ediliyor. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamak üzere yeminler ediliyor.
Polisin vukuatları
Polis 22 Aralıkta Gaziosmanpaşa’da iki sosyalist kadını infaz etti. Ne altına imza atılan insan hakları sözleşmeleri, ne yargılanma hakkı, ne masumiyet karinesi, ne zaten ele geçirilmiş olmaları bu iki genç kadının sorgusuz sualsiz öldürülmesinin önüne geçmedi. İki kadının yaralı halde işkence görmüş ve infaz edilerek öldürülmüş olması burjuva basın ve yargı kurumları için üzerinde durmaya değer bir konu olarak görünmedi bile. Düzenin ve onun koruyucusu polisin suçlu gördüğü, kitlelerin gözünde marjinal ve suçlu ilan ettiği kimselerin yargılanmasına gerek yoktu!
18 Ekim günü bir başka kadın Sarıyer’deki evinde vuruldu ve günlerce yaşama tutunmaya çalıştı. Dilek Doğan’ın suçu, düzene boyun eğmemesi, bir gece vakti evini basan polisleri hoş karşılamamasıydı. Vuruldu, öldürüldü. Onu vuran polisler uzun süre ambulans çağırmadılar. Çağırdıklarındaysa terör operasyonu sırasında çatışma çıktığını söylediler. Yaşadıkları şok ve acı nedeniyle isyan eden aileyi kelepçelerle engellemeye çalıştılar. Maskeli, silahlı ve cani polise terlik fırlatan anne, gözünün önünde vurulan kardeşinin ismini haykıran ağabey, mahkemede gözaltına alındı. Olayın medyaya yansıyan görüntülerinde polisin işlediği cinayet apaçık ortadayken davanın kapalı görülmesine karar verildi. Bu durum devletin polisini nasıl koruduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Ali İsmail Korkmaz ise Gezi olayları sırasında polis tarafından dövülerek öldürülmüştü. Onu öldüren polis, mahkemede “ben devletimi savundum” dedi. Meslek hayatı boyunca “terörle mücadele etmiş olmakla” övündü. Haksız tahrik indirimi istedi. Kameraların çektiği görüntülerde polisin derin bir kin ve hırsla genç bir insanı ölüme gönderdiği apaçık iken mahkeme bu cinayete bahaneler üretmeye çalıştı. Polis sadece görevini yapıyordu ve bunu yaparken “aşırıya kaçmış”tı. Hepsi o kadar!
Yine geçtiğimiz haftalarda Artvin Cerattepe’de siyanürle altın çıkarmak üzere maden açan şirket geniş protesto eylemleriyle karşılaşmıştı. Polis, jandarma ve komandolarla birlikte iş makinelerinin bölgeye girişini sağlamaya çalıştı. Durumu protesto eden kitleleri “vurup geçme” talimatı alan polis, gazla, copla, gözaltılarla eylemi dağıtmaya kalkıştı. Sermaye lehine yapılan yasal düzenlemeleri, yasalar yetişmediğinde fiili durum yaratanları protesto etmek ve ağaçlarına, derelerine, yaşam alanlarına sahip çıkmak isteyenler zalimce bir şiddetle karşı karşıya kaldı.
Ensar Vakfı’na ait yurtlarda onlarca çocuğun cinsel istismara uğradığı ortaya çıktığında, hükümet vakfı korumak için büyük bir çaba gösterdi. Ancak bu durum tepkileri arttırmaktan başka işe yaramayınca protesto eylemleri ihtimaline karşılık Ensar Vakfı yurtları, binaları 24 saat polis korumasına alındı. Polis, vakıf binalarının çevresinde kuş uçurtmadı. Şiddete uğrayan kadınları korumayan, çocukların cinsel istismarını engellemeyen polis, suça ve suçluya zemin hazırlayan bu kurumu işte böyle cansiperane biçimde korudu.
Polis aynı tutumu Soma katliamında da göstermişti. Yüzlerce madenci diri diri kömüre gömülmüşken ilçede olağanüstü hal ilan edilmiş, işçiler coplanmış, tekmelenmişti. Katliam nedeniyle açılan davada yargılanan Soma madeninin sahibi Alp Gürkan polis tarafından etten duvar örülerek ailelerden korunmuştu. Çünkü Alp Gürkan kapitalist sınıftan, işçilerse ayak takımındandı. Ve işçiler ne zaman mücadele etmeye kalkışsalar polis şiddetinden nasiplerini almalıydı. Kış ortasında havuza dökülen Tekel işçileri, direniş çadırları yıkılan Şişecam ve IFF işçileri, eylemleri polis panzerleriyle, coplarıyla dağıtılan Renault ve Cengiz Makine işçileri, eylemlerde polis kurşunlarının hedefi olan işçiler, devletin çelik bileğinin kimi ezdiğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bir kez daha kanıtlıyor.
İşçi sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü 1 Mayıs’ta emekçiler yine polis şiddetine maruz kaldı. Terör estiren polis Taksim’i abluka altına aldı. Yüzlerce kişiyi gözaltına aldı. Sokak ortasında insanların üzerine oturarak işkence etti. Toma ile bir emekçiyi ezerek öldürdü. Bakırköy’de HDP kitlesine gazlarla saldırdı. İşçinin, emekçinin bayramı olan 1 Mayıs’ı işçinin, emekçinin korku gününe dönüştürmeye çalıştı.
İşte tüm bunları yaparken polis, adil olduğunu, özgürlük-güvenlik dengesini sağlamaya çalıştığını ileri sürüyor. Toplumun güvenliğini, kamu düzenini sağlamaya çalışırken özgürlükler ve demokratik haklar konusunda taviz vermediğini iddia ediyor. Her şeyi “ölçülülük” ilkesine göre ve insan haklarına uygun şekilde yaptığını söylüyor. Tüm bu söylemler kapitalist sömürü düzeninin ve onun koruyucu mekanizmalarının, bekçilerinin nasıl da ikiyüzlü, nasıl da sahtekâr olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Burjuvazi, düzenin varlığını koruyabilmek için dünyayı milyarlarca insan için bir işkencehaneye çeviriyor. Bu işkencehanenin zebanisi polisi ise kitlelere kutsal hale içindeki melek gibi gösteriyor.
Ne yazık ki, Kürt halkı dışında ezilen kesimlerin önemli bir çoğunluğu bu yanılsamanın farkında bile değil. Meselâ, Cerattepeliler, bölgeye yığılan polislere “burası ne Cizre ne Şırnak” diyerek tepki gösteriyorlardı. Polis şiddetine maruz kalmak için Kürt olmanın şart olmadığını acı bir deneyimle öğrendiler. Zileli köylüler derelerini savunurken, Maltepeli emekçiler evlerini savunurken öğrenmişlerdi polisin kimin çıkarlarını savunduğunu. Kürtlerse çok daha önce devlet zulmünün ne olduğunu, polisin, askerin kime hizmet ettiğini yaşayarak öğrenmişlerdi. İşçilerse grev ve direnişlerde haklarını aramaya başladıklarında polisin gerçek yüzünü görüyorlar. Düzenin ve bekçisinin kitleleri nasıl ezdiğini ancak mücadeleye atıldıklarında anlama imkânı bulabiliyorlar. Açık ki, burjuva düzenin pisliklerini işçi sınıfının gözleri önüne serebilmenin yolu mücadeleyi yükseltmekten geçiyor.
link: Ezgi Şanlı, “Devletin Çelik Bileği”, Korunanlar, Ezilenler, 7 Mayıs 2016, https://marksist.net/node/5080
İstanbul’da “Vekilime Dokunma” Eylemine Polis Saldırdı
Madalyonun İki Yüzü: Çürüyen Kapitalizm